1

Konu: Bölüm 7

Görme İşi


Sekiz Kasım 1968’de don Juan’ın evine vardığım zaman, onu evde bulamadım. Onu nerede bulacağımı bilemediğimden, oturup bekledim. Her nedense, çok geçmeden döneceğini biliyordum. Kısa bir süre sonra don Juan yorgun görünüyordu; bir mindere uzanmıştı. Birkaç kez esnedi.
“Görme” konusu iyice takılmıştı kafama; don Juan’ın sanrılandırıcı duman harmanını gene içmeyi kararlaştırmıştım. Çok zor olmuştu bu karara ulaşmam. Bu yüzden biraz daha dayatayım diyordum.
“Don Juan, görmeyi öğrenmek istiyorum.” dedim durup dururken. “Ama bir şey içmek falan da istemiyorum; yani senin şu dumanını tüttürmek falan istemiyorum. Onsuz öğrenemez miyim görmeyi? Ne dersin?”
Don Juan uzandığı yerden toparlanarak oturdu. Bir an bana baktıktan sonra gene mindere uzandı.
“Hayır!” dedi. “Dumanı kullanman gerek.”
“Ama, don Genaro’dayken görmeye çok yaklaştığımı söylemiştin.”
“Genaro’nun yaptıklarının bilincindeymişsin gibi bi şeyler parıldamıştı içinde bir ara; ama sen yalnızca bakarmışsın. Belli ki görmeye benzeyen bi şey var sende-ama görme değil. Senin gözlerin bağlanmış; yalnızca duman açar senin gözünü.”
“Ne diye gerekiyor dumanı çekmem? İnsan duman olmaksızın öğrenemez mi yani görmeyi? Güçlü bir isteğim var. Yetmez mi bu?”
“Hayır yetmez. Görme öyle kolay bir iş değildir; o oynak dünyaya bi bakış atabilmek için gerekli hızı yalnızca duman sağlayabilir. Yoksa, yalnızca bakar durursun.”
“Oynak dünya da ne demek?”
“Gördüğün zaman, dünya, şimdi düşündüğün gibi olmaz. Oynak, devingen, değişen bi dünyadır o. İnsan kendi başına da o dünyayı anlayabilir belki; ama bir işe yaramaz bu, çünkü doğurduğu gerilim yıpratır gövdeni. Oysa, dumanı kullanırsan, yorulmadan yapmış olursun bunu. Duman oynak dünyayı sezinleyebilecek hızı sağlar sana; gövden de gücün de yerli yerinde kalır.”
Çarpıcı bir biçimde, “Pekâlâ!” dedim. “Kaçacak delik kalmadı artık. Dumanı içeceğim.”
Bu yapmacık duygusallığım onu güldürmüştü.
“Kes be adam!” dedi. “Hep yalnış yere toslarsın. Şimdi de sırf dumanın sana kılavuzluk etmesine karar verdin diye göreceğini sanıyorsun. Başka yanları da var işin. Zaten her şeyin her zaman bi sürü başka yanı vardır.”
Bir an ciddileşmişti.
“Seni çok iyi inceledim, ve ne yaptığımı çok iyi biliyorum,” dedi, “çünkü benim bilgimi öğrenmeni Mescalito istemekte. Ne var ki, istediğin her şeyi sana öğretmeye vakit bulamayacağım. Yalnızca seni yola sokacak vaktim olacak; ve ondan sonrasını sen kendin, benim yapmış olduğum gibi arayacaksın. Evet, benden çok daha tembel ve inatçısın. Görüşlerin benimkilerden farklı. Yaşamının tutacağı yönü kestiremem.”
Bunları söylerkenki düşünceli hali, davranışlarında sezdiğim bir şeyler, eski bir duyguyu uyandırmıştı içimde-korku, yalnızlık ve bekleyiş karışımı bir duyguyu.
“Ne durumdasın, anlarız yakında.” diye anlamını çıkaramadığım bir şey söyledi.
Başkaca bir şey dememişti. Bir süre sonra evin dışına çıktı. Onu izleyerek önüne geçtim; karşısında durdum. Otursam mı yoksa ona getirmiş olduğum paketleri arabadan çıkarsam mı diye düşünüyordum.
Bir şeyler demiş olmak için, “Tehlikeli mi olur?” diye sordum.
“Her şey tehlikelidir,” diye yanıtladı.
Don Juan’ın konuşmak istemediği belliydi; bir köşeye yığdığı kimi küçük bohçaları toplayarak bir fileye doldurdu. Yardım etmeyi falan önermedim; çünkü yardım etmemi isteseydi, kendisi söylerdi bunu. Sonra hasır yaygının üzerine uzandı. Rahat etmemi, dinlenmemi söyledi. Ben de kendi minderime oturup uyumaya çalıştım, ama yorgun değildim. Bir gece önce bir motelde duraklamış, don Juan’ın yerine üç saatlik bir yol kaldığını bildiğimden öğleye kadar uyumuştum. Onun da uyuduğu yoktu. Gözleri kapalıydı ama, başını belli belirsiz, tartımlı bir biçimde kımıldattığını görebiliyordum. Kendi kendine ezgi söylüyor olabileceği geldi aklıma.
Don Juan, birden, “Haydi yemek yiyelim.” dedi. Ürküp yerimden fırladım. Don Juan ekledi: “Çok güçlü olman gerekecek. Enerji topla bakalım.”
Don Juan bir çorba hazırladı, ama aç değildim.
Ertesi gün, 9 Kasım’da, don Juan yalnızca bir lokma bir şeyler yiyip dinlenmemi istedi. Sabahtan öğleye kadar yatıp durdum. Ama gevşeyemiyordum. Don Juan’ın neler düşündüğünü bilemiyordum; daha da kötüsü, kendimin neler düşündüğümü bile bilmiyordum.
Öğleden sonra saat üç dolaylarında ramadanın altında oturuyorduk. Karnım çok açtı. Bir kaç kez yemek yememizi önerdiysem de, pek oralı olmamıştı.
“Üç yıldır kendi harmanını hazırlamış değilsin,” dedi birden, “benim harmanımı tüttüreceksin; senin adına toplamış olayım bunu. Zaten bi tutam yeterlidir. Pipoyu bi kez dolduracağım. Hepsini içersin, sonra dinlenirsin. Sonra da öbür dünyanın bekçisi gelecek. Sen, yalnızca gözlemlersin-bi şey yapmadan... Onun devinimlerini gözlemle; yaptığı her şeyi gözlemle. İyi bak, çünkü bir ölüm kalım sorunudur bu.”
Don Juan yönergesini öyle beklenmedik bir biçimde kesmişti ki, ne diyeceğimi, ne düşüneceğimi bile bilememiştim. Anlamsız bir şeyler geveledim. Düşüncelerimi toparlayamıyordum. Sonunda, aklıma gelen ilk belirli düşüncemi dile getirdim: “Kimmiş bu bekçi?”
Don Juan konuşmak istemediğini açıkça belirtti. Ne var, çenemi kapatamayacak denli sinirliydim ve bu bekçiye değin bir şeyler anlatması için asılmayı sürdürdüm.
“Göreceksin,” dedi don Juan önemsemez bir sesle, “öbür dünyayı bekler o.”
“Hangi dünyayı? Ölülerin dünyasını mı?”
“Ne ölülerin dünyası, ne de başka şeylerin dünyası... Yalnızca bi başka dünya... Anlatmanın bi yararı yok ki! Kendin görürsün.”
Don Juan bunları söyledikten sonra eve girdi. Onu odasına kadar izledim.
“Bir dakika, don Juan, bekle! Ne yapacaksın?”
Yanıt vermedi. Ufak bir kılıftan piposunu çıkardı ve odanın ortasında serili hasıra oturarak soran gözlerle bana baktı. Gönlümün olmasını bekler gibiydi.
Yumuşak bir sesle, “Ne kaçıksın ya!” dedi. “Korktuğun yok senin. Korktuğunu söylüyorsun, o kadar...”
Başını yavaş yavaş iki yana salladı. Sonra karışımın bulunduğu küçük keseyi alıp piponun ağzını doldurdu.
“Korkuyordum, don Juan. Gerçekten korkuyordum.” “Hayır, korku değil bu.”
Zaman kazanmak için, çaresizlikle, duygularımı açıklayıcı uzun bir tartışıya başladım. Korkmakta olduğumu içtenlikle ileri sürüyordum. Ama don Juan, korku belirtileri olan soluk soluğa kalma ya da yürek çarpıntısı gibi durumları görmediğini söylüyordu.
Bir an bu söylediklerini düşündüm. Yanılıyordu. Genellikle korkuya eşlik eden birçok fiziksel değişiklikler vardı bende; çaresiz kalmıştım. Son saatim gelmiş de dünya başıma yıkılmış gibi bir duygu içindeydim. Midem altüst olmuştu; yüzümün solmuş olduğuna emindim; ellerim sırılsıklam ter içinde kalmıştı; ama gene de gerçekten korkmadığımı düşünüyordum. Yaşamım boyunca alışık olduğum korku duygusu değildi bu; bana özgü o korkuya benzer yanı hiç yoktu.
Piposunu elinde tutarak, hâlâ soran gözlerle bana bakarak hasırın üzerinde oturmakta olan don Juan’ın önünde bir yandan odayı arşınlarken bir yandan da konuşuyordum. Durumumu iyice irdeleyince, duymakta olduğum şeyin, alışık olduğum korku olmadığını; sanrılandırıcı bitkileri kullanmanın verdiği şaşkınlıktan kaynaklanan derin bir tedirginlik, bir hoşnutsuzluk olduğu sonucuna vardım.
Don Juan bir an beni süzdü, sonra gözlerini kısarak bir şey arar gibi ötelere baktı.
Artık oturup gevşememi kesin bir biçimde söyleyene dek bir ileri bir geri yürümemi sürdürmüştüm. Birkaç dakika sessizce oturduk.
Don Juan, birden, “Zihin berraklığını yitirmek istemezsin di mi?” diye sordu.
“Elbette istemem,” dedim.
Neşelenmişçesine güldü.
“Berraklık, bilgi adamının ikinci düşmanı, çökmüş senin
üstüne,” dedi. Sonra da güven vermeye çalışarak, “Korktuğun yok senin.” diye ekledi. “Ama, şimdi de berraklığını yitirmemek için didiniyorsun. Ve de kaçığın teki olduğun için, buna korku diyorsun.”
Kıkır kıkır gülüyordu.
Sonra buyurdu, “Haydi git biraz ateş getir,”
Sesindeki titrem sevecen ve güven vericiydi. Yerimden
kalkıverdim ve evin arka bahçesine gittim; ordaki ocaktan korlaşmış birkaç kömür parçası alıp ufak yassı bir taşın üzerine koydum ve odaya döndüm.
Don Juan dışarıdan seslenerek, “Sahanlığa gelsene!” dedi.
Her zamanki yerine bir hasır yaymıştı. Kömürleri onun yanına bıraktım. Don Juan, üfleyerek, ateşi canlandırdı. Tam oturacağım sırada, beni durdurarak, hasırın sağ kıyısına oturmamı buyurdu. Ardından, piponun içine bir kor yerleştirerek bana uzattı. Aldım. Don Juan’ın sessiz bir güçle beni yönlendirmesine şaşakalmıştım. Söylecek söz bulamıyordum. Tartışmak falan gelmiyordu içimden. Korkmadığımı anlamıştım; yalnızca zihnimin berraklığını yitirmek istemiyordum.
Don Juan gülümseyerek, “Çek, içine çek,” diye buyurdu. “Bu kez yalnızca bu kadar içeceksin.”
Pipoyu emdim. Tutuşan harmanın cızırtısını işitebiliyordum. Birden, ağzımın ve burnumun içi buzla kapanmış gibi oldu. Bir daha çektim; soğukluk göğsüme kadar uzandı. Son çekişimde, tüm gövdemin içi yabansı bir soğuk-ılıklıkla kaplanmış gibi olmuştu.
Don Juan pipoyu alarak içindekiler gevşesin diye avucunun içine birkaç kez vurdu. Sonra da, hep yaptığı gibi, parmağını tükürükleyerek piponun içini ovaladı.
Gövdem uyuşmuştu. Ama devinebiliyordum. Daha rahat oturabilmek için kıpırdanıp duruyordum.
“Şimdi ne olacak?” diye sordum.
Sesimi zorlukla çıkartabiliyordum.
Don Juan piposunu büyük bir özenle kınına yerleştirip
uzunca bir beze sardı. Sonra karşımda dikçe oturdu. Başım dönüyordu; gözlerim kendiliğinden kapanıyordu. Don Juan beni sarsarak uyanık kalmamı buyurdu. Uyursam, öleceğimi çok iyi bildiğini anımsattı. Bu uyarısı, kendime gelmeme yetmişti. Don Juan, ola ki, bunu sırf uyanık kalmam için söylemekteydi; ama, öte yandan, doğru söylüyor da olabilirdi. Gözlerimi açabileceğim kadar açtım. Don Juan’ı epey güldürmüştü bu. Bir süre beklememi, gözlerimi hep açık tutmamı, ve öbür dünyanın bekçisini görebileceğim bir anın er geç geleceğini söyledi.
Tüm gövdemi bunaltıcı bir sıcaklık kaplamıştı. Duruşumu değiştirmeye çalıştım, ama artık devinemiyordum. Don Juan’la konuşmak istedim; sözcükler içinde ta derin bir yerdeymişler gibiydi, bir türlü sökemiyordum onları yerlerinden. Sonra sol yanıma yıkıldım ve kendimi don Juan’a yerden bakar bir durumda buldum.
Don Juan bana doğru eğildi ve fısıldayarak, ona bakmamı, gözlerimi hasırın, tam önünde bulunan bir noktasına dikmemi buyurdu. Bir gözümle, sol gözümle bakmam gerektiğini, bekçiyi göreceğim anın muhakkak geleceğini de ekledi. Gözümü, göstermiş olduğu noktaya diktim. Ama bir şeycikler göremiyordum. Ama, bir an geldi, gözümün önünde uçmakta olan bir tatarcık gördüm. Böcek, hasıra kondu. Devinimlerini izledim. Bir ara çok yaklaştı bana. Öyle ki, görüşüm bulandı. Sonra birden kalkmışım gibi geldi bana. Üzerinde düşünmem gereken şaşırtıcı bir duygu içindeydim; ama vaktim yoktu bunu yapmaya. Ayakta dururken bakmaya alışık olduğum biçimde görmekteydim her şeyi. Üstelik gördüğüm şey tüm benliğimi altüst etmişti. Geçirdiğim sarsıcı çoşkusal deneyimi başka türlü nasıl anlatacağımı bilemiyordum. Tam önümde, az ileride canavar gibi dev bir hayvan durmaktaydı. Gerçekten korkunç bir canavar! O ana dek en aşırı düşsel kurgularda gördüklerim, bu gördüğüm şeyin yanına bile yaklaşamazdı. Donakalmıştım. Büyük bir şaşkınlık içinde baktım ona.
En başta, büyüklüğü çekmişti dikkatimi, her nedense, otuz metre boyundaymış gibi görüyordum onu. Nasıl olduğunu çıkaramadım ama, dik duruyor gibiydi. Sonra da kanatları çekti dikkatimi-kısa, geniş iki kanat... O sırada bu hayvanı, olağan bir şeymişçesine incelemekte olduğum bilincine varmıştım. Yani, ona bakıyordum. Ne var ki, bu bakış alışageldiğim bakışlara pek benzemiyordu. Sanki karşımda tamamlanmakta olan bir resim vardı da, her geçen an daha belirgin olarak ortaya çıkmaktaydı. Öbek öbek püsküller gibi tüylerle, kara kıllarla kaplıydı gövdesi. Hortum gibi bir ağzı vardı ve içinden sıvılar akmaktaydı. Gözleri çıkıktı ve yuvarlaktı; koskoca iki top gibi...
Sonra kanatlarını oynatmaya başladı. Bir kuşun kanat çırpmasına benzemiyordu bu; bir tür hızla titretme hareketi yapıyordu. Kanat titretmesi daha da hızlanınca, önümde dolaşmaya başladı. Uçmaktan çok, aşırı bir hız ve çeviklikle, yerden birkaç santimetre yukarıda kayıyormuş gibiydi. Onun bu devinimine bakarak kendimden geçtiğimi ayırmsadım bir an. Bu devinimleri çirkin, ama hızını ve çevikliğini çok görkemli buluyordum.
Önümde kanatlarını titreterek iki daire çizdi; ağzından akan o sıvılar dört bir yana saçılmaktaydı. Sonra birden geri döndü ve inanılmaz bir hızla uzaklaşarak gözden kayboldu. Yapacak başka bir şey olmadığından, gözlerimi böceğin gittiği yere dikerek bakmayı sürdürdüm. Yabancı bir ağırlık çökmüştü üzerime; düşüncelerimi toparlayamıyordum bir türlü. Bulunduğum yerden de ayrılamıyordum. Sanki yapışıp kalmıştım oraya.
Sonra uzaklarda buluta benzer bir şey gördüm. Çok geçmeden o dev yaratık gene son hızla önümde daireler çizmeye başladı. Yüzüme öyle yaklaşmıştı ki, bir ara bana çarptı. Tam olarak nereme çarptığını bilemiyordum, ama kanatlarının bana çarptığını algılamıştım. Hayatım boyunca duyduğum acıların en keskiniydi bu; ve avazım çıktığınca bağırmama neden olmuştu.
Daha sonra baktım, hasıra oturmuşum; don Juan alnımı ovuşturmakta. Kollarımı ve bacaklarımı yapraklarla ovuyordu. Sonra, beni, evin ardındaki bir sulama kanalına götürdü; giysilerimi çıkarttı ve beni suya daldırdı. Ve birkaç kez suyun içinden çekip gene daldırdı.
Sulama kanalının içindeki sığ tabanda yatarken, don Juan ara sıra sol ayağımı yukarıya doğru çekiyor ve ayağımın tabanına hafif hafif vuruyordu. Çok geçmedi, ayağım gıdıklanmaya başladı. Don Juan, bunun farkına vararak önemsemememi söyledi. Sonra giyindim ve birlikte eve döndük. Gene hasırın üzerine oturdum ve konuşmaya çalıştım. Ama, dikkatimi söylemek istediğim şeyin üzerinde toplayamıyordum. Oysa çok berraktı düşüncelerim. Konuşmak için ne denli büyük bir dikkat yoğunlaştırmasına gerek olduğunu görerek şaşakalmıştım. Bir şey söylemek isteyince, başka şeylere bakmayı kesmem gerektiğini de hayretle gördüm. Sanki çok derinlerdeymişim de, bir şey söylemek için, dalgıçlar gibi suyun yüzeyine çıkmam gerekiyormuş gibi bir duygu içindeydim. Sözcükler, beni çekercesine suyun yüzüne çıkarıyor gibiydi. İki kez, olağan bir şeymişçesine boğazımı temizler gibi yaptım. İşte o anda istediğimi söyleyebilirdim; ama söylemedim. Yalnızca bakmayla yetinilen o yabansı sessizlik düzeyinde kalmayı yeğliyordum. Don Juan’ın “görme” dediği şeye dokunmaya başladığımı seziyor ve sevinçten uçuyordum.
Daha sonra don Juan bana biraz çorbayla tortilla (Meksika pidesi) hazırladı ve yememi buyurdu. Güçlük çekmeden ve “görme gücüm” diye adlandırdığım o durumu yitirmeden yiyebiliyordum. Bakışlarımı çevremdeki her şey üzerinde toplaya toplaya dolaştırdım. Her şeyi “görebildiğim” kanısındaydım; ne var, dünya gene o bildiğim dünyaydı. Hava kararana dek “görmeye” çabaladım. Sonunda yorgun düşüp yere uzandım. Uyumuşum.
Don Juan üzerime battaniye örterken uyandım. Başım ağrıyordu; midem bulanıyordu. Çok geçmeden, düzeldim; ertesi güne dek deliksiz bir uyku çektim.
Sabahleyin iyice kendime gelmiştim. Merakla, don Juan’a, “Ne oldu bana?” diye sordum.
Don Juan cilveli bir gülüşle, “Bekçiyi bulmak istiyordun, işte buldun artık onu.” dedi.
“Neydi o, don Juan?”
“Bekçi, gardiyan, öbür dünyanın nöbetçisi,” dedi don Juan açıklarcasına.
Ben, o uğursuz, çirkin canavara değin ayrıntıları anlatmayı tasarlıyordum; ama, o, bu deneyimlerimin pek önemli bir şey olmadığını, herkesin bunu yapabileceğini belirterek, beni dinlemek istemedi.
Bu bekçinin beni çarpılmışa çevirdiğini söyleyerek henüz bu konuyu yeterince düşünmeye fırsat bulamadığımı anlattım.
Don Juan güldü ve bu herşeyi ince eleyip sık dokuma huyumla alay etti.
“Her ne meretse, o şey beni incitti,” dedim. “Senin gibi, benim gibi o da gerçek bir şeydi.”
“Elbet gerçekti. Sana acı verdi ya!”
Deneyimimi gözümün önüne getirdikçe heyecanım artıyordu. Don Juan sakin olmamı söyledi, sonra da, o şeyden sahiden korkup korkmadığımı sordu. “Sahiden” sözcüğünü bastıra bastıra söylemişti.
“Aklımı başımdan almıştı,” dedim. “Hiç böyle bir şey görmedim hayatımda.”
Gülerek, “Hadi canım!” dedi. “O denli korkmadığını biliyorum.”
İçtenlikli bir coşkuyla, “Valla korktum,” dedim, “kımıldayabilseydim, arkama bile bakmadan tüyerdim ordan.”
Don Juan bu sözlerimi çok gülünç bulmuş olacak ki katılarak gülmeye başladı.
“O canavarı görmeye uğraşmanın ne anlamı vardı ki, don Juan?”
Don Juan ciddileşerek yüzüme baktı.
“O bi bekçiydi,” dedi. “Eğer görmek istiyorsan o bekçiyi geçmelisin.”
“Nasıl geçerim ki, don Juan? Otuz metre boyu var...”
Don Juan öyle gülüyordu ki gözlerinden akan yaşlar yanağından aşağı süzülmekteydi.
“Ne diye bırakmıyorsun anlatayım sana gördüklerimi? Yanlış anlama varsa, çıkardı ortaya o zaman.”
“Anlatmak seni mutlu edecekse, anlat bakalım.”
Anımsayabildiğim her şeyi anlattım, ama don Juan etkilenmişe benzemiyordu.
Gülümseyerek, “E, ne olmuş yani?” dedi.
“Öyle bir yaratığı nasıl yenerim ben? Hangi silahla?” Don Juan bir süre sessiz durdu. Sonra bana dönerek,
“Korkmuş değilsin; sahiden korkmuş değildin. Yalnızca incinmiştin, ama korkmamıştın.”
Don Juan minderlerin üzerine uzanıverdi; kollarını başının arkasına kavuşturdu. Artık konuşmayacak sanıyordum.
Don Juan gözlerini ramadanın tavanına dikerek, birden, “Bak,” dedi, “herkes bekçiyi görebilir. Ve kimilerimiz için bu bekçi kimi kez dev gibi, korkunç bi canavardır. Senin şansın varmış; yalnızca otuz metreliğine rastlamışsın! Oysa öyle kolaydır ki gizi!”
Bir an duraklayarak bir Meksika ezgisi mırıldandı.
Sözlerinin etkisini ölçer gibi yavaş yavaş, “Öbür dünyanın bekçisi bi tatarcık böceğidir.” dedi.
“Anlayamadım.”
“Öbür dünyanın bekçisi bi tatarcık böceğidir.” diye yineledi. “Dün senin karşılaştığın şey, bi tatarcıktı. İşte o küçücük böcek, sen onu geçene dek, sana engel olacaktır.”
Bir an, don Juan’ın anlattıklarına inanmak istemedim. Ama, deneyimimdeki sahnelerin sırasını anımsayınca, belli bir aşamada bir tatarcık böceğine bakarken az sonra onun yerine bir serap görürcesine karşımda o canavarı buluvermiş olduğumu kabul etmek zorunda kaldım.
Gerçekten şaşkına dönerek, “Ama ufak bir böcek nasıl bana öylesine acı verir, don Juan?” diye sordum.
Don Juan, “Seni incittiği zaman ufak bi böcek değildi ki!” diye yanıtladı. “Öbür dünyanın bekçisiydi. Bakarsın, bi gün onu alt edecek denli yürekli oluvermişsin. Ama henüz değil; şu anda o, otuz metrelik, salyalar saçan bi canavar. Ama ne desek boşuna. Canavarın karşısında durmak pek kahramanca bir iş sayılmaz. Bu bakımdan, merak ettiğin bi şey varsa, gene bulman gerek bekçiyi.”

Cvp: Bölüm 7

İki gün sonra, 11 Kasım’da, don Juan’ın harmanını gene içtim.
Bekçiyi bulabilmem için don Juan’dan, dumanı bana gene tüttürtmesini istemiştim. Hemen öyle gelişigüzel olmamıştı bu; uzun uzun düşündükten sonra istemiştim bunu ondan. Bekçiye olan merakım, ona olan korkumdan ya da zihin berraklığımı yitirmenin verdiği tedirginlikten çok daha büyüktü.
Aynı süreci izledik. Don Juan piponun ağzını bir kez doldurdu ve ben hepsini tüttürdükten sonra, pipoyu temizleyerek yerine kaldırdı.
Bu kez etkilenmem daha yavaş olmuştu. Başım dönmeye başlayınca, don Juan gelip başımı elleriyle tutarak sol yanıma yatmama yardım etti. Bacaklarımı uzatıp gevşememi söyledikten sonra sağ kolumu göğsümün üzerinden önüme doğru yerleştirdi. Elimi açarak avucumu hasıra bastırır biçimde açtı. Gövdemi bu avucumun üzerine yüklenecek biçimde itti. Ona ne yardım ediyordum, ne de engel oluyordum; çünkü ne yaptığını bilmiyordum ki.
Don Juan karşımda oturarak hiçbir şeyle ilgilenmememi, kendimi bırakmamı söyledi. Bekçinin geleceğini, onu görmek için “şeref tribününde” yerimi almış olduğumu belirtti. Sonra da, bekçinin insanı çokça incitebileceğini, ama bunu önlemek için bir yol bulunduğunu söyledi. İki gün önce, yeterince sanrılandığıma karar verdikten sonra, beni oturtmuş olduğunu anlattı. Sağ kolumu göstererek, istediğim zaman kendimi kolumla iterek kaldırabileyim diye özellikle o duruma getirdiğini söyledi.
Bütün bunları bana anlattığı zaman, artık gövdem iyice uyuşmuştu. Kaslarımı oynatamadığımdan ötürü kolumu iterek kendimi yukarı doğru kaldırmamın olanaksız bulunduğunu don Juan’a anlatmak istiyordum. Sözcükleri seslendirmek istediysem de yapamadım. Ama böyle bir şey diyeceğimi beklermişçesine, işin püf tarafının istençte olduğunu ekledi. Yıllar önce mantarları ilk kez tüttürdüğüm o zamanı anımsamamı istedi. O vakit yere düşmüştüm ve hemen ayağa fırlayıvermiştim. O zamanlar don Juan, bunun “istencimle” yapılan bir hareket olduğunu söylemişti; yani “kendimi düşünerek kaldırmıştım.” Don Juan, bunun, aslında, kalkmak için tek yol olduğunu açıkladı.
Bu anlattıklarının pek yararı olamazdı bana; çünkü yıllar önce yaptığım o şeyi anımsamıyordum. Büyük bir umutsuzluğa kapılarak gözlerimi kapadım.
Don Juan saçlarımı kavrayarak yeğince sarstı başımı ve kesinlikle uyumamamı buyurdu. Gözlerimi açmakla kalmadım, üstelik çok şaşılası bir şey daha yaptım; ağzımdan şu sözcükler döküldü; “O zaman nasıl kalkmıştım ki?”
İrkilmiştim. Sesim oldukça tekdüze çıkmıştı, ama işte, benim sesimdi bu; ve daha bir dakika önce konuşamamıştım ve ağzımdan böyle bir şey çıkabileceğine bir türlü inanmak istemiyordum.
Don Juan’a baktım. Başını yana çevirip güldü.
“Onu ben söylemedim,” dedim.
Gene irkilmiştim kendi sesimle. İçim coşuyordu. Bu koşullar altında konuşmak neşe verici bir süreç olmaya başlamıştı. Don Juan’a bu konuşmamı açıklamasını söylemek istedim; ne var ki, artık ağzımdan bir sözcük bile çıkamıyordu. Düşüncelerimi seslendirmek için yırtınırcasına uğraşıyordum, ama boşunaydı. En sonunda vazgeçmiştim ki, “Kim konuşuyor, kim konuşuyor?” sözleri kendiliğinden çıkıverdi ağzımdan.
Bu soru don Juan’ı öyle güldürmüştü ki, bir ara karnı bile hop hop oynadı.
Ne demek istediğimi açık seçik bildiğim zamanlar, yalın şeyleri söylemenin olası bulunduğunu anlamıştım.
“Konuşuyor muyum? Konuşuyor muyum?” diye sordum gene.
Don Juan, gevezelik yapmayı kesmezsem, dışarı çıkıp ramadanın altında oturacağını, beni soytarılıklarımla baş başa bırakacağını söyledi.
“Soytarılık değil ki bu.” dedim.
Bu konuda çok ciddiydim. Düşüncelerim çok açıktı; oysa, gövdem uyuşmuştu, hiçbir yanımı hissedemiyordum. Eskiden bu gibi durumlarda olduğu gibi, boğulma hissi duymuyordum. Çok dingindim, çünkü hiçbir şey duyumsamıyordum. İstencimle herhangi bir hareket yapamıyordum, ama gene de konuşabiliyordum. Mademki konuşabiliyordum, öyleyse, don Juan’ın dediği gibi ayağa kalkabilmem de olasıydı.
İngilizce olarak “Kalk.” dedim ve göz açıp kapayana dek kendimi ayakta buldum.
Don Juan gözlerine inanamaz gibi başını sallayarak yürüdü, evden çıktı.
“Don Juan!” diye üç kez çağırdım onu.
Geri geldi.
“Beni yatır.” dedim.
“Kendin yat.” dedi. “Bakıyorum, iyi gidiyorsun.”
Ben de, “Yat.” dedim; birden oda yok oldu gözümden.
Hiçbir şey göremiyordum. Bir süre oda da, don Juan da gözlerimin önünde belirdi. Galiba yüzüm yere dönük yatmıştım ve don Juan saçlarımı kavrayıp başımı kaldırmıştı.
Alçak, tedirgin bir sesle “Sağol.” dedim.
Don Juan sesimi öykünerek, “Bi şey diil.” diye yanıtladı ve yeniden koyuverdi kahkahayı.
Sonra kimi yapraklar getirip kollarımı ve ayaklarımı o yapraklarla ovmaya başladı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum.
Sesimdeki acıklı titremi öykünerek, “Seni ovuyorum.” dedi.
Gülmekten her yanı sarsılıyordu. Işıklı gözlerinde dostluk pırıltıları vardı. Sevdim onu. Don Juan’ın iyi yürekli, sevecen ve şakacı olduğunu bir kez daha görmekteydim. Onun gülmesine katılamıyordum; ama bunu çok isterdim. İçimi bir başka çoşturucu duygu kapladı, ve güldüm. Öyle acayip bir gürültü çıkararak gülmüştüm ki, don Juan bir ara ne diyeceğini bilemedi.
“İyisi mi seni kanala götüreyim,” dedi, “soytarılık yapa yapa canın çıkacak yoksa.”
Don Juan beni ayağa kaldırıp odada biraz dolaştırdı. Azar azar ayaklarımı, bacaklarımı sonra da tüm gövdemi duyumsamaya başladım. Kulaklarım tuhaf bir basınçla eziliyordu. Kol, bacak uyuşması gibi bir duyguydu bu. Ensemden ve başımın tepesinden aşağıya doğru büyük bir güçlükle itiliyordum sanki.
Don Juan beni dosdoğru evin ardındaki sulama kanalına götürdü ve giysilerimi çıkarmadan beni suya daldırdı. Soğuk su, basıncı da ağrıyı da sonunda bir şey kalmayana dek yavaş yavaş azalttı.
Eve dönüp giysilerimi değiştirdim, bir köşeye kuruldum. Yeniden bir uzaklık duygusu, dingince oturma isteği sarmıştı beni. Yalnız, bu kez, bunun zihin berraklığı ya da zihnimi düşüncelerim üzerinde yoğunlaştırabilme yetisi değil de, bir karasevda gibi, gövdesel bitkinlik gibi bir durum olduğu dikkatimi çekmişti.

Cvp: Bölüm 7

12 Kasım 1968
Bu sabah don Juan’la birlikte bitki toplamak için o yöredeki tepelere çıktık. Çok pürüzlü yerlerden geçe geçe on kilometre kadar yürüdük. Çok yorulmuştum. Önerim üzerine, dinlenmek için oturduk. Don Juan konuşmaya başladı, ilerlemelerimin onu çok sevindirdiğini söyledi.
“Şimdi artık o konuşanın ben olduğumu biliyorum.” dedim, “ama o vakit bir başkası konuşuyormuş gibi gelmişti bana.”
Don Juan, “Elbette sendin,” dedi.
“Kendi sesimi neden tanıyamadım?”
“Dumancık işte böyle yapar adamı. Konuşabilirsin de,
konuştuğunu ayrımsayamazsın. Ya da binlerce kilometre gidebilir, bunun da farkına varmazsın. Nesnelerin içinden de böyle geçilir işte! Dumancık yok eder gövdeni de, özgür kalırsın; yel gibi, yelden de özgür... Bi kaya, bi duvar, dağlar durdurabilir yeli. Dumancık, hava denli özgür kılar adamı, hattâ daha da özgür. Örtülü bir mezarda sıkışır kalır hava. Bayatlar. Oysa dumancığın yardımıyla, hiçbi şey durduramaz, kilitleyemez seni.”
Don Juan’ın sözleri, bende kuşkuyla karışık bir çoşku yaratmıştı. Bir tür tedirginlik, tanımsız bir suçluluk duygusu altında eziliyordum.
“Yani bütün bunları yapabilir insan, öyle mi, don Juan?”
Don Juan keskin bir biçimde, “Sen ne dersin? Bunlara inanmaktansa, delirdiğini sanmayı yeğlersin muhakkak.” dedi. “Tabii, bütün bu şeyleri kabul etmek senin için kolay. Benim için ise olanaksız...”
“Bana da kolay gelmez. Benim senden üstün bi yanım
yok ki! Bu şeyleri kabullenmek senin için de, benim için de ya da başkaları için de zor iştir.”
“Ama bunlar seni tedirgin etmişe benzemiyor, don Juan.”
“Haklısın; ne var ki, çok şey ödemişimdir bunun karşılığında. Savaşım verdim ben; senin verip vereceğinden kat kat fazla belki de. Her şeyin, dönüp dolaşıp senin çıkarına göre biçimlenivermesine çok şaşıyorum doğrusu. Dün senin yaptığını yapabilmem için ne denli çok uğraştığımı anlatamam sana. Ne yaparsan yap, hep seni kollayan, sana yardım eden bi şeyler var sende. Bu güçleri nasıl öğrendiğine bakıyorum da, başka türlü nasıl açıklayabileceğimi bilemiyorum. Daha önce, Mescalito’yla da aynı şeyi yapmıştın. Şimdi de dumancıkla... Ne denli büyük bi yetin olduğuna sevin de, bırak öbür kaygılarını bi yana.”
“Öyle kolay mı sanıyorsun bunu? İçim parçalanıyor benim.”
“Çok geçmez bütünlüğüne kavuşursun yakında. Bi kere gövdene iyi bakmıyorsun. Şişmansın. Daha önce sana bunları söylemek istememiştim. Herkes ne yaparsa yapar, bu onların kendi bileceği bir iştir, yıllar var ki uzaklardasın. Ama döneceğini söylemiştim sana; ve döndün de... Aynı şey benim başıma da gelmişti. Beş buçuk yıl ayrı kalmıştım.”
“Ne diye bırakmıştın, don Juan?”
“Sen ne diye bıraktıysan, o yüzden. Sevmemiştim bu işi.” “E, sonra neden döndün?”
“Sen ne diye döndüysen, ben de o nedenle döndüm. Çünkü yaşamanın başka bi yolu yoktur ki!”
Bu son söylediği şey çok etkilemişti beni. Çünkü bende
başka bir yaşam biçimi olamayacağını düşünmekteydim o sıralar. Bu düşüncemi kimselere açmıyordum. İşte, don Juan çıkmış, aklımdan geçenleri tam olarak söyleyivermişti.
Çok uzun bir sessizlikten sonra, sordum: “Dün ben ne yaptım, don Juan?”
“Kalkmak istemiştin, ve kalktın.”
“Ama bunu nasıl yaptım, bilmiyorum ki!”
“Zaman alır bu yöntemi geliştirmek. Önemli olan bunun nasıl yapıldığını bilmendir.”
“Ama bilmiyorum ki! Anlatmak istediğim şey bu zaten;
vallahi bilmiyorum.”
“Biliyorsun, biliyorsun.”
“Don Juan, inan bana; yemin ederim...”
Don Juan, ben sözümü bitirmeden, kalktı, yürümeye başladı.
Daha sonra, öbür dünyanın bekçisinden söz açtık gene. “Deneyimimdeki o şeyin gerçekliğine bir inansam!” dedim. “O zaman demek ki o bekçi, insana büyük zararlar verebilen dev gibi bir canavardır; ve sırf istencimle kendimi gerçekten öyle uzaklara iletebileceğime inansaydım, mantıklı olarak, istencimle o canavarı yok edebileceğim sonucuna da varmak gerekirdi. Öyle değil mi?”
Don Juan, “Tam öyle değil,” dedi. “Bekçiyi istencinle yok edemezsin. Ama, istencinle, onun seni incitmesini önleyebilirsin. Tabii, bunu başarabilirsen, artık yolun açılmış sayılır. Bekçiyi geçip gidersin; ve bi şeycikler yapamaz sana. Kılını bile kıpırdatamaz.”
“Nasıl yaparım bunu?”
“Nasıl yapıldığını bilmektesin. Biraz alıştırma yap, yeter.”
Dünyayı farklı olarak sezinlememizden kaynaklanan bir anlaşmazlık içinde bulunduğumuzu belirttim. Bana göre bir şeyi bilmenin, ne yaptığımın bilincinde olmak ve bildiğim şeyi istediğim zaman uygulayabilmek demek olduğunu; oysa bu durumda, dumanın etkisiyle yaptıklarımın bilincinde olmadığımı, ölüm kalım meselesi olsa bile aynı şeyi yineleyemeyeceğimi açıkladım.
Don Juan beni süzmekteydi. Söylediklerim onu eğlendirmişe benziyordu. Şapkasını çıkararak şaşkınlığını belirtmek istediği zamanlar yaptığı gibi şakaklarını kaşıdı.
Gülerek, “Güzel güzel konuşup da hiçbir şey söylememekte üstüne yok vallahi,” dedi. “Sana söylememiş miydim bilgi adamı olmak için eğilmez bir istencin olmalıdır diye? Oysa senin, aklını bilmecelerle karıştırma hususunda eğilmez bir istencin vara benzer. Bu dünya açıklanabilecek şeylerle doluymuş gibi, her şeyi açıklamakta diretirsin. Şimdi de karşına bekçi çıktı; istencinle devinebilme sorunu çıktı. Bu dünyada senin yöntemlerinle açıklanabilecek çok az, ama çok az şeyin bulunduğu hiç aklına gelmiyor, di mi? Sana, bekçinin senin geçişini gerçekten engellediğini ve bi vuruşta seni şeytan çarpmış keçi yavrusu gibi titreteceğini söylediğimizde dalga geçmiyorduk herhalde. İnsanın, istenciyle hareket edebileceğini söylerken de dalga geçmedik, nasıl hareket edilebileceğini sana azar azar öğretmeyi tasarlamıştım; ama, baktım ki, sen bilmediğini söylemene karşın, pekâlâ bilmektesin bunu.”
“Ama, vallahi bilmiyorum.” diye karşı çıktım.
Don Juan sert çıkarak, “Biliyorsun, sersem.” dedi ve ardından gülümsedi. “Senin bu halin bana neyi anımsatıyor, bilir misin? Bi zamanlar birisi Julio diye bi çocuğu harmanlama makinesine oturtmuştu; makineyi hiç görmemişti çocuk, ama bal gibi kullanmıştı.”
“Anlıyorum ne dediğini, don Juan, ama içimde bunu yineleyemeyeceğim korkusu var. Çünkü ne yaptığımı tam olarak bilmiyorum ki!" Don Juan, “Sahte büyücüler, bu dünyada anlayamadıkları şeyleri lafla açıklamaya çalışırlar,” dedi, “her şey büyülüdür onlara göre. Ama sen de öylesin. Üstelik her şeyi kendine göre açıklamak istersin; oysa senin de bişey anladığın yok kendi açıklamalarından.”

Cvp: Bölüm 7

.