1

Konu: Bölüm 11

Don Juan, işlerini gördükten sonra, bu kez, son zamanlarda olduğu gibi ayrılmamı istemedi. Kalabileceğimi söyledi ve ertesi günü-28 Haziran 1969-öğleden az önce duman çekmeye hazır olmamı istedi.
“Gene bekçiyi görmeye mi çalışacağız?”
“Hayır. O bitti. Bu başka bi şey.”
Don Juan, sessiz sessiz, pipoyu harmanla doldurdu. Pipoyu yakarak bana verdi. Korku falan duymuyordum. Birden tatlı bir ağırlık basmıştı. Ben pipodaki karışımı bitince, don Juan pipoyu kılıfına soktu ve dik oturmama yardım etti. Odanın ortasına sermiş olduğu iki hasırın üzerinde karşılıklı oturuyorduk. Don Juan biraz dolaşacağını söyleyerek ayağa kalktı ve yürümemin iyi olacağını belirterek beni hafifçe itti.
Bir adım attım. Bacaklarım bükülüverdi. Dizlerim yere çarptığında hiçbir acı duymamıştım. Don Juan kollarımdan tutarak beni itti ve gene ayağa kaldırdı.
“Yürümen gerek,” dedi, “öbür kez kalktığın gibi... İstencini kullanmaya çalış!”
Yere yapışmış gibiydim. Sağ ayağımla bir adım atayım dedim, ama dengemi yitiriverdim. Don Juan sağ koltuk altımdan destekleyerek beni öne itti. Ne var, bacaklarım bir türlü taşımıyordu gövdemi. Don Juan, beni tutarak düşmemi engellemese, yüz üstü yere kapaklanacaktım. Sağ koltuk altımdan tutarak beni kendine yasladı. Bir şey hissettiğim yoktu ama, başımın omuzuna dayalı durduğuna emindim. Odayı eğik bir açıdan görmekteydim. Don Juan beni o durumda sürükleye sürükleye sahanlığa çıkardı. Zar zor, iki kez o biçim de sahanlığa döndük. Sonunda, ağırlığım pek fazla gelmiş olmalı ki, don Juan beni yere bırakmak zorunda kalmıştı. Beni kımıldatamayacağını biliyordum. Sanki içimde bir yanım, bile bile kurşun gibi ağırlaşmamı istemekteydi. Don juan beni kaldırmaya girişmedi bir daha. Bir an bana baktı; ben, yüzüm ona karşı, sırtüstü yatmaktaydım. Gülümsemeye çalıştım; don Juan da gülmeye başladı. Sonra üzerime eğilerek karnıma birkaç tokat attı. Çok yabansı bir duygu içindeydim. Acı veren ya da zevkli diye nitelendirebileceğim bir duygu değildi bu. Bir sarsıntıydı, bir ürpermeydi, don Juan birden beni yüzüstü döndürüverdi. Artık bir şey duymuyordum. Sundurma, gözlerimin önünde dönmeye başlamıştı da ondan beni çevirmiştir diye geçirdim. Don Juan beni istediği duruma getirdikten sonra geri çekildi.
“Kalk ayağa!” diye buyurdu. “Geçen gün kalktığın gibi kalk bakayım! Bırak şu geberikliği. Nasıl kalkılacağını biliyorsun. Haydi, hemen kalk!”
Geçen kez kalkışım sırasında neler yapmış olduğumu anımsamaya çalıştım; ama açıkça düşünemiyordum. Düşüncelerim, ben onları yakalamaya çabaladıkça, benden kaçar gibiydiler. Bir ara, o kez olduğu gibi, “Kalk,” dersem, gene kalkabileceğim geldi aklıma. Yüksek sesle, “Kalk,” dedim, ama bir şeycikler olmadı.
Don Juan suratını asmış bana bakmaktaydı. Sonra beni
geçip kapıya doğru gitti. Soluma yatmış olduğumdan, evin önündeki avluyu görebiliyordum. Kapı arkamda kalıyordu. O, kapıya doğru seğirtince, içeriye girmiş olduğunu sanmıştım.
Sesimi yükselterek, “Don Juan!” diye onu çağırdım, ama bir yanıt alamadım.
Ezici bir güçsüzlük ve umutsuzluk duygusuna kapıldım. Kalkmak istiyordum. Beni harekete geçirebilecek gizemli bir sözcükmüş gibi, art arda, “Kalk,” deyip duruyordum. Hiçbir şey olmadı. İstediğimi yapamayınca huysuzca tepinmeye başladım. Başımı yerlere vurmak, ağlamak istiyordum. Devinmek, konuşmak istiyordum; ama bunları yapamayınca, boğulur gibi oluyordum. Kaskatı kesilmiştim; inme inmişti sanki.
Sonunda, “Don Juan, imdat!” diye bağırmışım.
Don Juan geri gelip önümde oturdu. Gülüyordu. Sinirlerime tutsak olduğumu ve o andaki deneyimlerimin bir işe yaramayacağını belirtti. Başımı kaldırarak ta gözlerimin içlerine baktı; yapmacık bir korkuya tutulduğumu ve aldırış etmememi söyledi.
“Yaşamın gittikçe karışmakta,” diye ekledi. “Sinirlerini bozan her ne ise, kurtulman gerek ondan. Sakin sakin uzan burda, çekidüzen ver kendine.”
Başımı yere yatırdı. Üzerimden geçip gitti. O giderken, çarıklarını sürümesinden çıkan seslerden başka bir şey sezmiyordum.
Gene kımıldanmak isteği duymaktaydım. Ama bunu yapabilecek gücü toparlayamıyordum. Yerine, az rastlanır bir esenlik durumuna geçtiğimi gördüm. Son kerte bir dinginlik duygusu sarıyordu beni. Yaşamımdaki ana sorunun ne olduğunu anlamıştım. Küçük oğlumdan kaynaklanıyordu sorun. Onun babası olmak, mutlulukların en büyüğüydü. Onun karakterini biçimlendirmek, onu gezilere götürmek, “nasıl yaşanılacağım” öğretmek düşüncesi büyük zevk veriyordu bana. Gelin görün ki, onu kendi yaşam biçimime çekmek düşüncesini çok iğrenç buluyordum. Ama bundan başka bir şey yapmak da gelmezdi ki elimden-ya zorla ya da anlayışlı olmak dediğimiz bir dizi kurnazca düzenlenmiş tartışı ve ödüllendirmelerle onu kendime çekecek, kendime benzetecektim.
“Onu serbest bırakmalıyım,” diye düşündüm. “Bırakmalıyım yakasını. Özgürlüğünü sağlamalıyım.”
Bu düşünceler, beni korkunç bir bunalıma sokmuştu. Gözlerim yaşarmış, önümde uzanan avlunun görüsü bulanmıştı. Birden, kalkmak, don Juan’ı aramak ve ona oğlumdan söz etmek için dayanılmaz bir istek duydum. Bir de ne göreyim; ayakta dikilmiş, sahanlıktan bakar durumda değil miyim! Dönüp eve doğru baktım. Don Juan tam karşımda durmaktaydı. Demek ki hep orada durmuş ve beni gözlemişti.
Adım attığımın farkında değildim ama ona doğru yürümüş olmalıydım. Çünkü hareket ediyordu. Don Juan gülümseyerek bana yaklaştı ve koltuk altlarımdan kavrayarak beni ayakta tuttu. Yüzü, yüzüme çok yakındı.
“İyi, çok iyi bir iş başardın,” dedi güven verici bir sesle.
O anda orada olağandışı bir şeyler geçmekte olduğunun bilincindeydim. İlkin, yalnızca, yıllar önce olup bitmiş bir olayı anımsamış olduğumu sanmıştım. Bir zamanlar don Juan’ın yüzüne çok yakından bakmıştım. Bana duman çektirmişti ve don Jun’ın yüzü büyük bir kabın içindeki suya batmışçasına görünmüştü. Koskoca bir yüzdü o gördüğüm; ışıklıydı, deviniyordu. Öyle kısa sürmüştü ki o sahne, incelemeye fırsat bulamamıştım. Oysa bu kez, don Juan beni tutmaktaydı ve yüzü yüzümden 25-30 santimetre uzaklıkta durmaktaydı. Rahatça inceleyebiliyordum. Ayağa kalkıp da arkama bakınca don Juan’ı kesinlikle görmüştüm; “tanıdığım don Juan” bana kesinlikle yaklaşmış ve beni tutmuştu. Ama gözlerimi onun yüzüne dikince, görmeye alışık olduğum don Juan’ı görmüyordum; yerine, gözlerimin önünde duran kocaman bir nesne görüyordum. Bunun, don Juan’ın yüzü olduğunu biliyordum. Ama sezgimden doğan bir bilgi olmuyordu bu; mantıksal bir varsayımdı yalnızca. Çünkü belleğim, birkaç saniye önce “tanıdığım don Juan”ın koltuk altlarımdan beni kavramış olduğunu doğrulamaktaydı. Bu nedenlerle, önümde durmakta olan garip, ışıklı nesne, don Juan’ın yüzünden başka bir şey olamazdı. Tanış bir yanı yok değildi; ama don Juan’ın “gerçek” yüzü diyebileceğim şeyle hiçbir ilintisi bulunmuyordu. Bakmakta olduğum şey, kendine özgü bir saydamlıkta değirmi bir nesneydi. Her yanı devinmekteydi. Sınırlı bir biçimde dalga dalga yayılan, tartımlı bir akış sezmekteydim bu nesnede. Kendi içinde dalga dalga dönen bir akış içinde, sınırlarından taşmadan, yüzeyinin her bir noktasıyla devinen bir varlık... Bu şeyin yaşam fışkırtan bir şey olduğu düşüncesi geldi aklıma. Gerçekten de öyle canlılığı vardı ki, devinimlerine dalıp gitmiştim. İnsanı uyutan bir çırpınıştı gördüğüm şey. Gittikçe daha da kaptırmıştım kendimi bu izleyişe; önümdeki bu görüngünün ne olduğuna aklımın eremeyeceğini kavrayana dek.
Birden sarsılıverdim. Saydam nesne birisi onu sarsmış gibi bulanmaya başladı; ve ışıklılığını yitirerek katılaştı, katılaştı. Artık don Juan’ın o bildik yağız yüzüne bakmaktaydım. Uysalca gülümsüyordu. “Gerçek” yüzünün görüşü bir an kadar sürdükten sonra, yüzü gene ışıdı, parladı ve yanardönerlik kazandı. Olağan durumlarda algıladığım ışığa ya da parıltıya benzemiyordu bu; daha çok, bir devinimdi, bir şeyin inanılmaz bir hızla titreşmesiydi. Işıklı nesne bir ara sarsıldı ve dalgalanmasında bir kesiklik oldu. Sallandıkça, saydamlığını yitiriyordu. Az sonra don Juan’ın gündelik yaşamda bellediğim “katı” yüzü gene çıkmıştı ortaya. O anda, don Juan’ın beni sarsmakta olduğunu belli belirsiz ayrımsadım. Bir yandan da bir şeyler söylüyordu. Ne dediğini çıkaramıyordum; ama beni sarsmayı sürdürdüğünden, sonunda dediklerini işittim.
“Bakma bana öyle. Bakma,” deyip durmaktaydı, “bakma diorum sana. Bakma. Gözünü başka yere çevir.”
Beni öyle sarsıyordu ki, gözlerim kendiliğinden başka yana çevrilmişti. Don Juan’ın yüzüne dikkatle bakmadığım zamanlar, saydam nesneyi görmüyordum anlaşılan.
Gözlerimi başka yana çevirip de onun yüzüne göz ucuyla bakınca, onu olağan biçimde durağan olarak, yani üç boyutlu bir insan olarak algılamaktaydım. İşte ona böyle gerçekten tam olarak bakmayınca, tüm gövdesini her zamanki biçimde sezebiliyordum; ama gözlerimi ona dikince, yüzü birden saydam bir nesneye dönüşüyordu.
Don Juan ağırbaşlılıkla, “Sakın bakma bana,” dedi. Gözlerimi ondan ayırıp yere baktım.
Don Juan, “Hiçbi yere dikme gözlerini,” diye buyurdu ve
yürümeme yardım etmek için yanıma geçti.
Adım attığımın falan bilincinde olmadan, nasıl olup da yürüdüğümü bilemeden, don Juan’ın desteğiyle arka bahçeye kadar gittik. Sulama kanalının kıyısında durduk.
Don Juan, “Şimdi suya dik gözlerini,” buyruğunu verdi.
Suya baktım ama bakışlarımı yoğunlaştıramıyordum. Suyun akışı dikkatimi dağıtıyordu. Don Juan yarı şaka bir biçimde üsteliyor, “göz dikme gücü”mü kullanmamı söylüyordu. Ama bir türlü dikkatimi veremiyordum. Gözlerimi gene don Juan’ın yüzüne çevirdim, ama bu kez parıltı falan göremedim.
Tuhaf bir kaşınma başlamıştı gövdemde; kol, bacak uyuşması gibi bir duyguydu bu. Bacak kaslarımda seğirmeler oluyordu. Don Juan beni suyun içine itti; kendimi suyun dibinde buldum. Beni iterken sağ elimi bırakmamış olacak ki, ben daha iner inmez, geri çekiverdi beni.
Kendime gelebilmem için uzun bir süre geçmesi gerekmişti. Birkaç saat sonra eve döndüğümüzde, geçirdiğim deneyimi açıklamasını istedim. Bir yandan giysilerimi değiştiriyor, bir yandan da çoşkuyla neler sezmiş olduğumu anlatıyordum. Ama o, bunların hiçbiri üzerinde durmaksızın, hepsinin de önemsiz şeyler olduğunu söylüyordu.
Alaylı bir sesle, “Vay canına!” diyordu. “Parıltı gördün ha! Bak şu işe yahu!”
Ben, bir açıklama yapması için diretince, don Juan, kalkıverdi ve gitmesi gerektiğini söyledi. O sırada saat öğleden sonra beşe geliyordu.
Ertesi gün, geçirdiğim yabansı deneyimi tartışmak istedim gene.
“Görme miydi bu, don Juan?” diye sordum.
Ben, yanıt vermesi için asıldıkça, o, gizemli bir gülümsemeyle, sessiz, duruyordu.
Sonra dayanamayıp, “İşte görme onun gibi bi şeydir diyebiliriz,” dedi. “Yüzüme dikmiştin gözlerini; parlıyordu falan ama gene de yüzümdü o şey, işte böyle baktırır adamı dumancık. Ne varmış bunda sanki!”
“Görme dediğin şey ne bakımdan farklı oluyor?”
“Gördüğün zaman dünyada tanış, bildik bi şey kalmaz. Her şey yepyenidir. Hiç olmadık yeni şeylerle dopdolu... İnanılmaz bi dünyaya gidersin!”
“Ne bakımdan inanılmaz yani? Neler olur ki?”
“Yani önceden bildiğin her şey yok oluverir, gözlerini diktiğin her şey yok olur. Dün sen görmüş değildin. Gözlerini yüzüme dikmiştin; beni sevdiğin için de yaydığım ışımayı farkettin. O bekçi gibi korkunç bi görünümüm yoktu; güzel ve ilginç geldim sana. Ama beni görmüş sayılmazsın. Hiçleşmedim ki senin önünde. Ama gene de başarılıydın. Sonunda, görmeye doğru iyi bir adım attın. Tek hatan, gözlerini benim yüzüme dikmiş olmandır; o bekçiden bi farkım kalmamıştı senin için. Dün de, o vakit olduğu gibi, yenik düştün-göremedin.”
“Nasıl yok oluyor her şey? Nasıl hiçleşiyorlar?”
“Yok olmazlar aslında. Gene orda dururlar. Benim söylemek istediğim şey, onların varlıklarını sürdürmelerine karşın, bi hiç haline gelmeleridir.”
“Nasıl olur öyle bir şey, don Juan?”
Don Juan kaşlarını çatarak, “Şu konuşma huyun yok mu ya!” diye söylendi. “Anlaşılan, verdiğin söz konusunda isabetsiz bi şey söyledik. Belki de aslında sen konuşmayı hiç, ama hiç kesmemeye söz vermiş olacaksın.”
Don Juan’ın suratı asılmıştı. Tasalanmışa benziyordu. Gülme geldi içimden ama bunu göze alamadım. Don Juan’ın çok ciddi olduğunu sanmıştım, ama öyle çıkmadı. Gülmeye başladı. Ben de, eğer konuşmazsam, çok sinirli olduğumu belirttim.
Don Juan, “Gel öyleyse yürüyelim,” dedi.
Beni yanları yüksek tepelerle çevrili sarp bir vadiye götürdü. Bir saat kadar almıştı vadinin tabanına ulaşmamız. Bir süre dinlendikten sonra, sıklaşan çalılığı geçip bir yarığın başına geldik. Don Juan, bunun bir su kaynağı olduğunu söyledi. O yöredeki öbür kaynaklar gibi bu da kurumuştu.
Don Juan buyurdu: “Otur bakalım şu yarığın tam ortasına.”
Dediğini yapıp, yarığa girdim ve oturdum.
“Sen de geliyor musun?” diye sordum.
Don Juan, yarığın merkezinden on beş yirmi metre uzaklıkta, tepenin eteğinde kendisine oturacak bir yer hazırladı. Bana ordan bakacağını söyledi. Dizlerimi göğsüme doğru çekmiş oturmaktaydım. Don Juan duruşumu düzelterek, sol bacağımı kıvırıp kıçımın altına çekerek ve sağ bacağımı dizim yukarıda olacak biçimde bükerek oturmamı istedi. Sağ kolumu, elimi yumruk yaparak bileğimden yere dayamamı;
sol kolumu da göğsümün üzerine kavuşturmamı belirtti. Yüzüm ona dönük olarak orda öyle oturacakmışım; gevşek ama “kendimi bırakmaksızın” duracakmışım. Don Juan, ardından, torbasını açıp içinden beyazımsı bir kaytan çıkardı. Büyükçe bir halka oluşturuyordu bu kaytan. İlmeği boynuna geçirerek; sol eliyle kaytanı, gerilene dek çekti. Sağ eliyle gergin ipe, saz telini çalar gibi vurdu. Donuk, vınlayan bir ses çıkmıştı.
Sonra kaytanı gevşeterek bana baktı ve gergin kaytana her vuruşunda üzerime bir şeyler geldiğini duyar duymaz, bağırarak, belirli bir sözcük söylememi söyledi.
Üzerime ne gelecekmiş diye sorduysamda da çenemi kapatmamı söyledi. Eliyle, başladığını belirten bir işaret yaptı. Ama başlamadan önce bir uyarıda daha bulundu. Eğer üzerime gelen şey beni korkutacak olursa, hemen yıllar önce öğretmiş olduğu savaş duruşuna geçmem gerektiğini belirtti. Bu savaş duruşu, sol ayağımın ucuyla yere vurarak, elimi sağ kalçamda şaklatarak yapılan dans gibi bir şeydi. Büyük bir çekince ya da sıkıntı içindeyken uygulanan bir savunma yönteminin bir bölümünü oluşturmaktaydı bu savaş duruşu.
Birden korkuya kapıldım. Orada bulunuşumuzun nedenini sormak istedim; ne var, buna vakit bırakmadan telini çalmaya başladı. Bunu, belli aralıklarla, aşağı yukarı yirmi saniyede bir, birkaç kez yapmıştı. Her vuruşunda, teli daha da germekte olduğunu fark etmiştim. Kolları ve boynu, bu gerilimin altında titremekteydi. Ses gittikçe tizleşiyor ve don Juan, tele her vuruşuyla birlikte, yabansı bir çığlık atıyordu. Gergin telin sesi insan sesiyle birleşerek, büyülü, ürkütücü bir yankılama yapıyordu.
Üzerime bir şeylerin geldiğini falan duymuyordum. Ne var ki, don Juan’ın harcadığı çaba ve çıkardığı o uğursuz ses, beni büyülemiş gibiydi.
Don Juan, kaytanı gevşeterek bana baktı. Çalarken, sırtını bana dönük tutuyor ve yüzünü güneydoğu doğrultusuna çeviriyordu; çalmayı bırakıncı da bana doğru dönüyordu.
“Çalarken bana bakma sakın,” dedi. “Ama gözlerini kapatmayasın! Ne olursa olsun, kapatmayacaksın gözlerini. Önüne bak ve beni dinle.”
İpi gene gererek çalmaya başladı. Yere bakarak, kulağımı çıkardığı seslere verdim. Böyle bir sesi hiç işitmemiştim o ana dek.
Çok korkmuştum. O uğursuz sesler bizi çeviren daracık vadiyi dolduruyor, yankılar çıkarıyordu. Aslında, don Juan’ın çıkardığı sesler, bana, vadiyi çeviren sarp kayalardan yayılan yankılar biçiminde gelmekteydi. Don Juan da bu durumu farketmiş olacak ki, telini habire germekteydi. Don Juan’ın sesi tezleştirmesine karşın, yankılar yatışmış gibiydi; ve çok geçmeden sesler güneydoğuda bir noktada toplanır gibi olmuştu.
Don Juan ipi, donuk bir ses çıkana dek, azar azar gevşetti. Kaytanı torbasına yerleştirerek yanıma geldi. Kalkmama yardım etti. O anda, kol ve bacak kaslarımın taş gibi kaskatı kesilmiş olduğunu farkettim. Terden her yanım sırılsıklamdı. Ne vakit o denli terlemiş olduğumu anlayamamıştım. Terler gözlerimin içine doluyor, onları yakıyordu.
Don Juan nerdeyse sürükleyerek beni yarıktan çıkarttı. Bir şey söylemek istedim, ama eliyle ağzımı kapatarak buna engel oldu.
Vadiden dönerken, bir başka yol izlemekteydik. Dağın yamacına tırmanıp, vadinin girişine oldukça uzak kimi tepelere vardık.
Hiçbir şey konuşmadan, dut yemiş bülbüller gibi, eve döndük. Hava kararmıştı. Konuşmayı denedim, ama don Juan bir kez daha ağzımı eliyle kapatıverdi.
Yemek yemedik; gaz lambasını bile yakmamıştık. Don Juan, hasır yaygımı odasına sererek çenesiyle hasırımı imledi. Oraya yatıp uyumam anlamına geliyordu bu işaret herhalde.
Ertesi sabah uyanır uyanmaz, don Juan bana, “Tam sana göre bi şey buldum,” dedi. “Bugün başlarsın. Fazla zamanımız yok, anlarsın ya!”

Cvp: Bölüm 11

Çok uzun süren kuşku dolu bir duraksamadan sonra, sormadan edemedim: “Ne yaptırtmıştın o vadide dün bana sen?”
Don Juan bir çocuk gibi kıkır kıkır güldü.
“O su kaynağının perisini çağırmıştım.” dedi. “Bu periler yalnızca kayak kuruyken çağrılırlar; kaynakları kuruyunca dağlara çekilmiş olurlar da... Dün, işte, bi bakıma onu uykusundan uyandırmış oldum. Ne ki, kerata pek aldırmadı buna da senin uğurlu yönünü gösterdi. O yönden gelmişti sesi.” Don Juan parmağıyla güneydoğuyu gösteriyordu.
“O çaldığın ip neydi öyle, don Juan?”
“Peri tuzağı.”
“Göstersene şunu bana!”
“Olmaz. Ama sana da yapayım bi tane. Daha iyisi sen kendin yaparsın bi gün. Görmeyi öğrendiğinde...”
“Neden yapılıyor bunlar, don Juan?”
“Benimkisi yabandomuzundan. Sen de yapınca göreceksin bak nasıl canlı bi şey bu, istediği sesleri öğretebilir sana. Onu çala çala içli dışlı olursunuz; o zaman güç dolu sesler çıkartırsınız birlikte.”
“Su kaynağı perisini ararken ne diye beni de götürdün oraya, don Juan?”
“Yakında öğrenirsin.”
Sabah on bir buçuk sularında ramadanın altında oturmuştuk. Don Juan tüttürmem için piposunu hazırlıyordu.
Gövdem iyice uyuştuktan sonra, don Juan kalkmamı söyledi; kolayca kalkıverdim. Don Juan bana destek olarak biraz dolaştırdı. Kendimi bu denli başarılı bir biçimde yönetişime şaşıp kalmıştım. Tek başıma iki kez dolaştım ramadada. Don Juan yanımdan ayrılmıyordu. Ama bana destek olduğu ya da yüreklendirdiği falan yoktu. Sonra kolumdan tutarak, beni sulama kanalına götürdü; kanalın kıyısına oturttuktan sonra kesin bir biçimde gözlerimi suya dikmemi ve başkaca hiçbir şey düşünmememi buyurdu.
Gözlerimi suya dikmeye çalıştım. Ne var ki, sudaki devinim dikkatimi dağıtmaktaydı. Zihnim de gözlerim de baktığım noktanın çevresine doğru kayıp gidiveriyordu. Don Juan başımı sarsarak yalnızca suya bakmamı ve hiçbir şey düşünmememi buyurdu. Akmakta olan suya gözleri dikmenin zor olduğunu ve kesiksiz uğraşmam gerektiğini söyledi. Üç kez denedim, ama üçünde de gözüm başka bir şeylere takılıverdi. Her kezinde don Juan büyük bir sabırlılıkla başını sallayıp durdu. Sonunda, zihnimi ve gözlerimi suya odaklayabildiğimi gördüm; sudaki devinimlere karşın, suyun akıcılığına dalıp gitmiştim. Değişik bir su vardı şimdi karşımda. Her zamankinden daha ağır ve tekdüze grimsi yeşil bir görünümdeydi. Devinirken oluşturduğu dalgacıkları fark edebiliyordum. Çok keskindi bu dalgacıklar. Sonra birden, akan bir su öbeğine değil de bir su resmine bakmakta olduğum duygusuna kapıldım; gözlerimin önündeki şey, akmakta olan suyun dondurulmuş bir bölümüydü. Devinim yoktu bu dalgacıklarda. Her birisine ayrı ayrı bakabiliyordum. Ardından, dalgacıkların fosfor gibi ışıldayan bir yeşile dönüştüğünü, yeşil sis gibi bir şeyler yaymakta olduğunu gördüm. Sis gittikçe dalga dalga yayılıyor; ve yayıldıkça, yeşil rengi, her şeyi örten göz kamaştırıcı bir parlaklığa dönüşüyordu.
O kanalın kıyısında ne kadar bir süre kalmış olduğumu bilmiyordum. Don Juan hiç karışmadan beklemişti. Sisin o yeşil parıltısına dalıp gitmiştim. Her taraf bu renge bürünmüş gibiydi. Erinç içindeydim. Hiçbir düşünce, hiçbir duygu kalmamıştı. Dingin bir ayrımsamadan başka bir şey yoktu- parlak, yatıştırıcı bir yeşil dünyanın ayrımsanmasından başka...
Ayrımsadığım öbür şey çok üşümüş ve ıslanmış olmamdı. Sulama kanalının içine girmiş olduğumu, geç de olsa, farketmiştim. Bir ara sular burnuma dolmaya başladı ve yuttuğum sular beni öksürttü. Burnumun içinde tedirgin edici bir kaşınma vardı; bu yüzden aksırıp durmaktaydım. Ayağa kalkıp öyle yeğin bir biçimde aksırdım ki, osuruğum da birlikte çıkıverdi. Don Juan gülerek alkışlamaya başladı.
“Osuran gövde canlı demektir,” dedi.
Kendisini izlememi imledi ve birlikte evin yolunu tuttuk. Bu kez çenemi tutayım diyordum. Zaten bir şeye karışmadan somurtup oturmak geliyordu içimden ama yorgunluk ya da tasadan gelen bir duygu değildi bu. Aslında bir çoşku içindeydim; çabucak giysilerimi değiştiriverdim. Bir yandan da ıslık çalıyordum. Don Juan şaşırmış gibi yapıp bana bakakalmıştı. Bu davranışını çok gülünç bulduğumdan gülmeye başladım. Gülmem biraz uzunca sürmüştü.

Cvp: Bölüm 11

Don Juan, “Ne o, vidaların mı gevşedi?” diyerek kendisi de gülmeye koyuldu.
Dumanını çektikten sonraki somurtma alışkımı bozmak istediğimi belirttim. Bekçiyle karşılaşma deneyimlerim sırasında, beni sulama kanalına götürdükten sonra, eğer çevremdeki şeylere yeterince uzun bir süre dikkatlice bakacak olursam görebileceğime inanmış bulunduğumu açıkladım.
“Görmek, sessizce bakmaktan öte bi şeydir,” karşılığını aldım. Don Juan sürdürerek, “Öğrenilmesi gereken bi yöntemdir görmek,” dedi. “Ya da kimilerimizin hazırca bildikleri bir yöntemdir.”
Sonra da, sinsi yüzüme bakarak, bu yöntemi bilmekte olanlar arasında benim de bulunduğumu anıştırdı.
“Yürüyecek gücün var mı?” diye sordu.
Çok iyi olduğumu söyledim; zaten kendimi iyi hissediyordum. Bütün gün bir lokma bile atmamıştım ağzıma, ama aç falan da değildim. Don Juan bir torbaya biraz ekmekle bir kaç parça kuru et koydu; torbayı bana vererek; başının bir hareketiyle kendisini izlememi istedi.
Don Juan benden epey önde yürüyor ve ona yetişeyim diye sık sık duraklıyordu. Güçlük çekmekte olduğumu söyleyerek daha ileri gitmememizin daha iyi olacağını belirtti. Bir saat kadar dinlendim. Don Juan yassı, yuvarlak bir kaya seçmiş ve o kayanın üzerine yatmamı söylemişti. Gövdemi kayanın üzerine nasıl yaymam gerektiğini de göstererek anlatmıştı. Kollarımı ve bacaklarımı gevşekçe bırakmalıymışım. Sırtımı öne doğru hafifçe kaldırarak boynumu gevşetmeliymişim. Böylece başım, kasılmadan durabilirmiş. Don Juan on beş dakika kadar bu duruşta kalmamı istedi. Sonra karnımı açmamı söyledi. Dikkatle kimi dallarla yaprakları seçerek çıplak karnımın üzerine yığdı. Bütün gövdemde bir sıcaklık yayılmakta olduğunu duydum. Don Juan ayaklarımı tutarak, beni, başım güneydoğu doğrultusuna gelene dek, çevirdi.
“Haydi, şimdi de şu su kaynağı perisini çağıralım,” dedi.
Başımı çevirip don Juan’a bakmaya çalıştım. Saçımdan sımsıkı tutarak kolayca incinebilir bir durumda olduğumu, ve bu son kerte çaresiz vaziyetteyken ses çıkarmadan, devinimsiz durmamı söyledi. Kamımın üzerindeki bütün o özel olarak seçilmiş olan dallar beni koruyacakmış ve başımın çaresine bakamayacak olursam diye hep öyle yanımda kalacakmış.
Don Juan başucumda dikilmiş durmaktaydı. Gözlerimi geriye doğru yuvarlayarak onu görebiliyordum. Kaytanını çıkarıp gerdi ve gözlerimi alnıma doğru yuvarlayarak ona bakmakta olduğumun farkına varınca, parmaklarının boğum yerleriyle başımın tepesine çat diye vurarak gökyüzüne bakmamı, gözlerimi kapamamamı ve tüm dikkatimi sese vermemi buyurdu. Sonra henüz aklına gelmiş gibi, bir şeyin üzerime doğru geldiğini duyarsam bana öğretmiş olduğu sözcüğü yüksek sesle haykırmaktan çekinmememi ekledi.
Don Juan ve “peri tuzağı”, alçak bir gerilimle tıngırdamaya başladılar. Don Juan gerilimi azar azar artırdıkça önceleri bir tür yankılama ve daha sonra da güney doğu doğrultusundan gelen kesin ve sürekli bir yankı işitmeye başladım. Gerilim gittikçe artıyordu. Don Juan’la “peri tuzağı” mükemmel bir eşliğe ulaşmışlardı. Telin pes perdeden sesleri, don Juan’ ın keskin iniltilerine karışıyordu. Bu sesler doruklarına ulaştıklarında, o zamana değin hiç işitmediğim ürkünç bir haykırışa dönüşüyorlardı.
Ses dağlarda yankılanıyor ve gene bize dönüyordu.Yankının dosdoğru bana döndüğü duygusuna kapılmıştım. Gövdemin ısısıyla bir ilintisi var gibi gelmişti bu seslerin. Don Juan çığlık atmaya başlamadan önce üşümüyordum ve rahattım Oysa bu çığlıklar tizleşip de o ürkütücü haykırışlara dönüştükçe, üşümeye başlıyor, bir titreme alıyordu beni. Dişlerimin çatırdamasına engel olamıyor, ve gerçekten bir şeyin üzerime geldiği duygusuna kapılıyordum. Bir an geldi, gökyüzünün olduğunu farkettim. Hep yukarı bakıp durmuştum ama göğün nasıl olup da karardığını izleyememiştim. Büyük ürküye kapılarak don Juan’ın öğrettiği sözcüğü haykırdım.
Don Juan hemen o uğursuz çığlıklarını pesleştirdi. Ama bunun bir yararı olmadı bana.
Don Juan, alçak bir sesle, “Kulaklarını tıka!” diye haykırdı.
Ellerimle kulaklarımı tıkadım. Birkaç dakika sonra don Juan çığlık atmayı kesip yanıma geldi. Karnımın üzerindeki dalları yaprakları alarak, oturmama yardım etti. Yapraklarla dalları, yatmış bulunduğum kayanın üzerine dikkatlice yerleştirerek yaktı. Ateş yanarken, torbasından çıkardığı kimi yapraklarla karnımı ovmaya başladı.
Başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Tam bunu ona söyleyecektim ki, eliyle ağzımı kapatıverdi.
Bütün yapraklar yanana dek orda kaldık. Artık hava da kararmış bulunuyordu. Tepeden aşağıya indik. Karnım çok ağrıyordu.
Sulama kanalının kıyısında ilerlerken, don Juan artık yeter diyerek, dışarıda daha fazla kalmamam gerektiğini belirtti. Bu su kaynağı perisinin nasıl bir şey olduğunu sordum. Don Juan, konuşmamamı imleyerek bu konuyu başka zaman görüşürüz dedi. Ve lafı değiştirerek, “görme” konusunda uzun bir açıklamada bulundu. Karanlıkta yazamadığıma hayıflandığımı söyledim. Don Juan çok memnun görünerek, her şeyi yazmak istememden ötürü genellikle anlattıklarına pek dikkat etmediğimi belirtti.
Don Juan, “görme”nin, dostlardan ve büyücülük uygulayımlarından bağımsız bir süreç olduğunu ileri sürmekteydi. Büyücü, bir dost üzerinde egemenlik kurabilen ve bu yolla o dostun gücünden kendi çıkarına yararlanabilen bir kimse oluyordu; ama, bir dosta egemen olması, “görebilmesi” anlamına gelmiyordu. Daha önceleri, bir dostu olmadıkça, insanın “görmesinin” olanaksız bulunduğunu söylemiş olduğunu anımsattım. Don Juan, sakincesine, bir dosta egemen olmadan da “görme”nin olası bulunduğu sonucuna vardığını söyledi. “Görme”nin, başka insanları etkileme uğraşı demek olan büyücülüğün çıkarcı uygulayımlarıyla bir ilintisi olmadığına göre, bunun doğal bir şey olduğunu belirtti. Öte yandan “görme”yle ilgili uygulayımlar, insanlar üzerinde herhangi bir etki yaratmazmış.
Düşüncelerim çok berraktı. Don Juan’la birlikte yürürken, yorgunluk, uyuşukluk falan duymuyordum; karnımdaki o tedirgin edici karıncalanmadan da eser kalmamıştı. Karnım çok açtı. Eve vardığımızda bütün yemekleri silip süpürdüm.
Daha sonraları, “görme” yöntemlerine değin daha başka bilgiler vermesini istedim. Don Juan keyifli bir gülümsemeyle gene kendimi bulmuş olduğumu söyledi.
“Nasıl oluyor da,” diye sordum, “‘görme”yle ilgili uygulayımlar, öbür insanları etkilemiyor?”
Don Juan yanıtladı: “Demiştim ya, ‘görme’, büyücülük değildir. Ama hep karıştırırlar bu iki şeyi. Çünkü gören bi kimse, çok geçmeden bi dostu kullanmayı öğrenir ve büyücü olur. Oysa, ‘görme’yi hiç öğrenmeden de insanın, kimi uygulayımları öğrendikten sonra bi dosta egemen olması ve böylece büyücü duruma gelmesi olasıdır.
“Üstelik ‘görme’, büyücülüğe ters düşer. Çünkü ‘gören’ kişi, her şeyin önemsizliğini kavramıştır.”
“Neyin önemsizliğini yani?”
“Her şeyin önemsizliğini.”
Başka bir şey konuşmadık. Erinç içindeydim; konuşmak
gelmiyordu içimden. Hasır yaygıya sırtüstü uzanmıştım. Rüzgâr ceketimi kıvırıp yastık gibi başımın altına koymuştum. Rahattım ve mutluydum; gaz lambasının ışığında saatlerce yazıp durdum.
Don Juan birden gene konuştu.
“Bugün çok başarılıydın,” dedi. “Subaşındaki başarın yamandı. Su kaynağı perisi beni tuttu, hep yardım etti sana.”
O sırada, deneyimlerimi don Juan’a anlatmamış olduğum geldi aklıma. Suyu nasıl sezgilediğimi anlatmaya başladım. Ama, don Juan sözümü keserek yeşil bir sis sezgilediğimi söyledi.
Sormak zorunda kaldım: “Nasıl da bildin, don Juan?” “Seni görmüştüm.”
“Ne yaptım ki?”
“Hiç bi şey, orda oturup suya dikmiştin gözlerini. Ve sonunda yeşil bi sis sezgiledin.”
“Görme miydi bu?”
“Değildi. Ama çok yaklaşmıştın. İyice yaklaştın artık.” Yüreğim oynamıştı. Daha anlatsın istiyordum. Don Juan gülerek, bu istekliliğimle alay etti. Herkesin bu yeşil sisi kolayca sezgileyebileceğini, bunun da bekçi gibi ortada durup duran bir şey olduğunu, ve bu nedenle bu yapmış olduğum işin büyük bir başarı sayılamayacağını söylüyordu.
“Başarılı olduğunu söylediğimde,” dedi, “bekçiyle birlikte olduğun zamanki gibi kıpırdak davranmadığını belirtmek istemiştim. Gene o denli huysuzlanmış olsaydın, zaten seni sarsar kendine getirirdim. Bi kimse öyle yeşil sise daldığında, velinimeti yanıbaşında bulunmak zorundadır; yoksa sis onu çekip tutsak ediverir. Zıplayıverip kaçmak olasıdır bekçinin önünden. Ama bi başına kurtaramazsın kendini yeşil sisin pençesinden. Yani başlangıçta demek istiyorum. Sonraları, bunu kendi başına yapabilecek bi yol bulursun. Ama şimdi bizim öğrenmek istediğimiz şey başka bi şey.”
“Neyi öğrenmek istiyoruz?”
“Suyu görüp göremediğini.”
“Görmüş olduğumu, görebildiğimi nasıl anlayacağız?”
“Anlarsın, anlarsın. Şu konuşman olmasa, aklın bu kadar karışık olmazdı.”

Cvp: Bölüm 11

.