1

Konu: 13- Algı Baloncuğu

Günü tek başıma don Genaro’nun evinde geçirdim. Çoğunlukla uyudum. Don Juan akşamüstüne doğru döndü, tam bir sessizlik içinde, yakınlardaki bir dağ sırasına doğru ilerledik. Alacakaranlığa doğru durduk, derin bir vadinin kıyısında hava iyice kararana dek oturduk. Sonra don Juan beni, yakınlarda bir başka yere, yamacı tümüyle bir kaya duvardan oluşmuş dimdik, devasa bir tepenin dibine götürdü. Yar, don Juan’ın bana burasını birçok kez göstermiş olmasına karşın, oraya giden patikada yürürken göze çarpmıyordu. Don Juan en aşağı yüz metre yüksekliğindeki bu yerin, özellikle de dibindeki derin kanyonun tam bir erk yeri olduğunu söylemiş, çeşitli fırsatlar oluşturarak buradan bakmamı sağlamıştı. Buradan her bakışımda içimi tedirgin bir ürperti kaplamıştı; bu kanyon her zaman karanlık ve ürkütücüydü.
O yere ulaşmadan önce, don Juan tek başıma gidip uçurumun kenarında Pablito’yla buluşmamı söyledi. Sinirsel yorgunluğumu gidermek ve gevşememi sağlamak amacıyla erk tırısı yapmamı önerdi.
Don Juan adımlarını yana, patikanın soluna doğru yöneltti, karanlık onu bir anda yutuverdi. Durup nereye gittiğini görmek istedim, ama bedenim bana itaat etmedi. Çok yorgun olmama, ayakta zor durmama karşın koşar adım gitmeye başladım.
Uçurumun kıyısına ulaştığımda kimseyi göremeyince, derin derin soluyarak yerimde saymaya başladım. Bir süre sonra, bir parça gevşedim; Sırtımı bir kayaya dayayıp sessizce durdum, birkaç metre ötemde, bir insan karaltısı gördüm. Başını ellerinin arasına almış oturmaktaydı. Bir an yeğin bir korku yaşadım, ama adamın Pablito olması ihtimalini düşününce, kuşku duymadan ona doğru ilerledim. Pablito, diye adını yüksek sesle çağırdım. Benim kim olduğumu ayırt edememiş olabileceğini ve onun da benim kadar korkarak yüzünü kapatmış olacağını tahmin ettim. Ama daha ona yaklaşmadan yabansı bir korku her yanımı sardı. Sağ elimi uzatmış ona dokunmak üzereyken bedenim olduğu yerde dondu kaldı. Adam başını kaldırdı. Pablito değildi, bu! Gözleri kaplan gözleri gibi, iki dev aynayı andırıyordu. Bedenim geriye doğru fırladı; kaslarım yay gibi gerildi de tümüyle benim istemim dışında boşalıp inanılmaz bir hızla geriye, çok uzağa sıçramamı sağladı; sıradan bir zamanda olsa bu konuda saatlerce düşünür mantıksal açıklamalar düzerdim. Korkum çok büyüktü, oyalanmaya hiç niyetim yoktu; hemen oradan uzaklaşmak üzereydim ki, birisi kuvvetlice kolumdan tuttu. Bu kez, birisinin beni kolumdan tuttuğu düşüncesiyle iyice paniğe kapıldım; çığlığı bastırdım. Gerçekte tepkim bir çığlık değil, uzun ve insanın tüylerini diken diken eden bir naraydı.
Yüzümü saldırgandan yana çevirdim. Pablito’ydu bu; benden bile daha çok titriyordu. Sinirliliğim doruğa ulaşmıştı. Konuşamıyordum, çenelerim birbirine vuruyor, ağzımdan anlamsız sözcük parçaları dökülüyor, sırtımdaki ürpertiler istemsizce sıçramama neden oluyordu. Ağızdan nefes almak zorunda kalmıştım.
Pablito, çatırdayan dişlerinin arasından, “nagual”ın kendisini beklediğini, bana çarptığı sırada keçileri tümüyle kaçırmak üzere olduğunu, bağrışımla onu öldürmeme handıysa ramak kaldığını söyleyebildi. Gülmek istedim, akla gelebilecek en tekinsiz sesleri çıkardım.
Dinginliğime kavuştuğumda, Pablito’ya hemen hemen aynı şeyin benim de başıma geldiğini söyledim. Bende yorgunluktan iz kalmamıştı; kendimde içime sığmayan bir güç, bir rahatlık hissediyordum. Pablito da aynı duyguları yaşıyor gibiydi; sinirli, aptal bir biçimde kıkırdamaya başladık.
Uzaktan gelen yavaş, ihtiyatlı ayak sesleri işittim. Sesleri, Pablito’dan önce yakalamıştım. Benim kendimi kasmama tepki verdi. Birisinin, bulunduğumuz yere doğru yaklaştığından emindim. Sesin geldiği yöne döndük; bir süre sonra, don Juan’la don Genaro’nun karaltıları göründü. Dingince yürüyorlardı. Birkaç metre önümüzde durdular; don Juan banim, don Genaro da Pablito’nun karşısındaydı. Don Juan’a bir şeyin beni fena halde korkuttuğunu söylemek üzereydim ki Pablito kolumu sıktı. Ne demek istediğini anlamıştım. Don Juan’la don Genaro’nun tavırlarında yabansı bir şeyler vardı. Onlara bakmayı sürdürdükçe, gözlerimi odaklayamaz oldum.
Don Genaro keskin bir komut verdi. Ne dediğini anlamamıştım, ama gözlerimizi şaşı bakar duruma getirmemiz gerektiğini “bilmiştim”.
“Karanlık, dünyanın üstüne yerleşti,” dedi don Juan, göğe bakarak.
Don Genaro yere bir yarımay çizdi. Bir an, ışıldayan bir tebeşir kullandı sandım; ne var, elinde hiçbir şey yoktu. Parmağıyla çizdiği imgesel yanmayı sezgiliye biliyordum. Pablito’yla beni dışbükey çemberin içine oturttu. Kendisiyle don Juan ise yarıçapın dışına, iki metre kadar uzağına bağdaş kurarak oturdular.
Önce don Juan konuştu; bize dostlarını göstereceklerini söyledi. Bize, sol taraflarına, kalçalarıyla, kaburga kemiklerinin arasına bakarsak, kemerlerine asılı bir çaput, ya da mendil gibi bir şey “göreceğimizi” söyledi. Don Genaro, çaputların hemen önünde düğmeye benzer iki nesne bulunduğunu, bu nesneleri ve çaputları “görünceye” dek kemerlerine bakmamız gerektiğini de ekledi.
Don Genaro henüz konuşmaya başlamadan önce, kemerlerine asılı, kumaş parçasına benzer düz bir şeyle; değirmi, çakıl taşına benzer bir nesnenin ayırdına varmıştım. Don Juan’ın dostları, don Genaro’nunkilere oranla daha koyu renkli, daha korkutucuydular. Merakla korku karışımı bir tepki vermiştim. Tepkilerimi karın bölgemle yaşıyor, mantıksal hiçbir yargı üretmiyordum.

Cvp: 13- Algı Baloncuğu

Don Juan’la don Genaro ellerini kemerlerine attılar, koyu renkli kumaş parçalarını yerlerinden çıkarırmışçasına devinimlerde bulundular. Bunları sol elleriyle aldılar; don Juan kendisininkini başının üzerinden atıverdi; don Genaro’ysa yavaşça yere bıraktı. Kumaş parçaları atılma ve fırlatılmayla uçurtma gibi süzülüp yavaşça inerken ütülü birer mendil gibi açılıp yere serildiler. Don Juan’ın dostunun devinimleri, geçen gün üstümüzde dönüp durduğu sırada sezgilediklerimin tam bir kopyasıydı. Kumaş parçaları yere yaklaştıkça katılaştılar, yuvarlaklaştılar ve kütle kazandılar. Önce bir kapının tokmağına düşmüşçesine büküldüler, sonra da açıldılar. Don Juan’ınki oylumlu bir gölgeye dönüştü. Öne çıkıp, yerdeki küçük taşlarla toprağı eze eze bize doğru ilerlemeye başladı. Beş altı karış ötemize kadar geldiğinde, yanmayın tam dibinde don Genaro’yla, don Juan’ın arasında durdu. O anda duyduğum dehşet yakıcı bir alev gibi her yanımı sarmıştı. Önümüzdeki dev gölgenin boyutları beş metre yüksekliğe, iki metre genişliğe varmıştı. Çevresini gözleri olmadan hissedermişçesine devindi. Sallandı ve yalpalandı. Beni aradığını biliyordum. Pablito o an başını göğsüne gizledi. Onun bu deviniminin yarattığı duyum, gölgeye odakladığım dikkatimin bir bölümünü yok edivermişti. Gölgenin gelişigüzel devinimlerine bakınca, onun ayrıştığını düşündüm, ardından gölge karanlığa karışarak görünmez oldu gitti.
Pablito’yu sarstım. Başını kaldırdı ve boğuk bir çığlık koyuverdi. Yukarıya doğru baktım. Yabansı bir adam bana bakmaktaydı. Gölgenin hemen ardındaydı, ola ki saklanmaktaydı. Sırık gibi, zayıf bir adamdı, suratı da upuzundu saç namına bir şey yoktu, başının sol tarafı egzama ya da buna benzer kızıl bir lekeyle kaplıydı. Deli bakışlı gözleri parlamaktaydı; ağzı yarı aralanmıştı. Tuhaf, pijamamsı bir giysisi, ona çok kısa gelen bir pantolonu vardı. Ayağında ayakkabı var mıydı, bilmiyorum. Uzunca bir süre bize bakıp durdu; bir gedik bulur da içeri dalıp bizi parçalamak istermişçesine. Bakışlarında bir keskinlik vardı. Bu nefret ya da şiddet değildi; bir tür hayvansal güvensizlik alâmetiydi. Bu gerilime daha fazla dayanamadım. Don Juan’ın yıllar önce bana öğretmiş olduğu savaş duruşuna geçmek istedim, ama Pablito, dostun don Genaro’nun çizdiği çizginin ötesine geçemeyeceğini fısıldayıverdi. Gerçekten de, önümüzde duran her türden şeyin bize yaklaşmasını önleyecek ışıltı çizginin farkına vardım.
Bir süre sonra adam, gölgenin de yaptığı gibi, sola doğru devindi. Don Juan’la don Genaro’nun ikisini de geri çağırdıkları hissine kapıldım.
Kısa bir sessizlik oldu. Don Juan’la don Genaro’yu göremiyordum; artık yanmayın iki noktasında oturmuyorlardı. Birden oturduğumuz som kayaya çarpan iki küçük çakıl taşının çıkardığı sesi duydum; önümdeki alan bir anda sarımsı bir ışıkla aydınlandı. Önümüzde, yırtıcı bir hayvan, dev gibi, iğrenç bakışlı bir kurt ya da çakal duruyordu. Tüm bedeni, salya ya da tere benzer beyaz bir sıvıyla kaplıydı. Postu ıslaktı, berbat durumdaydı. Bakışları çok vahşiydi. Canavarca bir öfkeyle hırıldadı, tüylerim diken diken olmuştu. Çeneleri titredi, salyaları her yeri ıslattı. Zincirini parçalamak isteyen kuduz bir köpek gibi yeri pençeledi. Sonra, arka ayakları üzerine yükselerek ön pençeleriyle çenelerini hızlı hızlı devindirdi. Tüm öfkesini, aramızdaki bir engeli yok etmek amacıyla yoğunlaştırıyormuş gibi bir hali vardı.
Bu çılgın hayvana karşı duyduğum ürkünün, daha önce tanık olduğum iki görüntüye karşı duyduğum korkudan farklı olduğunun ayırdına vardım. Bu hayvana karşı bedensel bir iğrenme, bir dehşet duyuyordum. Öfkesi karşısında güçsüz düşmüştüm. Birden vahşetini yitirircesine, görüntümüzden çıkıverdi.
Ardından, başka bir şeyin bize doğru geldiğini işittim, ya da ola ki hissettim; birdenbire dev boyutlarda bir aslan ya da başka bir kedigil belirdi önümüzde. Karanlıkta parıldayan gözlerini gördüm önce; bunlar inanılmaz boyutlardaydı—ışığı yansıtan su dolu iki havuz gibi kıpırtısızdı. Homurdandı ve hafifçe hırladı. Soluk verip, gözlerini üstümüzden ayırmaksızın önümüzde dolanmaya başladı. Çakalın yaydığı elektriksel kızartı bunda yoktu; bedensel hatlarını açık seçik kestiremiyor idiysem de, bu hayvan ötekine nispeten kesinlikle çok daha dehşet vericiydi. Güç topluyormuş gibiydi. Öylesine saldırgan görünüyordu ki, sınırları aşacakmış hissini uyandırıyordu. Pablito da benimle aynı duyguyu paylaşıyor olmalıydı, zira fısıldayarak başımızı eğip dümdüz yere uzanmamızı önerdi. Bir saniye sonra hayvan hücuma geçti. Bize doğru koştu, pençelerini kaldırarak üzerimize atladı. Gözlerimi kapadım, başımı kollarımın arasına alıp toprağa yapıştım. Hayvanın, don Genaro’nun çizdiği koruyucu çizgiyi paraladığını hissettim; neredeyse tepem izdeydi. Ağırlığının beni yere çivilediğini hissettim; göbeğindeki tüyler ensemi yaladı. İki ön ayağı bir şeye takılmıştı sanki kendini kurtarmak için çırpındı. Titreyişlerini, çırpınışlarını ve çıkardığı şeytansı sesleri işitmekteydim. Sonum gelmişti demek. Belirsiz bir mantıksal seçim yaparak kendimi oracıkta ölmek şeklindeki yazgımın eline bırakmak istediğimi fark ettim; ne var, bu denli dehşet verici koşullarda bedensel acılar çekerek ölmekten korkuyordum. Birden, bedenimde yabansı bir güç yükseldi; bedenim ölmeyi reddediyor, tüm gücünü bir noktada, sol kolumda ve elimde topluyora benziyordu. Karşı koyulamaz bir dalgalanmanın kabardığını duyumsadım. Denetlenemez bir şey bedenimi ele geçiriyor ve beni, üzerimize çullanan bu ağır, netameli kütleyi üstümüzden atmaya itiyordu. Pablito da aynı şekilde tepki vermişti; ikimiz birden ayağa kalktık. İkimizin oluşturduğu enerji öylesine fazlaydı ki, hayvan bezden bir bebek gibi savrulup gitti.
Müthiş çaba harcamıştık. Yere yıkıldım, nefes almaya zorlanıyordum. Karın kaslarım solumamı önleyecek kerte gerilmişti. Pablito’nun yaptıklarına dikkat edemiyorum. Sonunda, don Juan’la don Genaro’nun beni oturtmaya çalıştıklarını ayrımsadım. Pablito yüzükoyun yere serilmiş yatmaktaydı. Bayılmışa benziyordu. Beni oturttuktan sonra, don Juan ile don Genaro Pablito’ya yardım ettiler. İkisi birden onun sırtını ve karnını ovdular. Onu ayağa kaldırdılar, bir süre sonra Pablito tek başına oturabildi.
Don Genaro’yla don Juan yanmayın iki köşesine oturdular, sonra, altlarında ileri geri, sağa sola kayabilmelerini sağlayan raylar varmışçasına devindiler. Devinimleri başımı döndürmüştü. Sonunda Pablito’nun yanında durup kulaklarına fısıldamaya başladılar. Bir süre sonra üçü birden ayağa kalkıp uçurumun kıyısına gittiler. Don Genaro, Pablito’yu bir çocuk imişçesine kaldırdı. Pablito’nun bedeni tahta gibi dümdüz ve sertti; Don Juan Pablito’yu ayak bileklerinden yakaladı. Ona ivme ve güç kazandırmak istermişçesine kendi çevresinde döndürdü, sonunda, bacaklarını koyuverip, tüm bedenini hızla uçurumdan aşağı, karanlığın içine savurdu.
Pablito’nun bedenini karanlık batı semasında gördüm. Günler önce don Juan’ın yapmış olduğu gibi, daireler çiziyordu—yavaş dönüşlerle çizilen daireler. Pablito yere düşecek yerde, giderek yükseliyor gibiydi. Sonra, dönüşleri hızlandı; Pablito’nun bedeni bir ara havada bir disk gibi dönmeye başladı, ardından parçalara ayrıldı. Havanın içinde yitip gittiğini sezgilemiştim.

Cvp: 13- Algı Baloncuğu

Don Juan’la don Genaro yanıma geldiler, çevremi sarıp fısıldamaya başladılar. İkisi de ayrı şeyler söylüyorlardı, ama onların komutlarını izlemede hiç güçlük çekmedim. Daha ilk sözcüklerini söyler söylemez “yarılmış” gibi olmuştum. Pablito’ya yaptıklarını bana da uyguladıklarını anladım. Beni don Genaro çevirdi, bir an için dönüyormuş ya da uçuyormuşum hissine kapıldım. Hemen sonra, havada ilerliyor, inanılmaz bir hızla uçurumun dibine yaklaşıyordum. Düşerken önce giysilerimin parçalandığını, ardından etlerimin döküldüğünü, en sonunda da yalnızca başımın kaldığını hissettim. Bedenimin parçalara ayrılması nedeniyle gereksiz ağırlığımdan kurtulduğumu açık ve seçik biçimde anladım, böylece düşüşüm ivmesini yitirmiş, hızım azalmış oluyordu. Düşüşüm artık başımın dönmesine yol açmıyordu. Bir yaprak gibi ileri geri devinmekteydim. Ardından, başım da ağırlığını yitirmeye başladı da, sonunda “benden”, bir santimetre karelik bir külçe, küçük bir çakıl taşı büyüklüğünde bir posa kaldı. Tüm duygum burada yoğunlaşmıştı; sonra, bu da patlayınca kendimi bin parçaya ayrılmış hissettim. Bin parçanın da aynı anda farkında olduğumu biliyordum, ya da benim dışımda bir yerde bir şey bunu fark ediyordu. Farkındalığın ta kendisi olmuştum ben.
Ardından, farkındalığımın bir bölümü kaynaştı, yükseldi, büyüdü. Bir yere yerleşti, azar azar sınırlarımın mı desem, bilinçliliğimin mi desem, ayırdına yeniden vardım ve birden bildiğim, aşina olduğum “ben” bir volkan gibi patlayarak, düşlenebilecek tüm “güzel” sahnelerden oluşan görkemli bir gösteriyi, dünyanın binlerce insanlarının, nesnelerinin resimlerini aynı anda önümde sergiledi.
Daha sonra görüntüler bulanıklaştı. Gözlerimin önünden hızla geçiyorlardı, artık onları izleyemiyordum. Sonunda, dünyanın oluşumu kesiksiz, bitmeyen bir şerit gibi gözlerimin önüne serilmişti, sanki.
Birden, kendimi don Juan ve don Genaro’yla birlikte uçurumun kıyısında buldum. Beni geri çektiklerini ve hiç kimsenin hakkında konuşamayacağı bilinmezi yaşadığımı fısıldadılar. Beni bir kez daha savuracaklarını, ancak bu kez “tonal”dan “nagual”a geçmek yerine algımın kanatlarını açıp, birinden ötekine gidip geldiğimin farkına varmaksızın, ikisine de aynı anda dokunmam gerektiğini söylediler.
Yine aynı çevrilme, dönme ve büyük bir hızla aşağı fırlatılma duygularını yaşadım. Sonra, patladım. Zerrelere ayrıldım. İçimde bir şey boşandı; bu, tüm yaşamım boyunca kilitli tuttuğum bir şeyi açığa çıkarmıştı. Gizli hazinemin açıldığının ve durdurulamaz biçimde dışarı aktığının kesinlikle ayırdındaydım. “Ben” adını verdiğim o tatlı birlik kalmamıştı, artık. Hiçbir şey yoktu; ne var, bu boşluk dopdoluydu. Aydınlık ya da karanlık, sıcak ya da soğuk, güzel ya da çirkin değildi. Gidiyor, dalgalanıyor ya da duruyor değildim; alışageldiğim gibi, tekil bir birim, bir öz de değildim artık. Hepsi “ben” olan sayısız özdüm, birbiriyle özel bir biçimde bağıntılı bu ayrık birim kolonileri önünde sonunda birlemiyor, kaçınılmaz biçimde tek bir farkındalığa, benim insan farkındalığıma dönüşüyordu. Hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın “biliyordum” ki—zira bilecek olan bir şey de yoktu zaten—-gene de tüm ve tek farkındalığımla “biliyordum” ki, tanıdık dünyamın “ben”i, “kendim” i, hep bir koloni, birbirlerinden ayrı ve bağımsız ve birbirleriyle sarsılmaz bir dayanışma içindeki duyguların sağlam ve sarsılmaz bir topluluğuydu. Sayısız farkındalıklarımın sarsılmaz dayanışması, bu bölümlerin birbiriyle olan bağlantısı benim yaşam gücümdü.
Bu birleşmiştik duygusunu betimlemenin bir başka yolu da, bu farkındalık kütlelerinin saçılmış olduğunu söylemekti; her biri kendisinin ayırdındaydı ve hiçbiri ötekinden daha önemli değildi. Ardından bir şey bunları bir karıştırıyor ve her birinin bir kümede toplaştığı bir alana, bildiğim “ben’e dönüşüyordu. Bu durumda “ben”, ya da “kendim” olarak dünyasal etkinliğe özgü bir sahne izledim, ya da ola ki bu sahne başka dünyalara, salt imgeselliğe, yani “salt düşünce” dünyasına aitti. Entelektüel dizgelere ya da sözelleştirmeler olarak birbirine dizilmiş düşüncelere ilişkin görüntülerle karşılaştım. Kimi sahnelerde ağzım kuruyana dek konuştum da konuştum. Bu tutarlı görüntülerin her birinden sonra “ben" çözülüp gidiyor, bir hiçe dönüşüyordu.
Bu tutarlı görüntülere yaptığım yolculuklardan birinde, kendimi uçurumun kıyısında don Juan’la birlikte buldum. Bir anda, tanıdığım “ben”e dönüştüğümün ayırdına vardım. Bedenselliğimi gerçekmişçesine algıladım. Görüntülerden birinde değil de dünyadaydım.
Don Juan, beni bir çocuk gibi bağrına bastı. Bana baktı. Yüzü bana çok yakındı. Karanlıkta gözlerini görebiliyordum. Çok sevecendiler. Bir soru sorar gibiydiler. Ne olduğunu biliyordum bu sorunun. Konuşulamaz olan, gerçekten konuşulamazdı.
“Eee?” diye sordu sevecence, sanki onayımı beklemeye ihtiyacı varmış gibi.
Dilim tutulmuştu. “Aptallaşmış”, “şaşırmış”, “kafası karışmış” gibi sözcükler o anda hissettiklerimi dile getirmeye yetmezdi. Bir balon gibiydim. Don Juan’ın beni tutup yere doğru bastırması gerektiğini biliyordum, yoksa havada salınıp yeniden yok olacaktım. Yitmekten korkmuyordum. Farkındalığının birleşik olmadığı o “bilinmezi” özlemiştim.
Don Juan beni omuzlarımdan bastıra bastını yavaşça yürüterek don Genaro’nun evinin yakınında bir yere götürdü; orada beni yatırıp, önceden hazırlamış olduğu yumuşak bir toprakla tüm bedenimi boğazıma kadar örttü. Yapraklardan yaptığı bir yastığa başımı yaslayarak, kesinlikle kımıldamamı ya da uyumamamı tembihledi. Orada oturacağını, toprak bedenimi pekiştirene dek bana yoldaşlık edeceğini söyledi.
Kendimi çok iyi hissettim, uyumak isteğime karşı koyamıyordum, ama don Juan buna izin vermiyordu. Az önce yaşadıklarımın dışında istediğim her şey hakkında konuşabileceğimi söyledi. Önce konuşacak bir şey bulamadım; sonra, don Genaro’yu sordum. Don Juan, don Genaro’nun Pablito’yu alıp oralarda bir yere götürdüğünü, o anda onun bana yaptıklarının aynısını Pablito’ya uygulamakta olduğunu söyledi.
Söyleşmeyi sürdürmek istedim, ama içinde bir tamamlanmamışlık duygusu vardı; alışılmadık bir kayıtsızlık, sıkıntıya benzer bir yorgunluk içindeydim. Don Juan ne hissettiğimi anlıyor gibiydi. Pablito’dan, onunla yazgılarımızın nasıl birleştiğinden söz etmeye başladı. Don Genaro, onun öğretmeni olduğu zaman, kendisinin aynı zamanda Pablito’nun velinimeti olduğunu, erkin adım adım Pablito’yla beni bir araya getirdiğini anlattı. Pablito’yla aramdaki tek fark, onun bir savaşçı olarak dünyasına korku ve baskının, benimkine ise sevecenlik ve özgürlüğün hâkim olmasıymış. Don Juan böyle bir farkın, velinimetlerin özlerindeki kişilik farklılığından kaynaklandığını açıkladı. Don Genaro, tatlı, sevecen ve şakacı, kendisiyse sert, buyurgan ve dolaysızdı. Benim kişiliğimin zorlu bir öğretmeni, ama şefkatli bir velinimeti gereksindiğini, Pablito’nunsa bunun tam tersi olduğunu söyledi—yani müşfik bir öğretmenle haşin bir velinimetti onun gereksinmesi.
Bir süre daha konuştuk, sabah olmuştu. Güneş doğu ufkundaki dağların üzerinden görününce, toprağın altından çıkmama yardım etti.

Öğleden sonra uyandığım zaman, don Juan’la ben don Genaro’nun evinin kapısının önüne oturduk. Don Juan, don Genaro’nun hâlâ Pablito’yla birlikte olduğunu, onu son karşılaşmaya hazırladığını söyledi.
“Yarın Pablito’yla sen bilinmeze gidiyorsunuz,” dedi. “Şimdi benim de seni hazırlamam gerek. Oraya tek başınıza gireceksiniz. Dün gece atılıp çekilen yoyolara benziyordunuz; yarın kendi başınızın çaresine bakacaksınız.”
Birden meraklandım, aklıma bir gece önceki deneyimlerime ilişkin sorular üşüşüverdi. Ama bu hücumum onu hiç mi hiç tındırmadı.
“Bugün bi dönüm noktası teşkil edecek bi manevranın üstesinden gelmeliyim,” dedi. “Sana son bi numara daha çekmem gerek; senin de bu numarayı yutman.”
“Gülerek kalçalarını tokatladı.
“Geçen gece ilk alıştırma sırasında don Genaro sana büyücülerin nagualı nasıl kullandıklarını göstermek istemişti,” diye sürdürdü. “Kişi kendi isteğiyle nagualı kullanmadığı sürece, daha doğrusu, nagualdaki eylemlerinden bi anlam çıkarmak amacıyla kendi isteğiyle tonalını kullanmadığı sürece büyücülerin açıklamasına ulaşamaz. Tüm bunları açığa kavuşturmak amacıyla şöyle de diyebiliriz: kişi, nagualı büyücüler gibi kullanacaksa, tonalın görüşü etkili olmalıdır.”
Son söylediği şeyde bariz bir çelişki gördüğümü söyledim don Juan’a. Daha iki gün önce benimle yaptığı o inanılmaz özet konuşmasında, yıllar boyunca benim dünya görüşümü değiştirmek için yaptığı o amaçlı edimleri sayıp dökmüştü; şimdi de kalkmış, aynı dünya görüşünün etkili olmasını istiyordu.
“Birinin ötekiyle hiçbi alakası yok,” dedi don Juan. “Algılamamızın düzeni yalnızca tonalın alanına girer; eylemlerimiz yalnızca orada bi ardışıklık kazanabilir; bu eylemler yalnızca orada, basamaklarını sayabileceğin bi merdiven gibi dizilebilir.
Nagualda buna benzer bi şey bulamazsın. Anlayacağın, tonalın görüşü bi araçtır, bu bağlamda yalnızca en iyi araç değil, sahip olduğumuz tek araçtır da.
“Dün gece senin algı baloncuğun açıldı, kanatları da açılmış oldu. Hepsi bu kadar işte. Başına neler geldiğini açıklayabilmem olanaksız, bunu denemeyeceğim bile, ama sen de kalkışma böyle bi şeye. Algının kanatlarının, senin bütünlüğüne dokunması amacıyla yapıldığını söylemek yeterli. Dün gece sen nagualdan tonala sayısız kez gidip geldin. Seni iki kez savurduk, böylece hata olasılığını önledik. İkinci kezinde bilinmeyene yolculuğu olanca çarpıcılığıyla yaşadın. Algın, senin içindeki bi şey senin gerçek doğanı kavradığı an, kanatlarını açıverdi. Sen bi salkımsın.
“Budur büyücülerin açıklaması. Nagual konuşulmaz olandır. Tüm olası duygular, varlıklar, özler onun içinde salapuryalar gibi barışçıl, değişimsiz, sonsuza dek salınıp dururlar. Sonra, yaşam tutkalı birkaçını birbirine yapıştırıverir. Sen kendin bulguladın bunu dün gece, Pablito hakeza, tıpkı Genaro’yla benim, bi zamanlar bilinmeze yaptığımız yolculuklarda anlamış olduğumuz gibi. Yaşam tutkalı bu duyguların kimilerini yapıştırınca ortaya bi varlık çıkar; tonalın bölgesine doluşan tüm öbür varlıklarla birlikte o yerin şaşaası ve görkemi karşısında körleşip gerçek doğasını unutan bi varlık. Tonal, birleşik örgütlenmelerin yaşadığı yerdir. Yaşam gücü, tüm gerekli duyguları bi araya getirir getirmez, bi varlık, tonalda beliriverir. Sana bi keresinde, tonalın doğumda başlayıp, ölümde bittiğini anlattıydım; bunu dedim, zira yaşam gücü bedeni bırakır bırakmaz tüm o tekil farkındalıkların çözüşüp gelmiş oldukları yere, naguala döndüklerini biliyorum da ondan. Savaşçının bilinmeyene yaptığı yolculuklar, tıpkı ölmek gibidir, elbet onun salkımındaki tekil duygular ayrışmayıp, kendi birlikteliklerini yitirmeksizin bi parça genişler yalnızca. Oysa ölümdeyse, bunlar çok diplere batarlar ve daha önce hiç birim olmamışlarcasına bağımsızca devinirler.”
Ona, anlattıklarının, yaşadıklarımla inanılmaz derece örtüştüğünü söylemek istedim. Ama beni konuşturmadı.
“Bilinmezden söz edebilmenin yoktur bi yolu,” dedi. “Yalnızca tanık olabilirsin ona. Büyücülerin açıklaması der ki, her birimizin naguala tanık olabileceğimiz bi merkezimiz vardır: istenç. Böylece bi savaşçı nagualın içine dalıverir de, salkımının kendisini sonsuz olasılıklar içinde istediğince düzenlemesine izin verir. Sana, nagualın ifade edilme biçiminin kişisel bi mesele olduğunu anlattıydım. Bununla, savaşçının, salkımını istediği gibi düzenlemesinin tümüyle kendisinin bileceği bi iş olduğunu anlatmak istemiştim. İnsan biçimi ya da insan duyguları hepsi arasında özgün olanıdır, ola ki tüm biçimler arasında bize en tatlı gelenidir; ne var ki, salkımın benimseyebileceği sayısız başka biçimler vardır. Bi büyücünün istediği bi biçimi benimseyebileceğim anlattıydım sana. Doğrudur bu. Özünün bütünlüğüne sahip bi büyücü, salkımının kimi bölümlerini akla gelebilecek her bi şekilde birleşmeye yöneltebilir Tüm bu karışımları olası kılan şey, yaşam gücüdür. Yaşam gücü tükenince salkımı yeniden bi araya getiremezsin, artık.
“Ben bu salkıma, algı baloncuğu adını koymuştum. Onun mühürlenmiş ve sıkıca kapatılmış olduğunu, ölüm anımıza dek asla açılmadığını söylemiştim. Ne var, açılabilir de. Büyücüler aşikâr bu gizi öğrenmişlerdir, her ne kadar hepsi de özlerinin bütünlüğüne ulaşamazlarsa da, bunun mümkün olduğunu bilirler. Baloncuğun, yalnızca kişinin naguala fırlatılması durumunda açıladığını bilirler. Dün sana, senin bu noktaya ulaşmak amacıyla izlediğin tüm aşamaların bi özetini vermiştim.”

Cvp: 13- Algı Baloncuğu

Bir yorum ya da soru beklermiş gibi süzdü beni. Anlattıkları, yoruma yer bırakmıyordu. Sonunda, tüm bunları bana on dört yıl önce ya da çömezliğimin herhangi bir aşamasında anlatmış olmasının, hiçbir şeyi değiştirmemiş olacağını kavramıştım. Önemli olan tek bir şey vardı; bu deneyimin tüm önermelerini bedenimle ya da bedenimde yaşamış olma gerçeği.
“Şu ünlü sorulardan birini bekliyorum,” dedi, ağır ağır konuşarak.
“Ne sorusu?” diye sordum.
“Aklının sormak için yanıp tutuştuğu soru.”
“Bugün bütün soruları bırakıyorum. Gerçekten hiçbir sorum yok, don Juan.”
“Hadi, hakça değil bu,” dedi gülerek. “Sormanı beklediğim özel bi soru daha var.”
İçsel söyleşimi bir an için kesebilirsem söz konusu soruyu bulgulayabileceğimi söyledi don Juan. Ani bir düşünce, bir iç görü anı yaşadım, ne istediğini anlamıştım.
“Başımdan tüm bunlar geçerken, bedenim nerelerdeydi, don Juan?” diye sorduğum an gülmekten iki büklüm oldu.
“İşte bu, büyücülerin numaralarının sonuncusudur,” dedi. “Şimdi söyleyeceklerim, büyücülerin açıklamasının sonuncusudur, diyelim. Şu ana dek, senin aklın iyi kötü benim yaptıklarımı izleye geldi. Senin aklın, dünyanın betimlendiği gibi olmadığını, gözle göründüğünden daha fazla bi şeylerin olduğunu kabul etmeye istekli. Senin aklın, algının uçurumdan bi inip bi çıktığına ya da senin içindeki bi şeyin, hatta tüm varlığının uçurumun dibine atladığına ve tonalın gözleriyle oradaki şeyleri, tıpkı bedeninle oraya bi ip ya da merdivenle inmişçesine incelediğine inanmaya handıysa istekli ve hazır. Gidip koyağın dibini inceleme edimin var ya, işte o senin yıllarca eğitilmenin bi sonucu. Bu işi iyi yaptın. Genaro, koyağın dibindeki sana kayayı atarken, o bir santimetre küplük şansı gördü. Her şeyi gördün sen. Genaro da ben de senin bilinmeze fırlatılmaya hazır olduğunu hiç kuşku duymadan anladık. O anda, çift hakkında, yani öteki hakkında her şeyi görmekle kalmamış, bilmişimde.”
Don Juan’ı durdurup, anlamadığım bir şey hakkında beni, hak etmediğim biçimde onurlandırmakta olduğunu söyledim. Don Juan tüm bu izlenimlerin yerine oturması için zamana gereksinim duyduğumu, bu başarılarımın ardından geçmişte sorular nasıl sel gibi geldiyse şimdi de yanıtların aynı biçimde döküleceğini söyledi.
“Çiftin gizi sezgi baloncuğunun içinde saklıdır,” dedi, “geçen gece aynı anda hem koyağın dibinde hem de uçurumun üstünde olduğun gibi. Duygular salkımı istenen anda, istenen yerde bi araya getiril i verir. Ya da şöyle diyebiliriz, kişi burasını ve orasını aynı anda algılayabilir.”
Don Juan, pek sıradan oldukları için unutmuş olabileceğim bir dizi ardışık eylemi düşünüp anımsamamı istedi.
Neden söz ettiğini anlayamamıştım. İyice düşünmeye çalışmamı söyledi don Juan.
“Şapkanı düşün,” dedi. “Genaro’nun şapkanla ne yaptığını düşün.”
Sarsıcı bir anımsama anı yaşadım. Gerçekten don Genaro’nun şapkamı, düşebileceğini ya da rüzgârın uçuracağını söyleyerek onu çıkarmamı istediğini unutmuştum. Şapkamı çıkarmak istememiştim. Çıplaklığımı aptalca buluyordum. Genelde hiç giymediğim bir şapkayı giymek bana tuhaf bir duygu veriyordu; tam anlamıyla kendim değildim ve bu durumda, giysisiz olmaktan o kadar sıkılmıyordum. Sonra, don Genaro şapkasını benimkiyle değiştirmek istemişti, ama onunki benim başıma çok küçük geliyordu. O da tuttu, başımın büyüklüğü ve bedenimin ölçüleriyle ilgili şakalar yaptı; sonunda şapkamı alıp eski bir pançoyu kavuk gibi başıma sardı.
Don Juan’a, o iki sözde atlayışım arasında geçtiğinden emin olduğum bu bölümü sonradan unuttuğumu söyledim. “Bu “atlamaların” belleğimde o ana dek bıraktığı iz, kesilmemiş bir bütünlük olarak kalmıştı.
“Kesilmemiş bi bütünlük olduğu kesin,”  dedi. “Genaro’nun şapkanla oynamasının da kesin olduğu gibi. Bu iki anıyı art arda sıralayamazsın, zira ikisi de aynı anda oluştu.”
Sol elinin parmaklarını, sağ elinin parmak aralarına sokamıyormuş gibi yaptı.
“Bu atlamalar işin başlangıcıydı, yalnızca,” diye sürdürdü. “Sonra sıra, bilinmeze yaptığın gerçek geziye geldi; dün gece, konuşulamaz olanı, nagualı yaşadın. Aklın, senin isimsiz bi duygu salkımı olduğun şeklindeki fiziksel bi bilgiyle başa çıkamaz. Aklın, bu aşamada, istenç dediğimiz ve nagualın olağanüstü etkilerinin bunun sayesinde tartıldığı ve kullanıldığı başka bi birleştirme merkezinin varlığının bile kabul edebilir. Kişinin, nagualı istenç yoluyla yansıtabileceği, ama bunun yolunu asla açıklayamayacağı, sonunda aklına dank etti, sanırım.
“Şimdi de senin soruna gelelim: ‘Bütün bunlar olurken ben neredeydim? Bedenim neredeydi?’ Gerçek bi ‘sen’in olduğu inancı, sahip olduğun her şeyi aklının çevresinde toplama olgusuna dayanır. Aklın bu noktada nagualın betimlenemez olduğunu kabul eder; ne var, yaşadığı kanıtlar nedeniyle değildir bu, kabul etmek güvencelidir de ondan. Aklının ayağı güvenceli toprağa basar, tonalın tüm nesneleri kendi yanındadır.”
Don Juan durarak beni inceledi. Gülüşü içtenlikliydi.
“Hadi, Genaro’nun yeğlediği yere gidelim,” dedi, birden.
Ayağa kalktı, iki gün önce üstünde oturup konuştuğumuz kayaya doğru yürümeye başladık; gene aynı noktalarımızda oturup sırtımızı kayaya verdik.
“Aklı güvencede hissettirmek, öğretmenin görevi olmuştur, daima,” dedi. “Seni tonalın sorumlu olduğuna ve eylemlerinin önceden tahmin edilebilirliğine inandırarak, aklını tuzağa düşürdüm. Genaro’yla ben, sana, yalnızca nagualın açıklanamaz olduğu izlenimini verebilmek amacıyla çok çalıştık; tuzağın işlediğinin kanıtı, şu anda, yaşadığın her şeye karşın hâlâ sana kalan bi şeyin, aklının var olduğuna inanmandır. Serap bu, serap. Senin o değerli aklın yalnızca bi birleştirme merkezi, kendi dışındaki bi şeyi yansıtan bi ayna. Dün gece yalnızca betimlenemez nagualı değil, betimlenemez tonalı da yaşadın sen.
“Büyücülerin açıklamasının son parçası, aklın sadece dışsal bi düzeni yansıttığını ve aklın bu düzene ilişkin hiçbi şey bilmediğini söyler; bunu açıklayamaz, tıpkı nagualı açıklayamadığı gibi. Akıl anca, tonalın etkilerine tanıklık edebilir, ama onu anlaması, hatta açığa çıkarması mümkün değildir. Konuşuyor ve düşünüyor olduğumuz gerçeği, bize, izlediğimiz bi düzenin varlığını göstermektedir; ama bunu nasıl yaptığımızı da, o düzenin aslında ne olduğunu da bilmeksizin.”
Ona, batılı insanın, beynin çalışmasıyla ilgili araştırmalarının bu düzenin ne olabileceğine ilişkin kimi ipuçlarını açığa çıkarabilmekte olduğunu anlattım. Don Juan, tüm bu araştırmaların, bir şeylerin olageldiğini kanıtlamaktan öte gitmediğinin altını çizdi.
“Büyücüler aynı şeyi istençleriyle yaparlar,” dedi. “İstenç yoluyla, nagualın etkilerine tanıklık ettiklerini söylerler. Ben de şu an buna, akıl yoluyla—onunla ne yapıyoruz, nasıl yapıyoruz, hiç önemli değil—sadece tonalın etkilerine tanıklık ettiğimizi ekleyebilirim. Her iki durumda da, tanıklık ettiğimizin ne olduğunu anlama ya da açıklama yolunda en ufak bi umut bile göremiyorum.
“Dün gece algının kanatlarında uçtun, ilk kez. Gene çok çekingendin. Yalnızca insansal algı çizgisinde dolaştın. Bi büyücü o kanatları başka duyarlıklara dokunmak amacıyla da kullanabilir; bi karganınkine örneğin, bi çakalınkine, bi cırcır böceğininkine, ya da o sonsuz uzayın başka dünyalarının düzenine.”
“Öteki gezegenleri mi kastediyorsun, don Juan?”
“Tabii. Algının kanatları bizi, nagualın en gizli köşelerine ya da tonalın en akıl almaz âlemlerine taşıyabilir.”
"Bi büyücü, örneğin aya gidebilir mi?"
“Tabii ki gidebilir,” diye yanıtladı. “Ama oradan bi torba taş getiremez. Ya!”
Bununla ilgili gülüşerek şakalaştık, ama açıklamasını son kerte ciddi anlamda yapmıştı.
“Eveet, geldik büyücülerin açıklamasının son bölümüne,” dedi. “Dün gece, Genaro’yla ben size insanın bütünselliğini sağlayan son iki noktayı da gösterdik: nagual ve tonal. Sana bi keresinde bu iki noktanın insanın dışında yer aldığını, ama öyle de olmadığını söylemiştim. Işıltılı varlıkların ikilemidir, bu. Her birimizin tonalı, o düzenle dolu, betimlenemez bilinmeyenin bi yansımasından başka bi şey değildir; her birimizin nagualı, her şeyi içeren o anlatılamaz hiçliğin yansımasından başka bi şey değildir.
“Şimdi, Genaro’nun yerinde oturmalısın, ta alacakaranlığa dek; o ana kadar, büyücülerin açıklamasını yerli yerine koymuş olacaksın kuşkusuz. Şimdi burada otururken, o duygu salkımını bi arada tutan yaşam gücünden başka bi şeyin yok."
Kalktı.
“Yarınki görev, Genaro’yla ben işe karışmadan izlerken tek başına bilinmeze atlamak,” dedi. “Burada böylece otur ve içsel söyleşini durdur. Algının kanatlarını açıp sonsuzluğa uçmak için gereken erki biriktirebilesin diye.”

Cvp: 13- Algı Baloncuğu

.