1

Konu: Bölüm 16

On beş Aralık 1969’da akşama doğru aynı vadiye varmıştık. Çalılıkları yara yara ilerlediğimiz sırada, don Juan, izlenen yönlerin ve yolda rastlayacağım, yol gösteren şeylerin, girişmekte olduğum çaba açısından son kerte önemli olduklarını defalarca yinelemişti.
“Tepenin doruğuna varır varmaz, doğru yönü kararlaştırmalısın,” diyordu. “Tepenin en üst noktasına varır varmaz, o yöne dönersin,” Don Juan parmağıyla güneydoğuyu gösteriyordu. “Senin uğurlu yönün orası işte! Hep o yöne dönük kal; hele hele başın derde girdiğinde... Sakın unutmayasın!”
Deliği sezgilediğim tepelerin tabanında durduk. Don Juan belli bir yeri imleyerek oraya oturmamı söyledi. Kendisi de yanıma oturup alçak bir sesle ayrıntılı yönergeler verdi. Tepeye çıkar çıkmaz sağ kolumu, elimin ayasını yere dönük ve parmaklarımı yelpaze gibi açık tutarak, öne uzatmamı söyledi. Ama, parmaklarımı açarken, yalnızca başparmağımı avucumun içine doğru kıvrık tutmalıymışım. Sonra da başımı kuzeye çevirmeli ve kolumu göğsümün üzerinde kavuşturmalıymışım; ve böylece elim de kuzeye doğru tutulu durmalıymış. Ardından da, sol ayağımı sağ ayağımın arkasına koyarak ve ayağımın parmaklarıyla yere vura vura bir dans yapmaya başlamalıymışım. Sol bacağımdan yukarıya bir ılıklık gelmeye başlayınca da, kolumu yavaş yavaş kuzeyden güneye doğru ve sonra gene kuzeye doğru savurmalıymışım.
Don Juan, “Kolunu savururken elinin ayası hangi noktada bi ılıklık duyarsa o yere oturmalısın;” diyordu, “o nokta aynı zamanda bakman gereken yönü belirler. O nokta doğuda bi yerdeyse”-gene elini güneydoğu yönünde uzatmıştı-“çok güzel sonuçlar alırsın. Ama elinde ılıklık duyduğun nokta kuzeye doğru bi yerdeyse, o zaman halin harap demektir-ama durumu lehine çevirmen olasılığı da vardır. Ne ki, bu nokta güneyde ise, zorlu bi kavga yapacaksın demektir.
“Önce kolunu dört keze kadar savunman gerekebilir; ama bu hareketleri yapa yapa alışırsın ve kolunu şöyle bi savuruşta anlarsın elinin ısınıp ısınmadığını.
“Elinin ısındığı bi yeri bulunca da, hemen otur oraya. Bu birinci noktadır. Eğer güneye ya da kuzeye dönüksen, o noktada kalabilecek denli güçlü olup olmadığına hemen karar vermelisin. Ama kendine güvenemiyorsan, hemen kalk git oradan. Kendine güvenemiyorsan, orda kalman gereksiz olur. Ama orda kalmayı yeğlersen, birinci noktanın iki adım ötesini, orda ateş yakmak için temizle. Bulunduğun yerle, baktığın yön arasında olmalıdır ateş yakacağın yer. Bu da ikinci noktandır. Sonra da bu iki nokta arasındaki tüm kuru dalları falan toplarsın ve bi ateş yakarsın. İlk noktana oturur, ateşe bakarsın. Er geç çıkar peri ve görürsün onu.
“Ama kolunu dört kez salladıktan sonra da elinde bir ılıklık duymazsan; kolunu yavaş yavaş kuzeyden güneye doğru ve dönüp batıya doğru savurursun. Elin, batıya doğru bir yerde ısınırsa, yağla tabanlarını ve kaç ordan. Tepeden aşağıya doğru koş ve düzlüğe in. Ne işitirsen işit ve duyarsan duy arkanda, hiç dönüp bakmadan koş. Ve düzlüğe indikten sonra, yere çök. Ne kadar korkmuş olsan da sakın kaçma ordan. Çıkar ceketini ve katlayıp göbeğine bastır ve dizlerini karnına doğru çekip yere yumul. Gözlerini de ellerinle kapatmayı unutma. Kolların kalçalarını iyice bastırsın. İşte o durumda sabaha dek kalmalısın. Bu dediklerimi yaparsan hiçbi şeycik olmaz sana.
“Ama düzlüğe zamanında yetişemezsen, bulunduğun yere çöküver. O zaman, Allah yardımcın olsun, bu pek korkunç olacak. Sana saldıracaklar; ama tınmadan, devinmeden orda kalabilirsen, başını kaldırıp da ne var diye bakmazsan, turp gibi çıkarsın sabahleyin, bi şeycikler olmadan.
“Ama kolunu batıya doğru savurur dururken elinde ılıklık falan duymazsan, gene doğuya dönersin ve soluğun kesilene dek o yöne doğru koşarsın. Soluksuz kaldığın yerde aynı hareketleri yinelersin. Elin ılınana dek, gene doğuya doğru koşarsın ve aynı şeyleri yaparsın.”
Don Juan bu yönergeleri verdikten sonra, ezberleyene dek, hepsini bana yineletti. Sonra uzun süre sessizce oturduk. Bir iki kez konuyu yeniden açmak istedim; ama, don Juan her kezinde sert bir biçimde beni susmaya zorladı.
Don Juan kalkıp bir şeycikler demeden tepeye tırmanmaya başladığında, karanlık bastırmaktaydı. Onu izledim. Tepenin en üst yerine vardığımızda, bana öğrettiği tüm hareketlerimi yaptım. Don Juan az ötemde duruyor, keskin bakışlarla beni izliyordu. Çok dikkatli davranıyor ve bile bile ağırdan alıyordum. Ufak bir ısı değişimini bile duyumsamaya çalışıyordum, ama elimin ayasında bir ılıklık olup olmadığını kestiremiyordum. Artık karanlık iyice bastırmıştı. Soluğum kesilince durmuş olduğum yer, çıkış yerimden pek uzak sayılmazdı. Çok yorgun ve gergindim. Kollarım ve baldırlarım ağrıyordu.
Bu yeni yerde de aynı devinimleri yaptım, ama sonuç gene olumsuzdu. İki kez daha koşmak zorunda kaldım karanlığın içinde. Ve sonra, kolumu üçüncü kez savururken, doğuya doğru uzandığı bir noktada elim ısınıverdi. Öylesine bir ısı değişimi olmuştu ki, şaşakalmıştım. yere oturup don Juan’ı bekledim. Elimin ısındığını söyledim ona. Don Juan öbür işlemlere geçmemi söyledi; ve bulabildiğim bütün kum çalı çırpıyı toplayıp bir ateş yaktım. Don Juan bir iki adım solumda oturmuştu.
Ateşten dans edercesine yabansı alevler yükseliyordu. Kimi alevler yanardönerli renklere bürünüyor; mavileşiyor, sonra da parlak bir beyaza dönüveriyordu. Bu değişik renk oyunlarını, topladığım kuru dallarda ve çalı çırpıda bulunan kimyasal özelliklere bağlıyordum. Bu ateşin bir başka özelliği de, çıkardığı kıvılcımlardı. Sonradan koyduğum çalılar olağanüstü irilikte kıvılcımlar saçıyorlardı. Havada patlayan tenis toplarına benzettim onları.
Don Juan’ın uyarmış olduğunu sandığım üzre gözlerimi ateşe diktim, birden başım dönüverdi. Don Juan içinde su taşıdığımız sukabağını uzattı ve içmemi imledi. Su iyi gelmiş ve beni gevşetmişti; içim tazelenmişti.
Don Juan eğilip kulağıma fısıldayarak gözlerimi alevlere dikmeme gerek bulunmadığını, yalnızca ateş doğrultusuna doğru bakmamı söyledi. Bir saat kadar baktıktan sonra epey üşümüş ve ıslak ıslak olmuştum. Yerde duran bir çubuğu almak için eğildiğim bir sırada bir güveye ya da gözümün ağ-tabakasındaki bir lekeye benzer bir şeyin ateşle aramda sağ dan sola doğru uçuştuğunu gördüm. Birden geri çekilip toparlandım. Don Juan’a baktım. Don Juan çenesini uzatarak alevlere doğru bakmayı sürdürmemi imlemekteydi. Bir an sonra aynı gölgenin bu kez ters yönde geçtiğini gördüm.
Don Juan apar topar yerinden fırlayarak yanan dalların üzerine avuç avuç toprak atarak ateşi tümüyle söndürdü. Olanca hızıyla yapışmıştı bu ateş söndürme işini. Ona yardım etmek için yerimden kalkayım derken, ateş sönmüştü bile. İçin için yanıp tütmekte olan kimi dalları, üzerlerine basa basa söndürdü; ve ardından beni sürüklercesine tepenin yamacından aşağıya doğru çekerek vadiden çıkardı. Başını arkaya çevirmeden hızla ilerliyor ve konuşmama izin vermiyordu. Birkaç saat sonra arabanın bulunduğu yere ulaştığımızda, o gördüğüm şeyin ne olduğunu sordum. Don Juan başını, susmamı buyururcasına salladı; ve sessizlik içinde arabayı sürdüm.
Sabahleyin erken bir saatte evine vardığımızda, don Juan
doğruca eve girdi ve gene konuşmak üzere olduğumu görünce beni gene susturdu.
Don Juan evin arka avlusunda oturmaktaydı. Benim uyanmamı bekliyor olmalı ki, beni görür görmez konuşmaya başladı. Önceki gece görmüş olduğum gölgenin bir peri, onu gördüğüm yere özgü ruh olduğunu söyledi. O şeyin, bir yararı olmayan bir varlık olduğunu belirtti.
“Sırf orda bulunur işte,” dedi, “ne gizi, ne de gücü vardır. Orda kalmaya değmezdi. Bütün gece bi oraya bi buraya hızla gidip gelen bi gölge görecektin eğer kalsaydık. Ama başka tür ruhlar da vardır; sana güçlülük gizleri verebilecek ruhlar... Ama şanslı olmak gerek onları bulmak için.”
Biraz kahvaltı ettik ve bir süre konuşmadık. Kahvaltı bitince, evin ön yanına geçtik.
Don Juan birden, “Üç çeşit olur bu varlıklar,” dedi, “verecek bi şeyleri bulunmadığı için hiçbi şey veremeyen varlıklar; yalnızca insanı ürküten varlıklar, bi de insana armağan veren varlıklar... Dün gece gördüğün, suskun bi varlıktı; yoktu verecek bi şeyi sana. Sırf bi gölgeydi işte! Ama çoğu kez bu suskun türlerin yöresinde başka bi ruha rastlarsın; sırf ürkü saçmaktan başka bi şeye yaramayan kötü bi peri. O suskun ruhların bulunduğu yerlerde dolaşırlar. İşte bu yüzden ordan hemen kaçırdım seni. O kötü ruh insanı ta evine dek izler de canını burnundan getirtir adamın. Bu nedenle evlerini bırakıp giden biçok kimse bilirim. Kimileri bu tür varlıklardan bi şey elde edeceklerini sanırlar; ama evde peri var diye bi şey olur sanma haa! Kendilerine gizler bildirsin diye bu perileri ayartmaya çalışan, bi odadan bi odaya bütün evde bu perileri izleyen kimseler tanırım. Ama onları korkutmaktan başka bi şey yapmaz bu periler. Kendilerini evlerine kadar izleyen bu perilerden birisini nöbetleşe gözleyip durmuşlardı bi zamanlar birileri. Aylar sürmüştü bu gözetleme. Sonunda birisi gelip hepsini dışarıya sürüklemiş, çıkarmıştı; öylesine bitkinleşmişler, erimişlerdi zavallılar. En iyisi, bu kötü ruhlardan uzak durmaktır; canları cehenneme...”
Bu ruhların nasıl ayartıldığını sordum. Don Juan bu ruhların en çok göründükleri yerleri belirlemek için epey zahmetlere katlanıldığını ve bu ruhların geçtikleri yerlere kimi silahlar konulduğunu, ve ruhların bu silahlara dokunmalarının beklendiğini anlattı. Çünkü bu ruhlar savaş gereçlerini pek severlermiş. Bu ruhların dokundukları her nesne, her türlü eşya gerçekten bir erk nesnesi olup çıkarmış. Ama ne var mış ki, bu kötü ruhlar hiçbir şeye dokunmazlar, yalnızca, insanı, gürültüler işitir hale getirirlermiş.
Don Juan’a, bu ruhların insanları nasıl korkuttuklarını sordum. O da, en çok, koyu bir insan gölgesi kılığına girerek ve evin içinde sesler, gürültüler, patırtılar çıkara çıkara dolaşarak ya da karanlık bir köşeden fırlayıveren bir hayalet gibi görünerek korkuttuklarını anlattı.
Don Juan; üçüncü tür ruhların gerçek dostlar olduğunu, gizler sunduğunu ve bu türlerin ıssız, terkedilmiş ve ulaşılması pek güç olan yerlerde bulunduklarını söyledi. Bu ruhlardan birisini bulmak için insanın, yalnız başına, çok uzak yerlere gitmesi gerektiğini belirtti. Uzak ve ıssız bir yerde, bu adamın, gerekli bütün hazırlıkları yalnız başına yapması gerekirmiş. Ateşini yakıp başında oturması ve gölgeyi görür görmez hemen ordan uzaklaşması gerekirmiş. Ama ortaya değişik koşullar çıkarsa; örneğin yeğin bir yel esip de o kimsenin ateşi dört kez uğraşıp yanar durumda tutmasını engeller ve ateşi öldürürse; ya da yakınlarında bir ağacın dalı falan kırılırsa, o kimsenin orda kalması gerekirmiş. Ağacın dalı gerçekten kırılması söz konusuymuş; o kimsenin, ağaç dalının kırılır gibi çatırdama sesi işitip işitmediğine emin olması gerekirmiş.
Bir de kayaların yuvarlanıp yuvarlanmadığına, ve ateşe çakıl taşları atılıp atılmadığına, ya da sürekli gürültüler olup olmadığına dikkat edilmeliymiş. Ve bunlardan birisi olursa, peri görünene dek o olayın geçtiği yere doğru yürünmeliymiş.
Bu varlıklar birçok yöntemlerle sınarmış bir savaşçıyı.
Kimileyin, çok korkunç bir görünümle, zıp diye adamın önüne çıkıverir, kimi kez de adama arkasından yapışır ve onu öyle saatlerce kımıldayamaz durumda tutarmış. Adamın üstüne bir ağaç devirdiği de olurmuş. Don Juan bunların gerçekten tehlikeli şeyler olduklarını anlattı. Karşı karşıya bir dövüşe geçildiğinde, insanı öldürmeseler de, korku salarak öldürmeleri, ya da devirdikleri bir şeyle ezmeleri, birdenbire karşılarına çıkıp dengesini bozarak ayağını kaydırıp bir yardan düşürmeleri ve o insanı o yolla öldürmeleri olasıymış.
Don Juan bu varlıklara uygunsuz koşullar altında rastlarsam, onlarla asla dövüşmememi; dövüşürsem öleceğimi anlatıyordu. Ruhumu da çalarmış bu periler. En iyisi kendimi yere atıp sabaha dek dayanmakmış.
“Bi adam gizler sunan bi dostla karşılaştığı zaman, tüm cesaretini toplayıp, o daha kendisini yakalamadan kendisi ona yapışmalıdır. Ya da o seni kovalamaya başlamadan önce sen kovalamalısın onu. Amansız bi kovalamaca olmalıdır bu; ardından da dövüş gelir. Güreşip yere sermen gerekir periyi, erkini verene dek yerde muhlaman gerekir.”
Bu varlıkların özdeksel (maddi) olup olmadıklarını, gerçekten onlara dokunulup dokunulmayacağını sormuştum don Juan’a. “Peri” sözcüğünün bende özdeksel olmayan, elle tutulamayan bir şeyleri çağrıştırdığını söylemiştim.
Don Juan, “Peri falan demeyelim bunlara,” dedi, “en iyisi dost diyelim, ya da billinmedik şeyler diyelim.”
Don Juan bir süre sustuktan sonra sırtüstü yattı ve kollarını başının altında kavuşturdu. Bu varlıklarda özdek var mı diye sormuştum gene.
“Elbet vardır özdekleri!” dedi don Juan bir an sustuktan sonra. Onlarla dövüşürken katı mı katıdırlar-ne var, çok sürmez bu halleri. Karşısındakilerin korkusudur onları güçlü kılan. İşte bu nedenle onlardan biriyle dövüşen kimse eğer bir savaşçıysa, o gepgergin katılıkları çabucak yitiverir de, onunla dövüşen kimsenin gücü artar, taşar. Aslında bu ruhlardaki gerilimi, enerjiyi emmiş olur insan.”
“Nasıl bir gerilim bu?” diye sordum.
“Erktir. Onlara dokundun mu, insanı çarparcasına, parçalarcasına titreşirler zangır zangır. Ama bi gösteridir bu sırf. Onları sıkıca tutmayı sürdürürsen, yok olur bu gerilim.”
“Pekâla, gerilimlerini yitirince ne olur? Hava gibi bir şey mi olurlar?”
“Hayır, gevşeyiverirler-pelteleşirler. Özdekselliklerini sürdürürler yani. Ama dokunduğumuz öbür şeylere benzer bi yanları yoktur bunların.”

Cvp: Bölüm 16

Daha sonraları, akşama doğru, önceki gece görmüş olduğum şeyin yalnızca orda uçuşan bir güve olabileceğini söyledim. Don Juan güldü ve sabırlı bir biçimde güvelerin ancak, kanatlarını yakamayacak bir lambanın çevresinde ileri geri uçuştuklarını açıkladı. Oysa açık bir ateşe yaklaşır yaklaşmaz yanıp kül olurlarmış. Don Juan, üstelik o gölgenin ateşi kaplayacak denli iri olduğunu belirtmişti. O bunu derken, gölgenin çok büyük bir şey olduğunu ve önümden geçerken gerçekten bir an için ateşi görmemi engellemiş bulunduğunu anımsadım. Ama bu geçiş çok çabuk olmuştu ve o yüzden daha önceleri bunu anımsayamamıştım.
Don Juan daha sonra kıvılcımların çok iri olduklarını ve soluma doğru uçuştuklarını söyledi. Ben de farkına varmıştım bunun. Belki de yelin o yöne doğru esmesinden olmuştur bu dedim don Juan’a. Don Juan o gece yel mel esmediği yanıtı verdi. Dediği doğruydu. O deneyimimi düşününce, o gece ortalığın çok sakin olduğunu anımsadım.
Gözümden kaçmış olan bir başka şey de alevlerdeki yeşilimtırak parıltılardı; o gölgenin gözlerimin önünden ilk geçişinden sonra don Juan’ın ateşe bakmayı sürdürmemi imlediği sırada görmüştüm bu yeşillenmeyi. Don Juan bunu da anımsatmıştı. Ayrıca o şeye gölge dememe de karşı çıkarak, onun yuvarlak olduğunu ve daha çok bir baloncuğa ya da kabarcığa benzediğini söyledi.
İki gün sonra, 17 Aralık 1969’da don Juan, çok önemsiz bir şeymişçesine, o tepelere tek başıma gidip, bir erk nesnesi olan peri tuzağını edinebilecek denli tüm ayrıntıları ve gerekli yöntemleri bildiğimi söyleyivermişti. Bu kez yalnız başıma gitmem üzerinde dayatıyor ve benimle birlikte gelmesinin bana yarardan çok zarar vereceğini anlatıyordu.
Ben tam gitmeye hazırlanırken, don Juan fikrini değiştirmişti.
“Yeterince sağlam değilsin,” demişti, “tepenin altındaki düzlükte bekleyim bari seni.”
Dostu görmüş olduğum o dar vadiye vardığımızda don Juan, tepelerdeki delik diye nitelendirdiğim arazi oluşumunu az uzaktan incelemiş ve daha ötelere, güneydeki uzak dağlara gitmemiz gerektiğini söylemişti. Deliği görebileceğimiz en uzak noktada bulunacakmış dostun yuvası.
Deliği oluşturan arazi yapısına baktım; uzaklarda yükselen mavimtırak dağlardan başka bir şey göremiyordum. Don Juan’ın kılavuzluğunda güneydoğuya doğru saatlerce yürüdükten sonra, dostun yuvasına “iyice sokulduk.” dediği bir yere varmıştık. Durduğumuz zaman öğleden epey sonraydı. Kimi kayaların üzerine oturduk. Aç ve yorgundum; bütün gün yalnızca biraz tortilla yemiş ve biraz da su içmiştim. Don Juan birden ayağa kalkıp göğe baktı ve buyururcasına benim için en uğurlu yöne doğru gitmemi ve o anda bulunduğumuz noktayı unutmamamı söyledi. Çünkü işim bitince gene oraya dönmem gerekiyormuş. Ardından da bana güven vermeye çalışarak gerekirse sonsuza dek orda beni bekleyeceğini ekledi.
Tasalanarak, o peri tuzağı bulma işinin çok mu uzun süreceğini sordum.
Gizemli bir gülümsemeyle, “Kim bilir?” dedi.
Güneydoğu doğrultusunda ilerlemeye başladım ve iki kez arkama dönüp don Juan’a baktım. Onun da ters yöne doğru yavaş yavaş yürüdüğünü gördüm. Büyücek bir tepenin üstüne çıkıp don Juan’a bir kez daha baktım. İki yüz metre kadar uzakta bir yerdeydi. Dönüp bana baktığı yoktu. Tepeden aşağıya koşarak tepelerin arasındaki çanak biçiminde küçük çukur bir yere indim. Birden yapayalnız kalmıştım. Bir süre oturarak orda ne işimin olduğunu şaşkınlıkla düşünmeye koyuldum. Bir peri tuzağı arıyor olmam öyle gülünç geliyordu ki!.. Koşarak indiğim tepeye tırmandım gene. Belki don Juan’ı görürüm diyordum ama hiçbir iz yoktu ondan. Bu işi hepten bırakıp California’ya dönmek istiyordum. Alıklaşmıştım. Yorgundum.
Art arda, “Don Juan!” diye bağırıp duruyordum.
Görünürlerde yoktu. Bu kez başka bir tepeye koştum; ama oradan da bir şey göremedim. Koşa koşa onu aramayı sürdürdüm; ama yer yarılmış içine girmişti sanki don Juan. Geçtiğim yerleri izleye izleye ayrıldığımız noktaya gittim. Onu orda oturmuş, bu tutarsız davranışlarıma güler bir durumda bulacağıma değin öylesine saçma bir kanı vardı ki içimde!..
“Neden soktun beni bu belaların içine?” diye yüksek sesle bağırdım.
Ve o anda artık orada yapmakta olduğum işten vazgeçme olasılığının bulunmadığını anladım. Arabamın nerde olduğunu bilmiyordum. Oraya gelirken don Juan birçok kez sağa sola sapmıştı; dört anayöne göre kendimi yönlendirmem yeterli olamayacaktı arabamı bulmaya. Dağlarda kaybolup gitmekten korkuyordum. Oturdum ve yaşamımda ilk kez olarak, bir ilk çıkış noktasına dönmenin hiçbir yolu olamayacağına değin yabansı bir duyguya kapıldım. Don Juan, hep, başlangıç dediğim bir çıkış noktasından söz etmekte olduğumu söyler ve gerçekte başlangıç diye bir şeyin bulunmadığını savlardı. Ve işte orda dağların ortasında, onun ne demek istediğini anladığımı sanıyordum. Sanki, çıkış noktası hep kendim olagelmişti; sanki don Juan hiç olmamıştı; ve ben onu ararken, o da bir gerçek kendisi oluvermişti-bir an göründükten sonra bir tepenin ardından yitip gidiveren bir imge...
Yaprakların hafif hışırtısını işitiyordum; her yanımdan güzel kokular geliyordu. Utangaç bir fısıltı gibi kulaklarıma dolmaktaydı esen yel. Güneş ufukta yoğun bir bulut kümesine yaklaşmaktaydı ve daha alçaklardaki bir öbek bulutun arkasına girdiğinde üstteki bulut kümesini turuncu bir şeride çevirmişti. Az sonra bulutların ardından çıkınca, sisler içinde yüzen kızıl bir topa benzemişti. Güneş bir ara göğün masmavi bir açıklığına ulaşmaya çabalar gibi görünmüştü; ne var, bulutlar onu bırakmıyorlar, üstüne üstüne geliveriyorlardı. Çok geçmeden, o turuncu şeritle dağların karaltıları yutuvermişti güneşi.
Sırtüstü uzandım. Öyle dingindi ki tüm çevrem, öyle durgun ve aynı zamanda öylesine yabancıydı ki! Çok etkilenmiştim. Ağlamak istemiyordum ama gözyaşlarımı tutamadım.
Saatlerce o durumda kalmıştım. Yerimden kımıldayamıyordum. Altımdaki kayaların sertliğini duyumsuyordum. Bulunduğum yer, tüm çevreyi saran gür yeşilliklerin tersine bitkisiz ve açıklıktı. Oturduğum yerden doğudaki tepelerin üzerindeki dizi dizi yüksek ağaçları görebiliyordum.
Artık hava epey kararmıştı. Oldukça iyi hissetmekteydim kendimi. Mutluydum diyebilirim. Yarı karanlıkta, kendimi, göz kamaştırıcı gün ışığında olduğundan çok daha huzurlu ve güvenli hissetmişimdir.
Yerimden kalkarak küçük bir tepeye çıktım ve don Juan’ın öğretmiş olduğu hareketleri yapmaya koyuldum. Yedi kez doğuya koştuktan sonra elimin ısındığım fark ettim. Bir ateş yakıp don Juan’ın uyarıları üzre, bütün ayrıntıları gözleyerek bakmaya başladım. Böylece saatler geçti. Yorulmuştum. Üşüyordum da. Koca bir yığın kuru dal toplamıştım. Ateşe yaklaştım ve ateşi beslemeye koyuldum. Yaptığım gözleyiş öylesine yormuştu ki beni, başım önüme düşüp duruyordu. İki kez uyuklamış ve ancak başım yana sarkınca uyanmıştım. Artık ateşe bakamayacak denli yorulmuştum. Biraz su içtim, hatta uyanık kalayım diye yüzüme su serptim. Uykumu ancak çok kısa sürelerle kesebiliyordum. Bir çaresizlik ve tedirginlik içindeydim. Orada bulunmaklığımı son kerte bir ahmaklık olarak görüyor ve bu yüzden mantıksızcasına bir düş kırıklığına, bir tasaya kapılıyordum. Yorgun, aç ve uykusuzdum. Anlamsız bir biçimde kendimi suçlayıp duruyordum. Sonunda, uyanık kalma çabalarımdan vazgeçtim. Ateşe bir yığın kuru dal ekleyip uyumak üzere yere kıvrıldım. Bir dostun izlenmesi ve bir peri tuzağının aranması uğraşları o anda bana son kerte gülünç ve yabancı bir düşünceymiş gibi gelmekteydi. Öyle uykusuzdum ki, bir şey düşünemiyor, kendi kendime bile konuşamıyordum. Uyumuşum.
Birden yüksek bir çatırtı sesiyle uyandım. Gürültü ya da o ses her ne ise, sol kulağımın hemen üzerinden gelmişti; çünkü sağ yanımın üzerine yatmaktaydım. Upuyanık, kalkıp oturdum. Sol kulağım uğulduyor, sesin yokluğu ve yüksekliğinden sağırlaşmışa benziyordum.
Yanmakta olan dallara bakılırsa, herhalde çok kısa bir süre uyumuş olmalıydım. Başkaca hiçbir gürültü işitmedim; ama gene de dikkat kesilmiş bir durumda kalarak ateşi beslemeyi sürdürdüm.
Beni uyandıran şeyin tüfek sesi olabileceği geçiverdi aklımdan; belki de birisi beni gözetliyordu da üzerime ateş açıyordu. Bu düşünce beni çok ürkütmüş ve bir sürü gerçekçi korkular beynime çığ gibi üşüşmeye başlamıştı. Burası pekâlâ birilerinin arazisi olabilirdi ve bu durumda beni bir hırsız sanıp vurmak isteyebilirlerdi; ya da beni öldürüp soymak falan isteyebilirlerdi. Üzerimde bir şey bulunmadığını nereden bileceklerdi ki! Birden olanca ilgimi güvenliğim konusuna yöneltmiştim. Omuzlarımda ve boynumda kasılmalar oluyordu. Başımı bir yukarıya bir aşağıya salladım. Boyun kemiklerimin kütürdediğini işitiyordum. Bir yandan da ateşe bakmayı sürdürmekteydim, ama olağandışı bir şey gördüğüm ya da bir ses işittiğim falan yoktu.
Çok geçmeden biraz olsun gevşemiştim ki, birden bütün bu haltların don Juan’ın işi olabileceği geliverdi aklıma. Derhal bunun başka türlü olamayacağı kanısına vardım. Bayağı neşelendirmişti bu düşünce beni. Haydi, bir mantıksal varsayımlar çığı daha üşüştü beynime; bu kez sevinç verici türden... Don Juan, herhalde, benim dağlarda kalmaktan cayacağımı düşünerek ya da arkasından koştuğumu görerek bir ine ya da bir çalılığın ardına falan saklanmış olabilirdi. Sonra da beni izlemiş ve uyuduğumu görerek kulağımın dibinde bir dal falan kırarak uyandırmış olabilirdi. Ateşe biraz daha kuru dal sürdüm ve onu görür müyüm diye usul usul çevreyi gözetlemeye koyuldum. Oralarda bir yerde saklanıyor olsaydı bile, onu bulamayacağımı bile bile...
Ortalık oldukça sakindi: Cırcırböcekleri, çevremi saran tepelerdeki ağaçları titreten yel, tutuşan dalların çıkardığı yumuşak çıtırtılar. Kıvılcımlar uçuşuyordu, ama değişik tür kıvılcımlar değildi bunlar.
Ansızın ikiye parçalanan bir dalın çatırtısını işittim. Solumdan gelmişti gürültü. Soluğumu tutup olanca dikkatimle dinledim. Bir an geçti geçmedi, derken, haydi... Bir dalın daha kırıldığını işittim. Bu kez sağımda...
Bir de baktım, uzaktan uzağa kırılan dal sesleri gelmekte belli belirsiz. Sanki birisi onlara basa basa çatırdatmakta... Gür, dolgun seslerdi bunlar; iştahlı diyebileceğim... Bulunduğum yere doğru yaklaşmaktaydılar. Ağırdan alarak, dinlemem mi yoksa kalkmam mı gerek diye düşündüm. Ben, ne yapmam gerekir diye öyle düşünürken birdenbire kırılan dal sesleri dört bir yanımı sarmıştı. Öylesine hızlı olmuştu ki bu son gelişme, az kalsın yerimden fırlayıp ateşi, üzerine basa basa söndürmeye bile vakit bulamayacaktım.
Ateş söner sönmez karanlıkta tepeden aşağıya koşmaya başladım. Çalılıkları aşarak koşarken, bir düzlük bulunmadığı düşüncesi geçivermişti aklımdan. Gözlerimi yüksek çalılardan koruya koruya koşmayı sürdürdüm. Yamaçtan aşağı daha yarı yoldayken arkamdan bir şeylerin bana dokunurcasına yaklaştığını duyumsadım. Bir dal falan olamazdı bu. Sezgi yoluyla, üzerime atlayacağını duyumsadığım bir şeydi bu. Bayağı dondurmuştu bu düşünce beni. Hemen don Juan’ın dediği gibi ceketimi çıkarıp dürdüm ve karnıma bastırdım. Bacaklarımı karnıma doğru çekip yüzüstü yere yumuldum. Gözlerimi de ellerimle kapatmıştım. Bu durumda çok kısa bir süre kaldıktan sonra tüm çevremi bir ölüm sessizliğinin sardığını duyumsadım. Hiçbir ses gelmiyordu. Bu da daha çok korkmama neden olmuştu. Karın kaslarım kaskatı gerilmiş titremeler geçiriyordu. Bir çatırtı daha duydum. Uzaktan gelmekteydi bu ses, ama çok kesin ve belirgindi. Bir kez daha geldi ses-bu kez daha yakından. Kısa bir sessizlikten sonra tepemde bir şey patladı. Bu gürültünün birdenbire olması, beni, istemeksizin yerimden fırlatmış ve yana yıkılmama neden olmuştu. Kalın bir dalın ikiye bölünmesinden çıkan bir sesti bu kesinlikle. Öye yakından gelmişti ki bu çatırtı, daldaki yaprakların hışırtısını bile işitmiştim.
Ardından, bir çatırtılı patlamalar sağanağı başladı. Tüm çevremde dallar büyük gürültüler çıkararak kırılıp gidiyordu. Ama anlayamadığım şey, o sırada benim bu olaylara karşı olan tepkimemdi. Korkacak yerde gülüp duruyordum. Bütün bu olanların aslını astarını bulguladığım kanısındaydım. Don Juan’ın gene bana bir oyun oynadığına inanıyordum. Bir dizi mantıksal yargı, bu inancımı daha da pekiştiriyordu. Sevinçten uçuyordum. O kurnaz hınzır don Juan tilkisini o dolapları çevirirken yakalıyıvereceğime öyle emindim ki! Başımı kaldırıp bakamayacağımı bildiğinden çevremde istediği gibi rahat rahat koşuşup dal üstüne dal kırıyordu. Günlerden beri yanında bulunduğum için, don Juan’ın yalnız başına olduğunu biliyordum. Kendisine yardım edecek kimseler bulması için koşullar ve zaman bulunmuyordu. Düşündüğüm gibi, bir yerde saklanmışsa, herhalde bir başına saklanmıştı; ve mantıksal olarak yalnızca sınırlı sayıda çatırtılar çıkarabilirdi. Ve gene tek başına olduğundan, çıkardığı seslerin ardışıklığının bir zaman çizgisini izlemiş olması; yani gürültülerin teker teker, en fazla bir anda ikisinin, bilemediniz, üçünün çıkması gerekirdi. Üstelik bir kişinin bir anda çıkarabileceği ses sayısının da herhalde bir sınırı olacaktı. Öyle yere yumulu ve sessiz dururken, bir yandan da bütün olanların bir oyun olduğunu düşünüyor ve bu işin üstesinden gelebilmek için yapılacak tek şeyin bu olanların bende yarattığı coşkuları bastırmak olduğunu geçiriyordum. Bildiğim bir şey varsa, o da bu durumdan çok zevk almakta olduğumdu. Düşmanımın bir sonraki hareketini yanılmadan kestiriverince zevkten dört köşe oluveriyordum. Don Juan’ın yerinde olsaydım, ardından ne yapardım diye tahminler yürütüyordum.
Bir höpürdeme sesi bu oynadığım ussal oyuna bir son vermişti. Dikkatle dinledim; gene işittim o sesi. Ne olduğunu bir türlü kestiremiyordum. Bir hayvanın höpürdeterek su içişini andırmaktaydı. Bir kez daha, çok yakından geldi o ses. Koca çeneli bir genç kızın şapur şupur sakız çiğnemesini çağrıştıran bu sesten tedirgin olmaktaydım. Don Juan’ın böyle bir sesi nasıl çıkarabildiğini şaşkınlıkla geçirirken, ses bir kez daha geldi sağımdan. Önce bir ses duymuştum. Sonra birisi vıcık vıcık çamurda bata çıka yürüyen ayakların çıkardığı kösnül (şehvani) diyebileceğim seslerdi bunlar. Sesler bir ara kesiliverdi ve sonra solumda bir yerde gene başladı. Çok yakınlarda, üç metre kadar ötemden gelmekteydi... Yağmur çizmesi giymiş iriyarı birinin çamurda yürümesine benzetiyordum artık bu sesleri. Sesteki zengin titremeleri çok hayret verici buluyordum. Ben olsam, bu sesleri çıkartabilmek için nasıl bir ilkel gereç kullanırdım diye düşündüm ama bir türlü çıkaramadım. Arkama doğru bir yerden bir dizi benzer ayak sesleri daha gelmeye başlamıştı. Sesler her yandan aynı zamanda gelmekteydi. Sanki birisi çevremde çamurlara bata çıka koşuşuyor, zıplıyordu.
Mantıksal açıdan kuşkuya düştüm bir ara. Eğer bunları yapan don Juan idiyse, çevremde daireler çize çize inanılmaz bir hızla koşuyor olması gerekirdi. İşte o zaman don Juan’ın bu işi yalnız başına yapmadığına yanında birilerini de getirdiğine inanır oldum. Bu işte ortaklarının kimler olabileceğini düşünmeye geçmek istedim, ama, çevremdeki gürültüler yüzünden zihnimi toparlayamıyordum. Evet, düşüncelerim darmadağınıktı ya, korkuyor değildim. Olsa olsa, seslerin yabansı niteliğinden ötürü bir şaşkınlık içindeydim. Çamurlar ezilirken yer salanıyor gibiydi. Ve bu sallantılardaki titreşimler karnımı hedef almış gibiydiler; ya da ben bu titreşimleri karnımın alt yanıyla sezgiliyordum belki de.
Bu durumu kavrar kavramaz, düşüncelerimdeki mantıklı ve dingin akışı yitirivermiştim. Sesler karnıma saldırmaktaydılar! Ve sordum kendi kendime: “Ya don Juan değilse bu?” Ürküye kapılmıştım. Karın kaslarımı sıkıp kalçalarımı sıkıcana, dürüp karnıma koyduğum ceketime yasladım.
Gürültüler sayıca artmış ve daha da hızlanmıştı. Bilmiştiler sanki güvenimi yitirdiğimi. Titreşimler öyle yoğunlaşmıştı ki, kusmak geliyordu içimden. Bulantımı yenmeye çabaladım. Derin derin soluk almaya ve peyote ezgilerimi söylemeye başladım. Çıkarmıştım. Çamurda gezen ayak sesleri ansızın kesiliverdi. Yerine, cıcırböcekleriyle yelin sesi ve yer yer uzaklardan gelen çakal ulamaları geçivermişti. O ürkünç seslerin birden kesilmesiyle, kendimi toparlama fırsatını bulmuştum. Daha biraz önce neşem yerinde, güvenç içinde ve dingindim demek ki içinde bulunduğum durumu değerlendirmeyi becerememiştim. Don Juan, yardakçılarla falan gelmiş olsa bile, çıkardıkları gürültüler karnımı nasıl etkileyebilirlerdi ki! O tizlikte sesler üretebilmeleri için oralarda bulunan ya da düzenlemeleri olanaksız olan gereçleri, aygıtları gereksineceklerdi. Demek ki o işittiklerim bir oyun falan değildi, “don Juan’ın çevirdiği bir dolap” falan değildi. Öyle sanmış olmakla ne denli toyca davranmışım meğer.
Her yanım kasılmıştı; dönüp bacaklarımı uzatmak için dayanılmaz bir istek duymaktaydım. Hafif sağa doğru gidip hiç olmazsa yüzümü, çıkarmış olduğum yerden uzaklaştırayım dedim. Tam sürünmeye başladığım bir anda, sol kulağımın hemen üzerinde hafif bir gıcırtı işittim. Donmuş gibi olduğum yerde kaldım. Gıcırtı, bu kez başımın öbür yanından, gene geldi. Yalın bir sesti bu. Kapı gıcırtısını andırmaktaydı. Beklemeye başladım; ama hiçbir şey duyamadım. Yerimi değiştirmek için sürünmeye geçmiştim yeniden. Başımı sağa doğm kımıldatmamla yerimden zıplar gibi olmam bir oldu. Bir gıcırtı zemire gömülüvermiştim. Kimileyin kapı gıcırtılarını, yer yer de fare ya da kobayların viyaklamalarını andırmaktaydı bu sesler. Yüksek ya da tiz değillerdi; yumuşak ve sinsi seslerdi bunlar, ve içim kıyılıyormuşcasına bulantı yaratan ürpertiler veriyorlardı bana. Başladıkları gibi durmuştu sesler; yalnızca bir iki gıcırtı kalana dek yavaş yavaş azalmışlardı.

Cvp: Bölüm 16

Ardından, büyük bir kuşun kanatlarıyla çalıların üstünü sıyırmasından çıkan kimi sesler işittim. Üzerimde daireler çize çize uçuyor olmalıydı. O yumuşak gıcırtılar gene çoğaldılar; kanat çırpma sesleri de öyle... Başımın üzerinde bir sürü dev kuş varmış da kanatlarını hafif hafif çırparlarmış gibi geliyordu bana. Sonra bu iki tür ses birleşti ve beni saran bir dalgaya dönüştü. Yükselip alçalan koskoca bir dalganın üzerinde asılı, yüzer gibi oluyordum. Şimdi artık o gıcırtılarla kanat çırpmalarını, tüm gövdemi yalarlarmış gibi algılıyordum. Bir sürü kuş kanatlarını çırparak beni üst yanımdan yukarılara çekiyorlar, binlerce fare de cıyaklayarak gövdemi alttan ve yandan itiyorlardı; tıpkı böyleydi duyumsadıklarım.
Hiç kuşku yoktu ki, budalaca aymazlığım yüzünden, korkunç bir şeyi üzerime çekmiş bulunuyordum. Dişlerimi sıkıp derin soluklar alıp vermeye ve peyote ezgileri söylemeye başladım.
Gürültüler çok uzun bir süre azalmadan sürmüştü. Olanca gücümle karşı koymaktaydım onlara. Ortalık sakinleşince, gene bir ara “sessizlik” oldu. Sessizlik demekle o yabansı seslerin yokluğunu belirtmek istiyorum; yoksa böceklerin ve yelin doğal seslerini gene işitmekteydim. Bu sessizlik dönemleri, benim için, gürültülü dönemlerden daha da kötü olmaktaydı. Gene düşünmeye ve durumumu değerlendirmeye geçmiştim; ne var, kafa yordukça ürküye kapılıyordum. Bana saldıran o şeyi kovabilecek bilgim de yoktu dayanıklılığım da... Yitip gidiyordum işte... Son kerte çaresizdim-kendi kusmuğumun üzerine yumulmuş... Yaşamımın sonu geldi diye geçirip ağlamaya başladım. Yaşamımı düşünmek istedim, ama nereden başlayacağımı kestiremiyordum. Yaşamımda yapmış olduğum hiçbir şeyi, o son can çekişme anında vurgulamaya değer bulamayarak hiçbir şey düşünmemeyi yeğledim. Çok güzel bir şeyin farkına varmıştım. O zamankine benzer bir korku geçirmiş olduğum zamandan bu yana epey değişmiştim. Bu kez daha bir boştum. Birlikte sürüklediğim kişisel duygular daha bir azdı.
Böyle bir durumda bir savaşçı neler yapardı diye kendi kendime sordum ve birkaç sonuca ulaştım. Göbeğimin bulunduğu yerde son kerte önemli, eşsiz bir şey vardı; bu sesler, alışılmışın dışında yabansı seslerdi; bu sesler karnımı hedef tutuyorlardı; ve don Juan’ın bana oyun oynadığı düşüncesi son kerte yersizdi.
Kasılmalar, durmuşsa da karın kaslarım epey gergindi. Ezgi söylemeyi ve derin soluk alıp vermeyi sürdürüyor, ve tüm gövdemi tatlı bir ılıklığın kapladığını duyumsuyordum. Şurası kafama iyice dank etmişti ki, eğer yaşamımı sürdüreceksem, bu duruma don Juan’ın öğretileri uyarınca davranmakla kavuşacaktım. Yönergelerini yineledim zihnimde. Yere yumulduğum noktaya ve bulunduğum yere oranla güneşin dağların üzerinden battığı noktayı tam olarak anımsamaya çalıştım. Kendimi yeniden yönlendirdim ve yönümü doğru olarak belirlediğime inandıktan sonra duruşumu değiştirmeye başladım. Böylece başımı yeni ve “daha uğurlu” bir yöne, yani güneydoğuya dönük tutmuş olacaktım. Ayaklarımı azar azar soluma doğru, baldırlarımın altında bükülene dek santim santim çekmeye başladım. Sonra da gövdemi ayaklarımla bir hizaya getirmeye çalıştım. Ama yan yana sürünmeye başlar başlamaz ensemde tuhaf bir dokunma duydum. Ensemin çıplak derisi üzerine bir şeyin belirli bir biçimde dokunduğuna emindim. Öylesine hızla olmuştu ki bu, bir çığlık attım ve sonra olduğum yerde durup kaldım. Karın kaslarımı sıkarak derin soluklar almaya ve peyote ezgilerimi söylemeye başladım. Bir saniye sonra ensemde aynı hafif dokunuşu hissetmiştim. Siniverdim. Ensem örtülü değildi ve kendimi savunmak için yapabileceğim bir şey yoktu. Dokunma gene oldu. Çok hafif, ipeğimsi bir nesne değmekteydi boynuma-tıpkı dev bir tavşanın yumuşak tüylü ayağı gibi... Dokunmalar, ensemi bir yandan bir yana kapsayarak arttı arttı ve sonunda ağlamaya başladım. Sanki bir sürü sessiz, yumuşak ağırlıksız kanguru ensemi çiğneyip durmaktaydı. Pençeleriyle hafif hafif basışlarının çıkardığı sesleri duyar gibi oluyordum. Acı falan vermiyordu bu basışlar, ama çıldırtıyordu beni işte. O anda hemen bir şeyler yapmaya başlamazsam, aklımı yitireceğimi ve dikilip tabanları yağlayacağımı biliyordum. O nedenle gövdemi yavaş yavaş kımıldatarak yeni bir yöne çevirmeye başladım. Ama her kamıldamşımda, ensemdeki dokunuşları daha da artıyordu. Ve bir ara öylesine çoştular ki, bir silkinişte gövdemi yeni bir yöne sokuverdim. Sonucun ne olacağına değin hiçbir şey düşünemiyordum. Aklımı yitirmeyi, zırdeli olup çıkmayı önlemem için bir önlem almam gerekiyordu, işte o kadar...
Yeni bir yöne geçer geçmez ensemdeki dokunmalar duruvermişti. Uzun ve sıkıntılı bir aradan sonra uzaklardan gene kırılan dalların sesleri gelmeye başladı. Yakınımda artık bir şey olmuyordu. Benden uzak bir noktaya çekilmiş gibiydi sesler. Kırılan dalların sesleri çok geçmeden yaprakların kulaklarımı tırmalarcasına çıkardığı hışırtılarla kaynaşıverdi. Sanki yeğin bir yel tüm tepeyi kasıp kavuruyordu. Çevremdeki bütün çalılar sallanıyordu, ama yel estiği falan yoktu. Bütün bu hışırtı ve çatırtılar, tepeyi bir yangın sarmış izlenimini vermekteydiler. Yerimden zıplayıp da ordan, kaçmamamın tek nedeni, iyice uyuşmuş olmam ve her yanımın tutulmuş olmasıydı. Bırakın kalkmayı, gözerimi bile açamıyordum. O andaki tek düşüncem kalkıp, yangından kaçmaktı. Karnımdaki kasılmalar bana acı veriyor, soluk almamı engelliyordu. Tüm gücümle soluk alabilmeye verdim kendimi. Uzun çabalardan sonra yeniden soluk alabilmeye başladım ve o sırada hışırtıların dindiğini fark ettim. Bir iki çatırtıdan başka bir şey
kalmamıştı.
Dalların kırılmasından çıkan sesler artık çok uzaklardan ve tek tük geliyordu; ve az sonra hiç işitilmedi.
Ve gözlerimi açabildim. Gözlerimi aralayarak önümdeki yere baktım. Gün ağarmıştı. Kımıldamadan bir süre daha kaldım ve sonra gerinmeye başladım. Dönüp sırtüstü uzandım. Doğuda güneş tepelerin üzerine yükselmişti.
Zorlukla bacaklarımın üzerine dikilip tepeden aşağıya sürüklenircesine inmem saatler sürmüştü. Bir buçuk kilometre kadar ötedeki, don Juan’la ayrıldığımız yere doğru ilerliyordum. Öğleden sonra saat üç sıralarında bir ağaçlığın kıyısına ulaştığımda, daha 400 metrelik yolum kalmıştı.
Ne olursa olsun, artık yürüyebilmem olanaksızdı. Dağ aslanlarını falan düşünerek bir ağaca tırmanayım dedim; ama kollarım, ağırlığımı çekemiyordu. Bir kayaya yaslanıp orda ölüme bıraktım kendimi. Dağ aslanlarına ya da yırtıcı hayvanlara yem olmayı göze almış bir durumdaydım. Bir taş alıp atacak gücüm bile yoktu. Ne açtım, ne de susuz. Öğleye doğru bir çaydan geçmiştim de içebildiğimce su içmiştim. Ama güç kazanmama yetmemişti su içmek. Ve orda bitkin ve çaresiz bir durumda otururken, korkudan çok umutsuzluktu duyduğum. Öylesine uykusuzdum ki, ne olursa olsun deyip uyumuşum.
Sarsıldığımı duyarak uyandım. Don Juan üzerime eğilmişti. Kalkmama yardım ederek bana biraz suyla yulaf lapası verdi. Gülüyor ve çok berbat göründüğümü söylüyordu. Başımdan geçenleri anlatmaya çalıştım ama don Juan beni susturdu ve hedefimi şaşırmış olduğumu, buluşma yerimizin yüz metre ötede olduğunu söyledi. Sonra ona yaslanarak tepeden indik. Beni bol sulu bir dereye götüreceğini ve yıkayacağını söylemekteydi. Oraya giderken kesesinde taşıdığı kimi yapraklarla kulaklarımı tıkadı ve gözlerimi birer yaprakla örtük kumaştan bir şeritle gözlerimi bağladı. Giysilerimi de çıkartmıştı. Hiçbir şey göremeyim ve işitemeyim diye, kulaklarımı kapatmamı istedi.
Don Juan tüm gövdemi yapraklarla ovaladıktan sonra beni dereye daldırdı. Oldukça geniş ve derin bir dereydi bu. Baktım, ayaklarım dibe değmiyordu. Don Juan sağ dirseğiyle beni tutmaktaydı. Önce suyun soğukluğunu duymamıştım; ama giderek bir üşüme aldı beni. Suyun soğukluğuna dayanamıyordum artık. Don Juan beni sudan çekip kimi tuhaf kokulu yaprakları çıkarmadan önce epey gittiğimizi sanıyorum.
Don Juan, arabaya kadar yürüyüp yürüyemeyeceğimi sordu. Gelin bakın şu işe ki, turp gibi olmuştum. Bunu kanıtlamak için bir tepeye koşarak tırmanmaya başladım.
Ertesi gün, don Juan’a, ondan ayrıldıktan sonra başımdan geçenleri sırasıyla anlatmıştım. Ben anlattıkça don Juan gülüyordu. Hele onun bana oyun oynadığım anlattığım sırada...
Don Juan, “Hep birilerinin seni kandırdığını sanırsın, di mi?” dedi. “Kendine öyle güveniyorsun ki! Tüm yanıtları bilirmiş gibi... Oysa bi şey bilmiyorsun, benim küçük dostum, hiçbi şey...”
Don Juan bana ilk kez olarak “benim küçük dostum” diyordu. Şaşırıverdim. Bunun farkına varan don Juan gülümsedi. Bana seslendiğinde, sesinde büyük bir yakınlık, bir ılıklık sezmiştim ve bu da beni pek duygulandırmıştı. Dikkkatsizce ve acemice davrandığımı, ne yazık ki yaradılışımın böyle olduğunu; onun dünyasını anlamanın olanaksız bulunduğunu söyledim ona. Son kerte içlenmiştim. Don Juan beni yüreklendiriyordu ve başarılı olduğumu söylüyordu.
Bu deneyimimim ne anlama geldiğini sordum ona.
“Bi anlamı yok ki,” diye yanıtladı, “herkesin başına gelebilirdi bunlar. Özellikle senin gibi yarığı açılmış birinin... Hep olur böyle şeyler. Dostlarını aramış olan savaşçılara sor bak, anlatırlar sana nelerle karşılaştıklarını. Sen ucuz kurtulmuşsun. Senin yarığın açık da, ondan sinirlisin o denli. Bi gecede olunmaz ki bi savaşçı! Hadi git şimdi evine de, iyileşene dek-yarığın kapanana dek dönme.”

Cvp: Bölüm 16

Konu ile ilgili sorularınızı yeni bir başlıkta açabilirsiniz.