Konu: Bölüm 11
Don Juan, işlerini gördükten sonra, bu kez, son zamanlarda olduğu gibi ayrılmamı istemedi. Kalabileceğimi söyledi ve ertesi günü-28 Haziran 1969-öğleden az önce duman çekmeye hazır olmamı istedi.
“Gene bekçiyi görmeye mi çalışacağız?”
“Hayır. O bitti. Bu başka bi şey.”
Don Juan, sessiz sessiz, pipoyu harmanla doldurdu. Pipoyu yakarak bana verdi. Korku falan duymuyordum. Birden tatlı bir ağırlık basmıştı. Ben pipodaki karışımı bitince, don Juan pipoyu kılıfına soktu ve dik oturmama yardım etti. Odanın ortasına sermiş olduğu iki hasırın üzerinde karşılıklı oturuyorduk. Don Juan biraz dolaşacağını söyleyerek ayağa kalktı ve yürümemin iyi olacağını belirterek beni hafifçe itti.
Bir adım attım. Bacaklarım bükülüverdi. Dizlerim yere çarptığında hiçbir acı duymamıştım. Don Juan kollarımdan tutarak beni itti ve gene ayağa kaldırdı.
“Yürümen gerek,” dedi, “öbür kez kalktığın gibi... İstencini kullanmaya çalış!”
Yere yapışmış gibiydim. Sağ ayağımla bir adım atayım dedim, ama dengemi yitiriverdim. Don Juan sağ koltuk altımdan destekleyerek beni öne itti. Ne var, bacaklarım bir türlü taşımıyordu gövdemi. Don Juan, beni tutarak düşmemi engellemese, yüz üstü yere kapaklanacaktım. Sağ koltuk altımdan tutarak beni kendine yasladı. Bir şey hissettiğim yoktu ama, başımın omuzuna dayalı durduğuna emindim. Odayı eğik bir açıdan görmekteydim. Don Juan beni o durumda sürükleye sürükleye sahanlığa çıkardı. Zar zor, iki kez o biçim de sahanlığa döndük. Sonunda, ağırlığım pek fazla gelmiş olmalı ki, don Juan beni yere bırakmak zorunda kalmıştı. Beni kımıldatamayacağını biliyordum. Sanki içimde bir yanım, bile bile kurşun gibi ağırlaşmamı istemekteydi. Don juan beni kaldırmaya girişmedi bir daha. Bir an bana baktı; ben, yüzüm ona karşı, sırtüstü yatmaktaydım. Gülümsemeye çalıştım; don Juan da gülmeye başladı. Sonra üzerime eğilerek karnıma birkaç tokat attı. Çok yabansı bir duygu içindeydim. Acı veren ya da zevkli diye nitelendirebileceğim bir duygu değildi bu. Bir sarsıntıydı, bir ürpermeydi, don Juan birden beni yüzüstü döndürüverdi. Artık bir şey duymuyordum. Sundurma, gözlerimin önünde dönmeye başlamıştı da ondan beni çevirmiştir diye geçirdim. Don Juan beni istediği duruma getirdikten sonra geri çekildi.
“Kalk ayağa!” diye buyurdu. “Geçen gün kalktığın gibi kalk bakayım! Bırak şu geberikliği. Nasıl kalkılacağını biliyorsun. Haydi, hemen kalk!”
Geçen kez kalkışım sırasında neler yapmış olduğumu anımsamaya çalıştım; ama açıkça düşünemiyordum. Düşüncelerim, ben onları yakalamaya çabaladıkça, benden kaçar gibiydiler. Bir ara, o kez olduğu gibi, “Kalk,” dersem, gene kalkabileceğim geldi aklıma. Yüksek sesle, “Kalk,” dedim, ama bir şeycikler olmadı.
Don Juan suratını asmış bana bakmaktaydı. Sonra beni
geçip kapıya doğru gitti. Soluma yatmış olduğumdan, evin önündeki avluyu görebiliyordum. Kapı arkamda kalıyordu. O, kapıya doğru seğirtince, içeriye girmiş olduğunu sanmıştım.
Sesimi yükselterek, “Don Juan!” diye onu çağırdım, ama bir yanıt alamadım.
Ezici bir güçsüzlük ve umutsuzluk duygusuna kapıldım. Kalkmak istiyordum. Beni harekete geçirebilecek gizemli bir sözcükmüş gibi, art arda, “Kalk,” deyip duruyordum. Hiçbir şey olmadı. İstediğimi yapamayınca huysuzca tepinmeye başladım. Başımı yerlere vurmak, ağlamak istiyordum. Devinmek, konuşmak istiyordum; ama bunları yapamayınca, boğulur gibi oluyordum. Kaskatı kesilmiştim; inme inmişti sanki.
Sonunda, “Don Juan, imdat!” diye bağırmışım.
Don Juan geri gelip önümde oturdu. Gülüyordu. Sinirlerime tutsak olduğumu ve o andaki deneyimlerimin bir işe yaramayacağını belirtti. Başımı kaldırarak ta gözlerimin içlerine baktı; yapmacık bir korkuya tutulduğumu ve aldırış etmememi söyledi.
“Yaşamın gittikçe karışmakta,” diye ekledi. “Sinirlerini bozan her ne ise, kurtulman gerek ondan. Sakin sakin uzan burda, çekidüzen ver kendine.”
Başımı yere yatırdı. Üzerimden geçip gitti. O giderken, çarıklarını sürümesinden çıkan seslerden başka bir şey sezmiyordum.
Gene kımıldanmak isteği duymaktaydım. Ama bunu yapabilecek gücü toparlayamıyordum. Yerine, az rastlanır bir esenlik durumuna geçtiğimi gördüm. Son kerte bir dinginlik duygusu sarıyordu beni. Yaşamımdaki ana sorunun ne olduğunu anlamıştım. Küçük oğlumdan kaynaklanıyordu sorun. Onun babası olmak, mutlulukların en büyüğüydü. Onun karakterini biçimlendirmek, onu gezilere götürmek, “nasıl yaşanılacağım” öğretmek düşüncesi büyük zevk veriyordu bana. Gelin görün ki, onu kendi yaşam biçimime çekmek düşüncesini çok iğrenç buluyordum. Ama bundan başka bir şey yapmak da gelmezdi ki elimden-ya zorla ya da anlayışlı olmak dediğimiz bir dizi kurnazca düzenlenmiş tartışı ve ödüllendirmelerle onu kendime çekecek, kendime benzetecektim.
“Onu serbest bırakmalıyım,” diye düşündüm. “Bırakmalıyım yakasını. Özgürlüğünü sağlamalıyım.”
Bu düşünceler, beni korkunç bir bunalıma sokmuştu. Gözlerim yaşarmış, önümde uzanan avlunun görüsü bulanmıştı. Birden, kalkmak, don Juan’ı aramak ve ona oğlumdan söz etmek için dayanılmaz bir istek duydum. Bir de ne göreyim; ayakta dikilmiş, sahanlıktan bakar durumda değil miyim! Dönüp eve doğru baktım. Don Juan tam karşımda durmaktaydı. Demek ki hep orada durmuş ve beni gözlemişti.
Adım attığımın farkında değildim ama ona doğru yürümüş olmalıydım. Çünkü hareket ediyordu. Don Juan gülümseyerek bana yaklaştı ve koltuk altlarımdan kavrayarak beni ayakta tuttu. Yüzü, yüzüme çok yakındı.
“İyi, çok iyi bir iş başardın,” dedi güven verici bir sesle.
O anda orada olağandışı bir şeyler geçmekte olduğunun bilincindeydim. İlkin, yalnızca, yıllar önce olup bitmiş bir olayı anımsamış olduğumu sanmıştım. Bir zamanlar don Juan’ın yüzüne çok yakından bakmıştım. Bana duman çektirmişti ve don Jun’ın yüzü büyük bir kabın içindeki suya batmışçasına görünmüştü. Koskoca bir yüzdü o gördüğüm; ışıklıydı, deviniyordu. Öyle kısa sürmüştü ki o sahne, incelemeye fırsat bulamamıştım. Oysa bu kez, don Juan beni tutmaktaydı ve yüzü yüzümden 25-30 santimetre uzaklıkta durmaktaydı. Rahatça inceleyebiliyordum. Ayağa kalkıp da arkama bakınca don Juan’ı kesinlikle görmüştüm; “tanıdığım don Juan” bana kesinlikle yaklaşmış ve beni tutmuştu. Ama gözlerimi onun yüzüne dikince, görmeye alışık olduğum don Juan’ı görmüyordum; yerine, gözlerimin önünde duran kocaman bir nesne görüyordum. Bunun, don Juan’ın yüzü olduğunu biliyordum. Ama sezgimden doğan bir bilgi olmuyordu bu; mantıksal bir varsayımdı yalnızca. Çünkü belleğim, birkaç saniye önce “tanıdığım don Juan”ın koltuk altlarımdan beni kavramış olduğunu doğrulamaktaydı. Bu nedenlerle, önümde durmakta olan garip, ışıklı nesne, don Juan’ın yüzünden başka bir şey olamazdı. Tanış bir yanı yok değildi; ama don Juan’ın “gerçek” yüzü diyebileceğim şeyle hiçbir ilintisi bulunmuyordu. Bakmakta olduğum şey, kendine özgü bir saydamlıkta değirmi bir nesneydi. Her yanı devinmekteydi. Sınırlı bir biçimde dalga dalga yayılan, tartımlı bir akış sezmekteydim bu nesnede. Kendi içinde dalga dalga dönen bir akış içinde, sınırlarından taşmadan, yüzeyinin her bir noktasıyla devinen bir varlık... Bu şeyin yaşam fışkırtan bir şey olduğu düşüncesi geldi aklıma. Gerçekten de öyle canlılığı vardı ki, devinimlerine dalıp gitmiştim. İnsanı uyutan bir çırpınıştı gördüğüm şey. Gittikçe daha da kaptırmıştım kendimi bu izleyişe; önümdeki bu görüngünün ne olduğuna aklımın eremeyeceğini kavrayana dek.
Birden sarsılıverdim. Saydam nesne birisi onu sarsmış gibi bulanmaya başladı; ve ışıklılığını yitirerek katılaştı, katılaştı. Artık don Juan’ın o bildik yağız yüzüne bakmaktaydım. Uysalca gülümsüyordu. “Gerçek” yüzünün görüşü bir an kadar sürdükten sonra, yüzü gene ışıdı, parladı ve yanardönerlik kazandı. Olağan durumlarda algıladığım ışığa ya da parıltıya benzemiyordu bu; daha çok, bir devinimdi, bir şeyin inanılmaz bir hızla titreşmesiydi. Işıklı nesne bir ara sarsıldı ve dalgalanmasında bir kesiklik oldu. Sallandıkça, saydamlığını yitiriyordu. Az sonra don Juan’ın gündelik yaşamda bellediğim “katı” yüzü gene çıkmıştı ortaya. O anda, don Juan’ın beni sarsmakta olduğunu belli belirsiz ayrımsadım. Bir yandan da bir şeyler söylüyordu. Ne dediğini çıkaramıyordum; ama beni sarsmayı sürdürdüğünden, sonunda dediklerini işittim.
“Bakma bana öyle. Bakma,” deyip durmaktaydı, “bakma diorum sana. Bakma. Gözünü başka yere çevir.”
Beni öyle sarsıyordu ki, gözlerim kendiliğinden başka yana çevrilmişti. Don Juan’ın yüzüne dikkatle bakmadığım zamanlar, saydam nesneyi görmüyordum anlaşılan.
Gözlerimi başka yana çevirip de onun yüzüne göz ucuyla bakınca, onu olağan biçimde durağan olarak, yani üç boyutlu bir insan olarak algılamaktaydım. İşte ona böyle gerçekten tam olarak bakmayınca, tüm gövdesini her zamanki biçimde sezebiliyordum; ama gözlerimi ona dikince, yüzü birden saydam bir nesneye dönüşüyordu.
Don Juan ağırbaşlılıkla, “Sakın bakma bana,” dedi. Gözlerimi ondan ayırıp yere baktım.
Don Juan, “Hiçbi yere dikme gözlerini,” diye buyurdu ve
yürümeme yardım etmek için yanıma geçti.
Adım attığımın falan bilincinde olmadan, nasıl olup da yürüdüğümü bilemeden, don Juan’ın desteğiyle arka bahçeye kadar gittik. Sulama kanalının kıyısında durduk.
Don Juan, “Şimdi suya dik gözlerini,” buyruğunu verdi.
Suya baktım ama bakışlarımı yoğunlaştıramıyordum. Suyun akışı dikkatimi dağıtıyordu. Don Juan yarı şaka bir biçimde üsteliyor, “göz dikme gücü”mü kullanmamı söylüyordu. Ama bir türlü dikkatimi veremiyordum. Gözlerimi gene don Juan’ın yüzüne çevirdim, ama bu kez parıltı falan göremedim.
Tuhaf bir kaşınma başlamıştı gövdemde; kol, bacak uyuşması gibi bir duyguydu bu. Bacak kaslarımda seğirmeler oluyordu. Don Juan beni suyun içine itti; kendimi suyun dibinde buldum. Beni iterken sağ elimi bırakmamış olacak ki, ben daha iner inmez, geri çekiverdi beni.
Kendime gelebilmem için uzun bir süre geçmesi gerekmişti. Birkaç saat sonra eve döndüğümüzde, geçirdiğim deneyimi açıklamasını istedim. Bir yandan giysilerimi değiştiriyor, bir yandan da çoşkuyla neler sezmiş olduğumu anlatıyordum. Ama o, bunların hiçbiri üzerinde durmaksızın, hepsinin de önemsiz şeyler olduğunu söylüyordu.
Alaylı bir sesle, “Vay canına!” diyordu. “Parıltı gördün ha! Bak şu işe yahu!”
Ben, bir açıklama yapması için diretince, don Juan, kalkıverdi ve gitmesi gerektiğini söyledi. O sırada saat öğleden sonra beşe geliyordu.
Ertesi gün, geçirdiğim yabansı deneyimi tartışmak istedim gene.
“Görme miydi bu, don Juan?” diye sordum.
Ben, yanıt vermesi için asıldıkça, o, gizemli bir gülümsemeyle, sessiz, duruyordu.
Sonra dayanamayıp, “İşte görme onun gibi bi şeydir diyebiliriz,” dedi. “Yüzüme dikmiştin gözlerini; parlıyordu falan ama gene de yüzümdü o şey, işte böyle baktırır adamı dumancık. Ne varmış bunda sanki!”
“Görme dediğin şey ne bakımdan farklı oluyor?”
“Gördüğün zaman dünyada tanış, bildik bi şey kalmaz. Her şey yepyenidir. Hiç olmadık yeni şeylerle dopdolu... İnanılmaz bi dünyaya gidersin!”
“Ne bakımdan inanılmaz yani? Neler olur ki?”
“Yani önceden bildiğin her şey yok oluverir, gözlerini diktiğin her şey yok olur. Dün sen görmüş değildin. Gözlerini yüzüme dikmiştin; beni sevdiğin için de yaydığım ışımayı farkettin. O bekçi gibi korkunç bi görünümüm yoktu; güzel ve ilginç geldim sana. Ama beni görmüş sayılmazsın. Hiçleşmedim ki senin önünde. Ama gene de başarılıydın. Sonunda, görmeye doğru iyi bir adım attın. Tek hatan, gözlerini benim yüzüme dikmiş olmandır; o bekçiden bi farkım kalmamıştı senin için. Dün de, o vakit olduğu gibi, yenik düştün-göremedin.”
“Nasıl yok oluyor her şey? Nasıl hiçleşiyorlar?”
“Yok olmazlar aslında. Gene orda dururlar. Benim söylemek istediğim şey, onların varlıklarını sürdürmelerine karşın, bi hiç haline gelmeleridir.”
“Nasıl olur öyle bir şey, don Juan?”
Don Juan kaşlarını çatarak, “Şu konuşma huyun yok mu ya!” diye söylendi. “Anlaşılan, verdiğin söz konusunda isabetsiz bi şey söyledik. Belki de aslında sen konuşmayı hiç, ama hiç kesmemeye söz vermiş olacaksın.”
Don Juan’ın suratı asılmıştı. Tasalanmışa benziyordu. Gülme geldi içimden ama bunu göze alamadım. Don Juan’ın çok ciddi olduğunu sanmıştım, ama öyle çıkmadı. Gülmeye başladı. Ben de, eğer konuşmazsam, çok sinirli olduğumu belirttim.
Don Juan, “Gel öyleyse yürüyelim,” dedi.
Beni yanları yüksek tepelerle çevrili sarp bir vadiye götürdü. Bir saat kadar almıştı vadinin tabanına ulaşmamız. Bir süre dinlendikten sonra, sıklaşan çalılığı geçip bir yarığın başına geldik. Don Juan, bunun bir su kaynağı olduğunu söyledi. O yöredeki öbür kaynaklar gibi bu da kurumuştu.
Don Juan buyurdu: “Otur bakalım şu yarığın tam ortasına.”
Dediğini yapıp, yarığa girdim ve oturdum.
“Sen de geliyor musun?” diye sordum.
Don Juan, yarığın merkezinden on beş yirmi metre uzaklıkta, tepenin eteğinde kendisine oturacak bir yer hazırladı. Bana ordan bakacağını söyledi. Dizlerimi göğsüme doğru çekmiş oturmaktaydım. Don Juan duruşumu düzelterek, sol bacağımı kıvırıp kıçımın altına çekerek ve sağ bacağımı dizim yukarıda olacak biçimde bükerek oturmamı istedi. Sağ kolumu, elimi yumruk yaparak bileğimden yere dayamamı;
sol kolumu da göğsümün üzerine kavuşturmamı belirtti. Yüzüm ona dönük olarak orda öyle oturacakmışım; gevşek ama “kendimi bırakmaksızın” duracakmışım. Don Juan, ardından, torbasını açıp içinden beyazımsı bir kaytan çıkardı. Büyükçe bir halka oluşturuyordu bu kaytan. İlmeği boynuna geçirerek; sol eliyle kaytanı, gerilene dek çekti. Sağ eliyle gergin ipe, saz telini çalar gibi vurdu. Donuk, vınlayan bir ses çıkmıştı.
Sonra kaytanı gevşeterek bana baktı ve gergin kaytana her vuruşunda üzerime bir şeyler geldiğini duyar duymaz, bağırarak, belirli bir sözcük söylememi söyledi.
Üzerime ne gelecekmiş diye sorduysamda da çenemi kapatmamı söyledi. Eliyle, başladığını belirten bir işaret yaptı. Ama başlamadan önce bir uyarıda daha bulundu. Eğer üzerime gelen şey beni korkutacak olursa, hemen yıllar önce öğretmiş olduğu savaş duruşuna geçmem gerektiğini belirtti. Bu savaş duruşu, sol ayağımın ucuyla yere vurarak, elimi sağ kalçamda şaklatarak yapılan dans gibi bir şeydi. Büyük bir çekince ya da sıkıntı içindeyken uygulanan bir savunma yönteminin bir bölümünü oluşturmaktaydı bu savaş duruşu.
Birden korkuya kapıldım. Orada bulunuşumuzun nedenini sormak istedim; ne var, buna vakit bırakmadan telini çalmaya başladı. Bunu, belli aralıklarla, aşağı yukarı yirmi saniyede bir, birkaç kez yapmıştı. Her vuruşunda, teli daha da germekte olduğunu fark etmiştim. Kolları ve boynu, bu gerilimin altında titremekteydi. Ses gittikçe tizleşiyor ve don Juan, tele her vuruşuyla birlikte, yabansı bir çığlık atıyordu. Gergin telin sesi insan sesiyle birleşerek, büyülü, ürkütücü bir yankılama yapıyordu.
Üzerime bir şeylerin geldiğini falan duymuyordum. Ne var ki, don Juan’ın harcadığı çaba ve çıkardığı o uğursuz ses, beni büyülemiş gibiydi.
Don Juan, kaytanı gevşeterek bana baktı. Çalarken, sırtını bana dönük tutuyor ve yüzünü güneydoğu doğrultusuna çeviriyordu; çalmayı bırakıncı da bana doğru dönüyordu.
“Çalarken bana bakma sakın,” dedi. “Ama gözlerini kapatmayasın! Ne olursa olsun, kapatmayacaksın gözlerini. Önüne bak ve beni dinle.”
İpi gene gererek çalmaya başladı. Yere bakarak, kulağımı çıkardığı seslere verdim. Böyle bir sesi hiç işitmemiştim o ana dek.
Çok korkmuştum. O uğursuz sesler bizi çeviren daracık vadiyi dolduruyor, yankılar çıkarıyordu. Aslında, don Juan’ın çıkardığı sesler, bana, vadiyi çeviren sarp kayalardan yayılan yankılar biçiminde gelmekteydi. Don Juan da bu durumu farketmiş olacak ki, telini habire germekteydi. Don Juan’ın sesi tezleştirmesine karşın, yankılar yatışmış gibiydi; ve çok geçmeden sesler güneydoğuda bir noktada toplanır gibi olmuştu.
Don Juan ipi, donuk bir ses çıkana dek, azar azar gevşetti. Kaytanı torbasına yerleştirerek yanıma geldi. Kalkmama yardım etti. O anda, kol ve bacak kaslarımın taş gibi kaskatı kesilmiş olduğunu farkettim. Terden her yanım sırılsıklamdı. Ne vakit o denli terlemiş olduğumu anlayamamıştım. Terler gözlerimin içine doluyor, onları yakıyordu.
Don Juan nerdeyse sürükleyerek beni yarıktan çıkarttı. Bir şey söylemek istedim, ama eliyle ağzımı kapatarak buna engel oldu.
Vadiden dönerken, bir başka yol izlemekteydik. Dağın yamacına tırmanıp, vadinin girişine oldukça uzak kimi tepelere vardık.
Hiçbir şey konuşmadan, dut yemiş bülbüller gibi, eve döndük. Hava kararmıştı. Konuşmayı denedim, ama don Juan bir kez daha ağzımı eliyle kapatıverdi.
Yemek yemedik; gaz lambasını bile yakmamıştık. Don Juan, hasır yaygımı odasına sererek çenesiyle hasırımı imledi. Oraya yatıp uyumam anlamına geliyordu bu işaret herhalde.
Ertesi sabah uyanır uyanmaz, don Juan bana, “Tam sana göre bi şey buldum,” dedi. “Bugün başlarsın. Fazla zamanımız yok, anlarsın ya!”