Konu: Sunuş - Önsöz
Sunuş
On yıl önce kuzeybatı Meksikalı bir Yaqui Kızılderilisiyle tanışmıştım. Adı “Don Juan”dı. Don, İspanyolcada saygınlık belirten bir sandır. Don Juan’la karşılaşmam tamamıyla rastlantısal olmuştu. Bill adında bir arkadaşla Arizona’da bir sınır kasabasındaki otobüs terminalinde oturuyorduk. Konuşmadan durmaktaydık. Öğleden epey sonraydı; yaz güneşi dayanılmaz bir sıcaklık yaymaktaydı. Bili, birden bana doğru eğilip omuzuma dokundu. Ve alçak bir sesle:
“Sözünü ettiğim adam şurda...” dedi.
Başıyla terminalin kapısını gösteriyordu. Kapıdan içeriye yaşlı bir adamın girmekte olduğunu gördüm.
“Ne demiştin o adam hakkında?” diye sordum.
“Peyoteyi bilen Kızılderili, işte bu adam! Unuttun mu?”
Epey zaman önce Bill’le birlikte bütün gün arabayla dolaşıp yörede oturan Meksikalı “eksantrik” bir Kızılderilinin evini arayıp durduğumuzu anımsadım. Adamın evini bulamamıştık. Sorduğumuz Kızılderililer de bizi bile bile yanıltıyorlar gibi gelmişti. Bili, bu adamın bir “yerbero” olduğunu, sanrılandırıcı kaktüs ile peyoteye değin derin bilgisi olduğunu söylemişti. Yerbero diye tıbbi otlar toplayıp satan kimselere denirmiş. Bili, benim bu adamla tanışmamın çok yararlı olacağı kanısındaydı. Ben, güneybatıda, o yöre Kızılderililerince kullanılan tıbbi bitkilerden örnekler ve bu bitkiler üzerinde bilgi toplarken, Bill de bana kılavuzluk yapıyordu.
Bill, kalkarak adamı selamladı. Bu Kızılderili orta boylu biriydi. Beyaz, kısa saçları kulaklarını hafif örtüyor; böylece başının yuvarlaklığı daha da ortaya çıkıyordu. Yağız yüzündeki derin kırışıklıklar onu çok yaşlı gösteriyorsa da gövdesi güçlü ve dipdiriydi. Bir an ona baktım. Devinimleri, yaşlı bir adamdan beklenmeyen bir çeviklikteydi.
Bill, beni yanlarına çağırdı.
“İyi bir adam,” dedi, “ama onunla anlaşamıyoruz. İspanyolcası acayip; kullandığı deyimler dağlı ağzı mı ne!”
Yaşlı adam Bill’e bakıp gülümsedi. Bildiği İspanyolca birkaç sözcüğü geçmeyen Bill, o dilde anlamsız bir iki laf etti. Ardından da, anlayıp anlamadığımı görmek için yüzüme baktı. Ne var, dediklerinden hiçbir şey çıkaramamıştım. Bill, çaresiz, güldü ve oradan uzaklaştı. Yaşlı adam bana bakarak gülmeye başladı. Ben de, arkadaşımın kimi kez İspanyolca bilmediğini unutuverdiğini söyledim.
“Bizi tanıştırmayı da unuttu anlaşılan,” diyerek adımı söyledim. “Benim adım da Juan Matus. Emrinizdeyim.”
Tokalaştık. Bir süre sessiz durduk. Sessizliği bozarak, ona, inceleme konumu anlattım. Bitkilere, özellikle peyoteye değin her türlü bilgi aramakta olduğumu belirttim. Boyuna konuşuyor, bir türlü duramıyordum. Konuyu hiç bilmediğim halde, bir peyote uzmanı olduğumu söylüyordum. Ne denli çok bildiğimi söylersem, benimle konuşmayı o denli çok ister diye düşünüyordum. Ama bir şey söylediği yoktu. Sabırla dinliyordu. Bir ara başını eğip beni süzdü. Gözleri, sanki içlerinden çıkan bir ışıkla parlamaktaydı. Başımı çevirdim. Sıkılmıştım. O an, saçmaladığımı çakmış olduğunu kesinlikle biliyordum.
Sonunda, gözlerini benden ayırarak, “Bi gün evime gelsene”, dedi. “Ola ki orda daha rahat konuşuruz”.
Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Tedirgindim. Bir süre sonra, Bill içeriye girdi. Tedirginliğimi sezmiş olacak ki, bir şey demeden yanımıza ilişti. Uzun süre öyle dut yemiş bülbüller gibi oturuştuk. Sonra, yaşlı adam kalktı. Otobüsü gelmişti. Hoşçakalın deyip ayrıldı.
Bill, “İyi gitmedi anlaşılan, dimi?” diye sordu. “Evet.”
“Bitkilerden söz açtın mı?”
“Açtım, ama çuvalladım.”
“Eksantrik olduğunu söylemiştim sana. Burdaki Kızılderililer onu tanırlar; ama kimse ağzına almaz adını. Çok garip, dimi?”
“Ama evine çağırdı beni.”
“Assittir! Dalga geçmiş senle. Evine gitsen ne çıkar yani? Bişey anlatacağını mı sanırsın? Ona ne sorarsan sor, çenesini açmaz. Sen öyle apışıp kalırsın gene.”
Bill, daha önceleri de onun gibi pey çok şey biliyor gibi hava atan kimselere rastlamış olduğunu inandırıcı bir biçimde söylüyordu. Bill’e göre, insanın bu kimselerle vakit harcamasına değmezmiş; çünkü nasıl olsa aynı bilgileri verebilecek alçak gönüllü başka kimseler er geç çıkarmış. Böyle eski kafalı molozlarla uğraşacak sabrı da, zamanı da yokmuş. Belki de bu adamın bitkilere değin bilgisi bizimki kadarmış da kendisini bir uzman gibi göstermeye çabalıyormuş.
Bill konuşmasını sürdürüyordu. Ne var, onu dinlemiyordum. Kafamı o yaşlı Kızılderiliye takmıştım. Benim kuru sıkı attığımı bilmişti. Gözlerini anımsıyordum. Kendi ışıklarıyla parlayan gözlerini!
Birkaç ay sonra, tıbbi bitkileri inceleyen bir insanbilim öğrencisi olmaktan öte, açıklanması zor bir merak taşıyan bir kişi olarak, onu görmek için gene geldim. Bana bakışlarını, daha önceleri benzerini görmediğim bir olay olarak nitelendiriyordum. Bu bakışta neler vardı, bilmeyi öyle istiyordum ki! Nerdeyse bir saplantıya dönüşecekti bu isteğim. Düşünüp taşınıyor, düşündükçe daha da olağanüstü buluyordum bu bakışları.
Don Juan’la arkadaş olduk. Bir yıl kadar evine birçok kez gittim. Davranışları bana erinç veriyordu: Nükteleri enfesti. Ama bütün bunlardan daha üstün olan yanı, edimlerindeki dingin uyumluluktu; düşündükçe beni daha da şaşırtan o uyumluluğu. Onun yanındayken şaşılası bir kıvanç duyuyor, ama bu duyguyu yabancı bir tedirginlikle birlikte algılıyordum. Birlikteliğimiz, kendi davranış biçimlerimi sil baştan, köklü bir değerlendirmeden geçirmeye itmişti beni. Yetişmem, herhalde herkes gibi, insanı asılda zayfı ve çaresiz olmayı kabullenmemesiydi; ve sırf onunla birlikte olmam, onun davranış biçimiyle benimki arasındaki ayrımı apaçık ortaya çıkarıveriyordu. O sıralarda bana söyledikleri arasında en etkileyici olanı, yaradılışlarımız arasındaki ayrımla ilgili olanıydı. Ona yaptığım bir ziyaretten önce, yaşamımın akışından ve beni ezen birkaç kişisel çekişmeden ötürü, büyük bir üzüntüye kapılmış bir durumdaydım. Don Juan’ın evine vardığımda, karamsar ve sinirliydim.
Bilgiye olan ilgimden söz açılmıştı; ama her zaman olduğu gibi, ikimiz de başka yanlara çekiyorduk. Ben, deneyimi aşan kuramsal bilgiyi amaçlıyordum; o ise dolaysız dünya bilgisini anlatmak istiyordu.
“Seni saran bu dünyaya değin ne biliyorsun bakalım?” diye sordu.
“Birçok bildiğim şey var herhalde” yanıtı verdim.
“Demem şu ki, seni saran bu dünyayı duyumsadığın oluyor mu hiç?”
“E, elimden geldiğince bu dünyayı duyumsuyorum işte.”
“Yetmez bu. Her şeyi duyman gerek. Yoksa bir anlamı kalmaz dünyanın.”
Hemen, tarifini bilmek için çorbayı içmek gerekmez... gibi basmakalıp bir sözle tartışmayı sürdürdüm. Elektriği öğrenmek için ille de elektrik şoku mu geçirmek gerekir, falan diye uzatıyordum.
“Saçmaladığının farkında mısın?” diye sözümü kesti. “Kanımca, sana bi yararı olmasa da savlarına yapışıp kalıyorsun. Kendi esenliğin pahasına da olsa, değişmek istemiyorsun.”
“Ne dediğini anlamadım ki!”
“Bütünlüğüne kavuşamamış olduğun gerçeğini dile getirmeye çalışıyorum. Kafan iyice karışık senin.”
Bu sözünden hoşlanmamıştım. Darılmıştım. Benim edimlerim, benim kişiliğim üzerine yargı kesmeye hakkı yok herhalde diye geçiriyordum.
“Çok sorunun var, başın belada.” dedi. “Neden?”
Hırçınlaşarak, “Ben de bir insanım, Don Juan,” dedim.
Babam da bu gibi durumlarda bu sözleri söylerdi. Ne vakit ben de bir insanım dese, örtülüce zayıf olduğunu çaresiz olduğunu anlatmış olurdu; onun bu sözü de benimki gibi son kerte bir umutsuzluk duygusuyla dolu olurdu.
Don Juan, ilk karşılaştığımız gün yaptığı gibi, beni bir süzdü.
“Aklın fikrin kendinde,” diyerek gülümsedi. “Böylece kendini iyice yormuş oluyorsun. Bu yorgunluk da, çevrendeki dünyayı görmene engel olur; ve seni, savlarına sarılmaya itiyor. İşte bu yüzden çok sorun var başında. Ben de bir insanım, canım. Ne var ki, benim verdiğim anlam senin dediğin biçimde değil.”
“Ya ne biçimde?”
“Sorunlarımı yendim ben. Ne yazık ki yaşam çok kısa! Bütün o istediğim şeyleri kucaklamak için zaman yok. Ama bunu geçelim. Ne yazık ki!”
Anlatımındaki hava beni çekmişti. Umutsuzluk ya da acınma yoktu onda.
1961’de, ilk kez karşılaşmamızdan bir yıl sonra, don Juan bana tıbbi bitkilere değin kimi gizleri olduğunu açıklamıştı. Bir “brujo” olduğunu söylemişti. İspanyolca bir sözcük olan brujoyu, Türkçe’de büyücü, sağaltıcı, iyileştirici olarak tanımlayabiliriz. O günden sonra aramızdaki ilişki değişti; ben onun çömezi oldum ve izleyen dört yıl boyunca don Juan bana büyücülüğün gizlerini öğretmeye çalıştı. Bu çömezliğimin öyküsünü Don Juan'ın Öğretileri: Yaqui Kızılderililerinin Bilgi Yöntemi adlı kitabımda yazmıştım.
Görüşmelerimizi İspanyolca dilinde yapıyorduk. Don Juan bu dili çok iyi bildiğinden, kendi inançlar dizgesinin çapraşık anlamlarını bana ayrıntılı olarak açıklayabiliyordu. Bu karmaşık ve iyi dizgelenmiş bilgi derlemine büyücülük, don Juan’a da büyücü dememin nedeni, bunların, gündelik konuşmalarımız sırasında kendisinin kullandığı ulamlar (kategori) olmasıdır. Daha ağırbaşlı görüşmelerimiz bağlamındaysa, don Juan büyücülük ulamını “bilgi adamı” ya da “bilen kişi” terimleriyle yapıyordu.
Don Juan, bilgisin öğretmek ve doğrulamak amacıyla iyi bilinen üç sanrılandırıcı bitkiyi kullanmaktaydı: Peyote, Lophophora williamsii, jimson otu, Datura inoxia, bir de Psilocybe cinsinden bir tür mantar. Bu sanrılandırıcıları ayrı ayrı zamanlarda içmek ya da yutmak, don Juan’ın çömezi olarak bende, kimi yabansı algılama bozuklukları ya da bilinç değişikliğine yol açıyordu. “Olağandışı gerçeklik durumları” diyordum bunlara. “Gerçeklik” sözcüğünü kullanmamın nedeni şudur: Don Juan’ın inançlar dizgesinde bu üç bitkiden herhangi birinin alınmasıyla ortaya çıkan bilinçlilik durumları aslında sanrı değillerdir; yerine, gündelik yaşam gerçekliğinin, alışılmışın dışında da olsa, somut görünümleridir. Don Juan bu olağandışı gerçeklik durumlarını “sanki” gerçekmişler diye değil de, gerçeğin “kendisi” olarak görüyordu.
Bu bitkileri sanrılandırıcı olarak sınıflandırmak ve neden oldukları durumları olağandışı gerçeklik diye nitelendirmek, benim yaptığım bir düzenlemedir. Don Juan bu bitkilerin bir insanı, kişinin dışında bulunan kimi etken ya da “Güçler”e götüren araçlar olduklarını; yarattıkları durumların da bir büyücünün bu güçlere egemen olabilmesi için o güçlerle yapmak zorunda olduğu “karşılaşmalar” olduğunu söylüyordu.
Peyoteye “Mescalito” diyor, onun yardımsever bir öğretmen ve insanların koruyucusu olduğunu belirtiyordu. Mescalito, “doğru yaşam biçimi”ni öğretirmiş. Peyote genellikle, büyücülerin “mitotes” dedikleri toplantılarda yeniyordu. Bu toplantılara katılanlar özellikle, doğru yaşam biçimini bulmayı amaçlarlardı.
Don Juan, jimson otuyla mantarların başka başka güçler olduğunu söylerdi. Ona göre bu güçler birer “dost”tu, ve onları yönetmek olasıydı; nitekim, büyücüler güçlerini bu dostlardan yararlanarak elde ederlerdi. İkisi arasından don Juan’ın tuttuğu, mantarlardı. Mantarlardaki gücün, kendi kişisel dostu olduğunu söylüyor ve buna “duman” ya da “dumancık” diyordu.
Mantarları, içilebilir duruma getirmek için don Juan önce onları küçük bir sukabağının içinde tozarıncaya kadar kurumaya bırakıyordu. Sukabağının ağzını tıkayıp bir yıl bekletiyor ve ince mantar tozunu beş başka bitki kurusuyla karıştırarak pipoyla içilen bir tüttürüm harmanı elde ediyordu.
Bir bilgi adamı olmak için bu dostla birçok kez “karşılaşmak” gerekiyordu; onunla iyice tanışmak koşulu vardı. Bu önkoşula göre insanın, sanrılandırıcı harmanı sık sık tüttürmesi gerekiyordu. “Tüttürme” süreci, harmanın içerdiği küllenmeyen ince mantar tozuyla öbür beş bitki karışımının içe çekilmesinden oluşuyordu. Don Juan bu mantarların insanın sezgisel yetisinde yarattığı derin etkileri, “dostun, insanın gövdesini yok etmesi” olarak tanımlıyordu.
Don Juan’ın öğretim yöntemi, çömezinin olağanüstü bir çaba göstermesini öngörüyordu. Gerçekten de istenen katılma ve bağlanma kertesi öylesine ağırdı ki, 1965 yılının sonunda çömezlikten ayrılmak zorunda kaldım. O zamandan beri geçen beş yıldan sonra gene bakınca, bunu şöyle söyleyebilirim: Yani, don Juan’ın öğretilerinin, “dünya görüşü’mü çekinceli bir biçimde sarsmaya başladığı zaman, çömezlikten ayrıldım. Hepimizde var olan o gündelik yaşamın geçekliğini varsayma kesin duygusunu yitirmeye başlamıştım.
Çekilişim sırasında bu kararımın kesin olduğuna; don Juan’ı artık hiç görmek istemediğime inanıyordum. Ne var ki, 1968 yılının Nisan ayında kitabımın ön baskılarından biri bana verildiğinde, bunu ona göstermek tutkusuna kapıldım.
Ona gittim. Usta-çömez bağımız akıl ermez bir biçimde yeniden kuruluverdi. İşte o zaman çömezliğimin ikinci dönemine girmiş oldum; hem de ilkine hiç benzemez bir biçimde. Artık eskiden olduğu gibi, korkularım pek yeğin olmuyordu. Don Juan’ın öğretilerinin genel havası çok daha yumuşamıştı. Her fırsatta gülüyor, beni de güldürüyordu don Juan. Genel olarak, ağırbaşlılığı, bile isteye en aza indirgemeye çalışır görünüyordu. Bu ikinci dönemin en can alıcı noktalarında işi soytarılığa döküyor, benim için çok sıkıntılı olabilecek deneyimlerin üstesinden gelivermeme yardımcı oluyordu. Bana öğrettiği bilginin çarpıcılığına ve yabansılığına katlanabilmek için önemsemeyen ve yumuşak başlı bir tutuma gerek olduğunu savlıyordu.
Bir gün, beş yıl önceki ayrılışımdan söz açılınca, “Korkup kaçmanın nedeni, kendini öyle aman aman önemsemendir,” demişti. “İnsanın kendisini önemsemesi, onu ağırlaştırır, beceriksiz kılar; kişi kendini beğenmişin biri olur çıkar. Bilgi adamı olabilmek için, kişinin hafif olması, akıcı olması gerektir.”
Don Juan, çömezliğimin bu ikinci döneminde bana özellikle “görme”yi öğretmek istiyordu. Besbelli, onun bilgi dizgesinde iki ayrı sezgisel yaklaşım olarak, “görme” ile “bakma” arasında anlambilimsel bir ayrım yapmak olasıydı. “Bakma,” dünyayı olağan biçimde, alışageldiğimiz gibi sezme anlamına geliyor; “görme” ise, bir bilgi adamının dünyadaki şeylerin “özü”nü sezebilmesi için gerekli olan çok karmaşık bir süreci belirtiyordu.
Öğrenim sürecinin bu şaşırtıcı kertedeki karmaşıklığını kolayca okunur bir durumda sunabilmek amacıyla tuttuğum inceleme notlarını yeniden düzenleyerek uzun soru ve yanıt bölümlerini özetlemiş bulunuyorum. Kısaltarak verdiğim anlatımın, don Juan’ın öğretilerinin anlamından herhangi bir şey yitirmesine neden olmayacağı inancındayım. İnceleme notlarıma akıcılık vermek amacıyla yaptığım düzenleme sonucunda, notlarımın, söyleşilerde olması gereken akıcılığa kavuştuğunu ve istediğim etkiyi vereceğini sanıyorum. Yani, gerçekte olanları okuyucuya en dolaysız biçimde, bir röportaj gibi iletmek istedim. Ayrı ayrı verdiğim her kısım, don Juan’la yaptığım bir oturumu göstermektedir. Genellikle, oturumlarımızın her birini beklenmedik bir
biçimde noktalardı. Bu bakımdan, her kısmın sonundaki çarpıcılık, benim yazınsal bir oyunum değildir; bunlar, don Juan’a özgü konuşma biçiminin ürünleridir. Derslerin çarpıcı nitelik ve önemini belleğime iyice sokmama yaramıştır bu anımsatıcı ipuçları.
Ne var ki, röportajımın inandırıcı olabilmesi için kimi açıklamalara gereksinim olacaktır. Açıklık sağlamak için kimi açkı niteliğindeki kavramları ya da vurgulanmasında yarar gördüğüm kimi açkı birimlerini aydınlatmak gerekmektedir. Vurgulamayı yeğlediklerimin, toplumsal bilimlere olan ilgime koşut olarak ortaya çıkmaları doğaldır. Değişik beklentileri olan değişik amaçlı bir başka kişinin, benim yeğlediklerimden büsbütün başka kavramları seçmiş olması pekâlâ düşünülebilir.
Çömezliğimin ikinci döneminde, don Juan, tüttürüm harmanını kullanmanın “görme” için zorunlu ilk koşul olduğunu kesinlikle belirtmişti. O yüzden, sık sık kullanmışımdır bunu.
Don Juan, “Bu ‘fani’dünyayı bi kıpılığına da olsa görebilmek için gereksindiğin hızı yalnız ve yalnız bu duman verebilir” derdi hep.
Don Juan, sanrılandırıcı harmanın yardımıyla bende bir dizi olağandışı gerçeklik durumları yaratmıştı. Bu tür durumların başlıca özelliği, bir “uygulanamazlık” durumuydu ki bu da don Juan’ın yapmakta olduğu şeye uymaktaydı. Bu değişik bilinçlilik durumlarında sezinlediğim şeyler, dünyayı olağan biçimde algılama yoluyla anlatılabilecek ve kavranılabilecek şeyler değildi. Yani, bu uygulanamazlık durumu, benim dünyaya bakış biçimimi bırakmamı gerektiriyordu.
Don Juan, olağandışı gerçeklik durumlarının bu uygulanamazlık özelliğinden, bir dizi önceden düşünülmüş yeni “anlam birimleri”ni sunmakta, yararlanıyordu. Anlam birimleri, don Juan’ın bana öğretmeye çabaladığı bilgiye ilişkin bütün o tek tek öğelerden oluşuyordu. Bunları anlam birimleri diye adlandırmamın nedeni, onların duyusal verilerin temel kümesi olmalarıdır ki daha karmaşık anlamlar, bunların yorumları üzerine kurulur. Bu birimlere bir örnek olarak sanrılandırıcı harmanın fizyolojik etkilerinin anlaşılma biçimini gösterebiliriz. Neden olduğu duygusuzluk ve devimsel denetim yitikliği, don Juan’ın dizgesinde dumanın yaptığı bir edim olarak yorumlanır; ki bu durum da dost, “uygulayıcının gövdesini yok etmiştir”.
Anlam birimleri belirli bir biçimde kümelendirirler. Ve ortaya çıkan her kümeyi, “akla uygun bir yorum” diye adlandırıyorum. Kuşkusuz, büyücülerin öğrenmesi gereken, büyücülüğe değin sayısız akla uygun yorum vardır. Gündelik yaşamımızda bu konuyla ilgili sayısız akla uygun yorumla yüz yüze gelmekteyiz. Yalın bir örnek olarak, her gün yüzlerce kez yapadurduğumuz pek de bilinçli sayılamayacak bir yorumu göstereyim: “Oda” dediğimiz yapı. Kuşkusuz ki, oda dediğimiz yapıyı oda olarak yorumlamayı öğrenmişizdir; böylece oda, akla uygun bir yorum olmaktadır, çünkü bu yorumu yaparken şu ya da bu biçimde onu bileşimine giren tüm öğeleri bilmekte olduğumuz öngörülür. Bir akla uygun yorum dizgesi, başka bir deyimle, bir uygulayıcının, edimlerine değin bütün durumlarla ilgili varsayımları, çıkarımları, önbilileri, vb. yapmak için gereksindiği tüm anlam birimlerini bilmekte olması sürecidir.
Burada “uygulayıcı” sözcüğünü kendi belirli akla uygun yorum dizgesine değin anlam birimlerinin tümünü ya da tümüne yakın bir bölümünü yeterince bilen bir kimseyi belirlemek için kullanıyorum, don Juan bir uygulayıcıydı; yani, büyücülüğünün tüm aşamalarını bilen bir büyücüydü.
Don Juan, bir uygulayıcı olarak akla uygun yorum dizgesini bana aktarmaya uğraşıyordu. Bu dizgeyi alabilmem, bu durumda, sezgisel veriler yorumlamanın yeni yollarının öğrenildiği bir yeniden toplumsallaşma süreciyle eş anlama geliyordu.
Büyücülüğe özgü anlam birimlerini becerikli ve uygun bir biçim de yorumlayabilme yeteneğinden yoksun biriydim ben, bir “yabancıydım .
Don Juan’ın görevi, dizgesini bana aktarmaya çalışan bir uygulayıcı olarak, başka herkesle paylaştığım belli bir kesinliği dağıtmaktı. Oysa o kesinlik bize dünyaya “sağduyu” ile bakmamızın son aşama olduğunu öğretmiştir. Don Juan, sanrılandırıcı bitkileri kullanarak ve yabancı bir dizgeyle benim aramda iyi hesaplanmış ilişkiler kurarak, kendi dünya görüşümün kesin olamayacağı, bunun yalnızca bir yorum olduğunu bana göstermeyi başarmıştır.
Bizim büyücülük dediğimiz bu anlaşılmaz görüngü, belki de binlerce yıldan beri Amerikalı Kızılderililer için ağırbaşlı ve saygın bir uğraştı. Bizim bilim uğraşımız gibi... Bunu anlamada çektiğimiz güçlük, kuşkusuz konunun içerdiği yabancı anlam birimlerinden kaynaklanmaktadır.