Konu: Bölüm 7
Görme İşi
Sekiz Kasım 1968’de don Juan’ın evine vardığım zaman, onu evde bulamadım. Onu nerede bulacağımı bilemediğimden, oturup bekledim. Her nedense, çok geçmeden döneceğini biliyordum. Kısa bir süre sonra don Juan yorgun görünüyordu; bir mindere uzanmıştı. Birkaç kez esnedi.
“Görme” konusu iyice takılmıştı kafama; don Juan’ın sanrılandırıcı duman harmanını gene içmeyi kararlaştırmıştım. Çok zor olmuştu bu karara ulaşmam. Bu yüzden biraz daha dayatayım diyordum.
“Don Juan, görmeyi öğrenmek istiyorum.” dedim durup dururken. “Ama bir şey içmek falan da istemiyorum; yani senin şu dumanını tüttürmek falan istemiyorum. Onsuz öğrenemez miyim görmeyi? Ne dersin?”
Don Juan uzandığı yerden toparlanarak oturdu. Bir an bana baktıktan sonra gene mindere uzandı.
“Hayır!” dedi. “Dumanı kullanman gerek.”
“Ama, don Genaro’dayken görmeye çok yaklaştığımı söylemiştin.”
“Genaro’nun yaptıklarının bilincindeymişsin gibi bi şeyler parıldamıştı içinde bir ara; ama sen yalnızca bakarmışsın. Belli ki görmeye benzeyen bi şey var sende-ama görme değil. Senin gözlerin bağlanmış; yalnızca duman açar senin gözünü.”
“Ne diye gerekiyor dumanı çekmem? İnsan duman olmaksızın öğrenemez mi yani görmeyi? Güçlü bir isteğim var. Yetmez mi bu?”
“Hayır yetmez. Görme öyle kolay bir iş değildir; o oynak dünyaya bi bakış atabilmek için gerekli hızı yalnızca duman sağlayabilir. Yoksa, yalnızca bakar durursun.”
“Oynak dünya da ne demek?”
“Gördüğün zaman, dünya, şimdi düşündüğün gibi olmaz. Oynak, devingen, değişen bi dünyadır o. İnsan kendi başına da o dünyayı anlayabilir belki; ama bir işe yaramaz bu, çünkü doğurduğu gerilim yıpratır gövdeni. Oysa, dumanı kullanırsan, yorulmadan yapmış olursun bunu. Duman oynak dünyayı sezinleyebilecek hızı sağlar sana; gövden de gücün de yerli yerinde kalır.”
Çarpıcı bir biçimde, “Pekâlâ!” dedim. “Kaçacak delik kalmadı artık. Dumanı içeceğim.”
Bu yapmacık duygusallığım onu güldürmüştü.
“Kes be adam!” dedi. “Hep yalnış yere toslarsın. Şimdi de sırf dumanın sana kılavuzluk etmesine karar verdin diye göreceğini sanıyorsun. Başka yanları da var işin. Zaten her şeyin her zaman bi sürü başka yanı vardır.”
Bir an ciddileşmişti.
“Seni çok iyi inceledim, ve ne yaptığımı çok iyi biliyorum,” dedi, “çünkü benim bilgimi öğrenmeni Mescalito istemekte. Ne var ki, istediğin her şeyi sana öğretmeye vakit bulamayacağım. Yalnızca seni yola sokacak vaktim olacak; ve ondan sonrasını sen kendin, benim yapmış olduğum gibi arayacaksın. Evet, benden çok daha tembel ve inatçısın. Görüşlerin benimkilerden farklı. Yaşamının tutacağı yönü kestiremem.”
Bunları söylerkenki düşünceli hali, davranışlarında sezdiğim bir şeyler, eski bir duyguyu uyandırmıştı içimde-korku, yalnızlık ve bekleyiş karışımı bir duyguyu.
“Ne durumdasın, anlarız yakında.” diye anlamını çıkaramadığım bir şey söyledi.
Başkaca bir şey dememişti. Bir süre sonra evin dışına çıktı. Onu izleyerek önüne geçtim; karşısında durdum. Otursam mı yoksa ona getirmiş olduğum paketleri arabadan çıkarsam mı diye düşünüyordum.
Bir şeyler demiş olmak için, “Tehlikeli mi olur?” diye sordum.
“Her şey tehlikelidir,” diye yanıtladı.
Don Juan’ın konuşmak istemediği belliydi; bir köşeye yığdığı kimi küçük bohçaları toplayarak bir fileye doldurdu. Yardım etmeyi falan önermedim; çünkü yardım etmemi isteseydi, kendisi söylerdi bunu. Sonra hasır yaygının üzerine uzandı. Rahat etmemi, dinlenmemi söyledi. Ben de kendi minderime oturup uyumaya çalıştım, ama yorgun değildim. Bir gece önce bir motelde duraklamış, don Juan’ın yerine üç saatlik bir yol kaldığını bildiğimden öğleye kadar uyumuştum. Onun da uyuduğu yoktu. Gözleri kapalıydı ama, başını belli belirsiz, tartımlı bir biçimde kımıldattığını görebiliyordum. Kendi kendine ezgi söylüyor olabileceği geldi aklıma.
Don Juan, birden, “Haydi yemek yiyelim.” dedi. Ürküp yerimden fırladım. Don Juan ekledi: “Çok güçlü olman gerekecek. Enerji topla bakalım.”
Don Juan bir çorba hazırladı, ama aç değildim.
Ertesi gün, 9 Kasım’da, don Juan yalnızca bir lokma bir şeyler yiyip dinlenmemi istedi. Sabahtan öğleye kadar yatıp durdum. Ama gevşeyemiyordum. Don Juan’ın neler düşündüğünü bilemiyordum; daha da kötüsü, kendimin neler düşündüğümü bile bilmiyordum.
Öğleden sonra saat üç dolaylarında ramadanın altında oturuyorduk. Karnım çok açtı. Bir kaç kez yemek yememizi önerdiysem de, pek oralı olmamıştı.
“Üç yıldır kendi harmanını hazırlamış değilsin,” dedi birden, “benim harmanımı tüttüreceksin; senin adına toplamış olayım bunu. Zaten bi tutam yeterlidir. Pipoyu bi kez dolduracağım. Hepsini içersin, sonra dinlenirsin. Sonra da öbür dünyanın bekçisi gelecek. Sen, yalnızca gözlemlersin-bi şey yapmadan... Onun devinimlerini gözlemle; yaptığı her şeyi gözlemle. İyi bak, çünkü bir ölüm kalım sorunudur bu.”
Don Juan yönergesini öyle beklenmedik bir biçimde kesmişti ki, ne diyeceğimi, ne düşüneceğimi bile bilememiştim. Anlamsız bir şeyler geveledim. Düşüncelerimi toparlayamıyordum. Sonunda, aklıma gelen ilk belirli düşüncemi dile getirdim: “Kimmiş bu bekçi?”
Don Juan konuşmak istemediğini açıkça belirtti. Ne var, çenemi kapatamayacak denli sinirliydim ve bu bekçiye değin bir şeyler anlatması için asılmayı sürdürdüm.
“Göreceksin,” dedi don Juan önemsemez bir sesle, “öbür dünyayı bekler o.”
“Hangi dünyayı? Ölülerin dünyasını mı?”
“Ne ölülerin dünyası, ne de başka şeylerin dünyası... Yalnızca bi başka dünya... Anlatmanın bi yararı yok ki! Kendin görürsün.”
Don Juan bunları söyledikten sonra eve girdi. Onu odasına kadar izledim.
“Bir dakika, don Juan, bekle! Ne yapacaksın?”
Yanıt vermedi. Ufak bir kılıftan piposunu çıkardı ve odanın ortasında serili hasıra oturarak soran gözlerle bana baktı. Gönlümün olmasını bekler gibiydi.
Yumuşak bir sesle, “Ne kaçıksın ya!” dedi. “Korktuğun yok senin. Korktuğunu söylüyorsun, o kadar...”
Başını yavaş yavaş iki yana salladı. Sonra karışımın bulunduğu küçük keseyi alıp piponun ağzını doldurdu.
“Korkuyordum, don Juan. Gerçekten korkuyordum.” “Hayır, korku değil bu.”
Zaman kazanmak için, çaresizlikle, duygularımı açıklayıcı uzun bir tartışıya başladım. Korkmakta olduğumu içtenlikle ileri sürüyordum. Ama don Juan, korku belirtileri olan soluk soluğa kalma ya da yürek çarpıntısı gibi durumları görmediğini söylüyordu.
Bir an bu söylediklerini düşündüm. Yanılıyordu. Genellikle korkuya eşlik eden birçok fiziksel değişiklikler vardı bende; çaresiz kalmıştım. Son saatim gelmiş de dünya başıma yıkılmış gibi bir duygu içindeydim. Midem altüst olmuştu; yüzümün solmuş olduğuna emindim; ellerim sırılsıklam ter içinde kalmıştı; ama gene de gerçekten korkmadığımı düşünüyordum. Yaşamım boyunca alışık olduğum korku duygusu değildi bu; bana özgü o korkuya benzer yanı hiç yoktu.
Piposunu elinde tutarak, hâlâ soran gözlerle bana bakarak hasırın üzerinde oturmakta olan don Juan’ın önünde bir yandan odayı arşınlarken bir yandan da konuşuyordum. Durumumu iyice irdeleyince, duymakta olduğum şeyin, alışık olduğum korku olmadığını; sanrılandırıcı bitkileri kullanmanın verdiği şaşkınlıktan kaynaklanan derin bir tedirginlik, bir hoşnutsuzluk olduğu sonucuna vardım.
Don Juan bir an beni süzdü, sonra gözlerini kısarak bir şey arar gibi ötelere baktı.
Artık oturup gevşememi kesin bir biçimde söyleyene dek bir ileri bir geri yürümemi sürdürmüştüm. Birkaç dakika sessizce oturduk.
Don Juan, birden, “Zihin berraklığını yitirmek istemezsin di mi?” diye sordu.
“Elbette istemem,” dedim.
Neşelenmişçesine güldü.
“Berraklık, bilgi adamının ikinci düşmanı, çökmüş senin
üstüne,” dedi. Sonra da güven vermeye çalışarak, “Korktuğun yok senin.” diye ekledi. “Ama, şimdi de berraklığını yitirmemek için didiniyorsun. Ve de kaçığın teki olduğun için, buna korku diyorsun.”
Kıkır kıkır gülüyordu.
Sonra buyurdu, “Haydi git biraz ateş getir,”
Sesindeki titrem sevecen ve güven vericiydi. Yerimden
kalkıverdim ve evin arka bahçesine gittim; ordaki ocaktan korlaşmış birkaç kömür parçası alıp ufak yassı bir taşın üzerine koydum ve odaya döndüm.
Don Juan dışarıdan seslenerek, “Sahanlığa gelsene!” dedi.
Her zamanki yerine bir hasır yaymıştı. Kömürleri onun yanına bıraktım. Don Juan, üfleyerek, ateşi canlandırdı. Tam oturacağım sırada, beni durdurarak, hasırın sağ kıyısına oturmamı buyurdu. Ardından, piponun içine bir kor yerleştirerek bana uzattı. Aldım. Don Juan’ın sessiz bir güçle beni yönlendirmesine şaşakalmıştım. Söylecek söz bulamıyordum. Tartışmak falan gelmiyordu içimden. Korkmadığımı anlamıştım; yalnızca zihnimin berraklığını yitirmek istemiyordum.
Don Juan gülümseyerek, “Çek, içine çek,” diye buyurdu. “Bu kez yalnızca bu kadar içeceksin.”
Pipoyu emdim. Tutuşan harmanın cızırtısını işitebiliyordum. Birden, ağzımın ve burnumun içi buzla kapanmış gibi oldu. Bir daha çektim; soğukluk göğsüme kadar uzandı. Son çekişimde, tüm gövdemin içi yabansı bir soğuk-ılıklıkla kaplanmış gibi olmuştu.
Don Juan pipoyu alarak içindekiler gevşesin diye avucunun içine birkaç kez vurdu. Sonra da, hep yaptığı gibi, parmağını tükürükleyerek piponun içini ovaladı.
Gövdem uyuşmuştu. Ama devinebiliyordum. Daha rahat oturabilmek için kıpırdanıp duruyordum.
“Şimdi ne olacak?” diye sordum.
Sesimi zorlukla çıkartabiliyordum.
Don Juan piposunu büyük bir özenle kınına yerleştirip
uzunca bir beze sardı. Sonra karşımda dikçe oturdu. Başım dönüyordu; gözlerim kendiliğinden kapanıyordu. Don Juan beni sarsarak uyanık kalmamı buyurdu. Uyursam, öleceğimi çok iyi bildiğini anımsattı. Bu uyarısı, kendime gelmeme yetmişti. Don Juan, ola ki, bunu sırf uyanık kalmam için söylemekteydi; ama, öte yandan, doğru söylüyor da olabilirdi. Gözlerimi açabileceğim kadar açtım. Don Juan’ı epey güldürmüştü bu. Bir süre beklememi, gözlerimi hep açık tutmamı, ve öbür dünyanın bekçisini görebileceğim bir anın er geç geleceğini söyledi.
Tüm gövdemi bunaltıcı bir sıcaklık kaplamıştı. Duruşumu değiştirmeye çalıştım, ama artık devinemiyordum. Don Juan’la konuşmak istedim; sözcükler içinde ta derin bir yerdeymişler gibiydi, bir türlü sökemiyordum onları yerlerinden. Sonra sol yanıma yıkıldım ve kendimi don Juan’a yerden bakar bir durumda buldum.
Don Juan bana doğru eğildi ve fısıldayarak, ona bakmamı, gözlerimi hasırın, tam önünde bulunan bir noktasına dikmemi buyurdu. Bir gözümle, sol gözümle bakmam gerektiğini, bekçiyi göreceğim anın muhakkak geleceğini de ekledi. Gözümü, göstermiş olduğu noktaya diktim. Ama bir şeycikler göremiyordum. Ama, bir an geldi, gözümün önünde uçmakta olan bir tatarcık gördüm. Böcek, hasıra kondu. Devinimlerini izledim. Bir ara çok yaklaştı bana. Öyle ki, görüşüm bulandı. Sonra birden kalkmışım gibi geldi bana. Üzerinde düşünmem gereken şaşırtıcı bir duygu içindeydim; ama vaktim yoktu bunu yapmaya. Ayakta dururken bakmaya alışık olduğum biçimde görmekteydim her şeyi. Üstelik gördüğüm şey tüm benliğimi altüst etmişti. Geçirdiğim sarsıcı çoşkusal deneyimi başka türlü nasıl anlatacağımı bilemiyordum. Tam önümde, az ileride canavar gibi dev bir hayvan durmaktaydı. Gerçekten korkunç bir canavar! O ana dek en aşırı düşsel kurgularda gördüklerim, bu gördüğüm şeyin yanına bile yaklaşamazdı. Donakalmıştım. Büyük bir şaşkınlık içinde baktım ona.
En başta, büyüklüğü çekmişti dikkatimi, her nedense, otuz metre boyundaymış gibi görüyordum onu. Nasıl olduğunu çıkaramadım ama, dik duruyor gibiydi. Sonra da kanatları çekti dikkatimi-kısa, geniş iki kanat... O sırada bu hayvanı, olağan bir şeymişçesine incelemekte olduğum bilincine varmıştım. Yani, ona bakıyordum. Ne var ki, bu bakış alışageldiğim bakışlara pek benzemiyordu. Sanki karşımda tamamlanmakta olan bir resim vardı da, her geçen an daha belirgin olarak ortaya çıkmaktaydı. Öbek öbek püsküller gibi tüylerle, kara kıllarla kaplıydı gövdesi. Hortum gibi bir ağzı vardı ve içinden sıvılar akmaktaydı. Gözleri çıkıktı ve yuvarlaktı; koskoca iki top gibi...
Sonra kanatlarını oynatmaya başladı. Bir kuşun kanat çırpmasına benzemiyordu bu; bir tür hızla titretme hareketi yapıyordu. Kanat titretmesi daha da hızlanınca, önümde dolaşmaya başladı. Uçmaktan çok, aşırı bir hız ve çeviklikle, yerden birkaç santimetre yukarıda kayıyormuş gibiydi. Onun bu devinimine bakarak kendimden geçtiğimi ayırmsadım bir an. Bu devinimleri çirkin, ama hızını ve çevikliğini çok görkemli buluyordum.
Önümde kanatlarını titreterek iki daire çizdi; ağzından akan o sıvılar dört bir yana saçılmaktaydı. Sonra birden geri döndü ve inanılmaz bir hızla uzaklaşarak gözden kayboldu. Yapacak başka bir şey olmadığından, gözlerimi böceğin gittiği yere dikerek bakmayı sürdürdüm. Yabancı bir ağırlık çökmüştü üzerime; düşüncelerimi toparlayamıyordum bir türlü. Bulunduğum yerden de ayrılamıyordum. Sanki yapışıp kalmıştım oraya.
Sonra uzaklarda buluta benzer bir şey gördüm. Çok geçmeden o dev yaratık gene son hızla önümde daireler çizmeye başladı. Yüzüme öyle yaklaşmıştı ki, bir ara bana çarptı. Tam olarak nereme çarptığını bilemiyordum, ama kanatlarının bana çarptığını algılamıştım. Hayatım boyunca duyduğum acıların en keskiniydi bu; ve avazım çıktığınca bağırmama neden olmuştu.
Daha sonra baktım, hasıra oturmuşum; don Juan alnımı ovuşturmakta. Kollarımı ve bacaklarımı yapraklarla ovuyordu. Sonra, beni, evin ardındaki bir sulama kanalına götürdü; giysilerimi çıkarttı ve beni suya daldırdı. Ve birkaç kez suyun içinden çekip gene daldırdı.
Sulama kanalının içindeki sığ tabanda yatarken, don Juan ara sıra sol ayağımı yukarıya doğru çekiyor ve ayağımın tabanına hafif hafif vuruyordu. Çok geçmedi, ayağım gıdıklanmaya başladı. Don Juan, bunun farkına vararak önemsemememi söyledi. Sonra giyindim ve birlikte eve döndük. Gene hasırın üzerine oturdum ve konuşmaya çalıştım. Ama, dikkatimi söylemek istediğim şeyin üzerinde toplayamıyordum. Oysa çok berraktı düşüncelerim. Konuşmak için ne denli büyük bir dikkat yoğunlaştırmasına gerek olduğunu görerek şaşakalmıştım. Bir şey söylemek isteyince, başka şeylere bakmayı kesmem gerektiğini de hayretle gördüm. Sanki çok derinlerdeymişim de, bir şey söylemek için, dalgıçlar gibi suyun yüzeyine çıkmam gerekiyormuş gibi bir duygu içindeydim. Sözcükler, beni çekercesine suyun yüzüne çıkarıyor gibiydi. İki kez, olağan bir şeymişçesine boğazımı temizler gibi yaptım. İşte o anda istediğimi söyleyebilirdim; ama söylemedim. Yalnızca bakmayla yetinilen o yabansı sessizlik düzeyinde kalmayı yeğliyordum. Don Juan’ın “görme” dediği şeye dokunmaya başladığımı seziyor ve sevinçten uçuyordum.
Daha sonra don Juan bana biraz çorbayla tortilla (Meksika pidesi) hazırladı ve yememi buyurdu. Güçlük çekmeden ve “görme gücüm” diye adlandırdığım o durumu yitirmeden yiyebiliyordum. Bakışlarımı çevremdeki her şey üzerinde toplaya toplaya dolaştırdım. Her şeyi “görebildiğim” kanısındaydım; ne var, dünya gene o bildiğim dünyaydı. Hava kararana dek “görmeye” çabaladım. Sonunda yorgun düşüp yere uzandım. Uyumuşum.
Don Juan üzerime battaniye örterken uyandım. Başım ağrıyordu; midem bulanıyordu. Çok geçmeden, düzeldim; ertesi güne dek deliksiz bir uyku çektim.
Sabahleyin iyice kendime gelmiştim. Merakla, don Juan’a, “Ne oldu bana?” diye sordum.
Don Juan cilveli bir gülüşle, “Bekçiyi bulmak istiyordun, işte buldun artık onu.” dedi.
“Neydi o, don Juan?”
“Bekçi, gardiyan, öbür dünyanın nöbetçisi,” dedi don Juan açıklarcasına.
Ben, o uğursuz, çirkin canavara değin ayrıntıları anlatmayı tasarlıyordum; ama, o, bu deneyimlerimin pek önemli bir şey olmadığını, herkesin bunu yapabileceğini belirterek, beni dinlemek istemedi.
Bu bekçinin beni çarpılmışa çevirdiğini söyleyerek henüz bu konuyu yeterince düşünmeye fırsat bulamadığımı anlattım.
Don Juan güldü ve bu herşeyi ince eleyip sık dokuma huyumla alay etti.
“Her ne meretse, o şey beni incitti,” dedim. “Senin gibi, benim gibi o da gerçek bir şeydi.”
“Elbet gerçekti. Sana acı verdi ya!”
Deneyimimi gözümün önüne getirdikçe heyecanım artıyordu. Don Juan sakin olmamı söyledi, sonra da, o şeyden sahiden korkup korkmadığımı sordu. “Sahiden” sözcüğünü bastıra bastıra söylemişti.
“Aklımı başımdan almıştı,” dedim. “Hiç böyle bir şey görmedim hayatımda.”
Gülerek, “Hadi canım!” dedi. “O denli korkmadığını biliyorum.”
İçtenlikli bir coşkuyla, “Valla korktum,” dedim, “kımıldayabilseydim, arkama bile bakmadan tüyerdim ordan.”
Don Juan bu sözlerimi çok gülünç bulmuş olacak ki katılarak gülmeye başladı.
“O canavarı görmeye uğraşmanın ne anlamı vardı ki, don Juan?”
Don Juan ciddileşerek yüzüme baktı.
“O bi bekçiydi,” dedi. “Eğer görmek istiyorsan o bekçiyi geçmelisin.”
“Nasıl geçerim ki, don Juan? Otuz metre boyu var...”
Don Juan öyle gülüyordu ki gözlerinden akan yaşlar yanağından aşağı süzülmekteydi.
“Ne diye bırakmıyorsun anlatayım sana gördüklerimi? Yanlış anlama varsa, çıkardı ortaya o zaman.”
“Anlatmak seni mutlu edecekse, anlat bakalım.”
Anımsayabildiğim her şeyi anlattım, ama don Juan etkilenmişe benzemiyordu.
Gülümseyerek, “E, ne olmuş yani?” dedi.
“Öyle bir yaratığı nasıl yenerim ben? Hangi silahla?” Don Juan bir süre sessiz durdu. Sonra bana dönerek,
“Korkmuş değilsin; sahiden korkmuş değildin. Yalnızca incinmiştin, ama korkmamıştın.”
Don Juan minderlerin üzerine uzanıverdi; kollarını başının arkasına kavuşturdu. Artık konuşmayacak sanıyordum.
Don Juan gözlerini ramadanın tavanına dikerek, birden, “Bak,” dedi, “herkes bekçiyi görebilir. Ve kimilerimiz için bu bekçi kimi kez dev gibi, korkunç bi canavardır. Senin şansın varmış; yalnızca otuz metreliğine rastlamışsın! Oysa öyle kolaydır ki gizi!”
Bir an duraklayarak bir Meksika ezgisi mırıldandı.
Sözlerinin etkisini ölçer gibi yavaş yavaş, “Öbür dünyanın bekçisi bi tatarcık böceğidir.” dedi.
“Anlayamadım.”
“Öbür dünyanın bekçisi bi tatarcık böceğidir.” diye yineledi. “Dün senin karşılaştığın şey, bi tatarcıktı. İşte o küçücük böcek, sen onu geçene dek, sana engel olacaktır.”
Bir an, don Juan’ın anlattıklarına inanmak istemedim. Ama, deneyimimdeki sahnelerin sırasını anımsayınca, belli bir aşamada bir tatarcık böceğine bakarken az sonra onun yerine bir serap görürcesine karşımda o canavarı buluvermiş olduğumu kabul etmek zorunda kaldım.
Gerçekten şaşkına dönerek, “Ama ufak bir böcek nasıl bana öylesine acı verir, don Juan?” diye sordum.
Don Juan, “Seni incittiği zaman ufak bi böcek değildi ki!” diye yanıtladı. “Öbür dünyanın bekçisiydi. Bakarsın, bi gün onu alt edecek denli yürekli oluvermişsin. Ama henüz değil; şu anda o, otuz metrelik, salyalar saçan bi canavar. Ama ne desek boşuna. Canavarın karşısında durmak pek kahramanca bir iş sayılmaz. Bu bakımdan, merak ettiğin bi şey varsa, gene bulman gerek bekçiyi.”