Konu: 11- Naguala Üç Tanık
Eve döner dönmez, tuttuğum notları bir düzene koyma işine daldım. Yaşadıklarımı anımsadıkça, don Juan’la don Genaro’nun bana yaşattıkları giderek daha da etkileyici olmaya başladı. Ne var, bulaştığım şeylerden ötürü, aylarca korku ve şaşkınlık içinde düşkünlük gösterme biçimindeki tepkimin, eskiye oranla yoğunluğunu yitirmiş olduğunu ayrımsadım. Birçok kez önceden de yapmış olduğum gibi duygularımı bilerek kendime acımaya ve çıkarsama yapmaya doğru yönlendirmeye çalıştıysam da, bir şeylerin eskisi gibi olmadığını anladım. Bunun yanı sıra, don Juan’a, don Genaro’ya, hatta Pablito’ya soracağım bir dolu soruyu yazma niyetindeydim. Bu tasarı daha başlamadan sona erdi. İçimde, araştırma ve şaşkınlık konumuna girmemi önleyen bir şey vardı.
Don Juan’la don Genaro’nun yanma gitme arzusunda değildim. Ama bu olasılıktan kaçınıyor da değildim. Bununla birlikte, bir gün, bu konu hakkında önceden düşünmeden onları görme zamanının geldiğini hissettim.
Geçmişte, Meksika’ya doğru yola çıkmadan önce, don Juan’a sormak istediğim binlerce önemli soru doluşuyordu kafama; bu kez aklıma bir tane bile gelmiyordu. Sanki notlarım üzerinde yaptığım çalışmalarla geçmişten arınmış, don Juan’la don Genaro’nun dünyasının şimdi ve buradasına hazırlanmış gibiydim.
Don Juan’ın beni, orta Meksika’nın dağlarında bir kasabanın pazaryerinde “bulması” için yalnızca birkaç saat beklemek yetmişti. Beni büyük bir muhabbetle selamlayıp sıradan bir öneride bulundu. Don Genaro’nun yerine gitmeden önce, don Genaro’nun çömezleri Pablito ile Nestor’u ziyaret etmek istediğini söyledi. Otoyoldan çıkar çıkmaz, yolun yanında ya da yolun üzerinde herhangi alışılmadık bir görüntüye karşı gözümü açık tutmamı istedi. Kafasındakilere ilişkin düşünceleri daha açık bir biçimde dile getirmesini istedim.
“Yapamam,” dedi. “Nagualın kesin ipuçlarına gereksinmesi yok.”
Yanıtına düşünmeden karşılık verircesine arabayı yavaşlattım. Yüksek sesle gülerek eliyle, arabayı sürmemi imledi. Pablito’yla Nestor’un yaşadıkları kasabaya yaklaştığımızda, don Juan arabayı durdurmamı istedi. Çenesini, sezilmeyecek bir biçimde kımıldatıp, yolun solunda yer alan bir küme orta boy kaya parçasını gösterdi.
“İşte Nagual,” dedi, fısıltıyla.
Çevrede kimse görünmüyordu. Don Genaro’yu göreceğimi ummuştum. Kaya parçalarına bir kez daha bakarak aralarındaki bölgeyi taradım. Görünürde bir şey yoktu. Herhangi bir şey, küçük bir hayvan, bir böcek, bir gölge, kayalarda küçük bir oluşum, beklenmedik bir şey ayırt edebilmek amacıyla, gözlerimi kısıp baktım. Bir süre sonra vazgeçerek yüzümü don Juan’a çevirdim. Bakışlarımı gülümsemeden karşıladı, ardından yeniden kaya parçalarına bakmamı sağlamak amacıyla, kolumu elinin tersiyle yavaşça itti. Yeniden onlara bakmaya başladım. Bir süre sonra arabadan çıkan don Juan, kendisini izlememi taşları dışarıdan inceleyeceğimizi söyledi.
Kayaların altmış ya da yetmiş metre yakınına gelinceye dek yavaşça, sakin adımlarla yürüdük. Don Juan orada bir süre durarak sağ kulağıma, “nagual”ın beni tam o noktada beklediğini söyledi. Ona, ne denli zorlanmış olsam da kayalardan, birkaç kaktüsten, bir iki de çalılık meyvesinden başka bir şey görmediğimi söyledim. Ama o, “nagual”ın, orada beni beklediğinde diretti.
Sonra, oturmamı, içsel söyleşimi susturmamı, gözlerimi odaklamaksızın kayaların tepelerinde gezdirmemi buyurdu. Yanıma oturdu, ağzını sağ kulağıma yaklaştırarak “nagual”ın orada olduğunu ve sorunumun, içsel söyleşimi tümüyle susturamamamdan kaynaklandığını fısıldadı. Söylediği her sözcüğü içsel suskunluk halindeyken duydum. Her şeyi anlamıştım ama yanıt veremiyordum; düşünmek, konuşabilmek için çaba harcayamıyordum. Yorumlarına verdiğim tepki, tam anlamıyla düşünce biriminden çok, genellikle düşünceyle bağdaştırdığım tüm anlam imlerini içeren, eksiksiz his birimlerini andırıyordu.
“Nagual”ın yolunda tek başıma yürümemin çok zor olduğunu, benim ise bu işe güveyle ve onun şarkısıyla atılmış olmamdan ötürü pek talihli olduğumu fısıldadı. “Güvenin çağrısının anısını aklımda tutarsam, onu, bana yardımcı olması için geri getirebileceğimi söyledi.
Sözleri, ya erk veren bir etki yaratmış olmalı, ya da ola ki onun “güvenin çağrısı” adını verdiği o sezgisel görüngüyü ben çağırmış olmalıyım ki, don Juan fısıltılı sözlerini bitirdiği anda o olağandışı, tükürük saçarcasına çıkan sesi duymaya başladım. Ses renkleri öylesine zengindi ki kendimi bir an yankı odasında sandım. Tını yükseldikçe, rüya halindeymişim gibi bir konuma geçtim, kayaların tepesinde kımıldayan bir şey olduğunu saptadım. Bu devinim beni yoğun bir biçimde korkutmuştu, o anda berrak farkındalığıma dönüverdim. Gözlerimi kayalara odakladım. Don Genaro onların tepesinde oturuyordu! Ayakları sallanıyor, ayakkabılarının altıyla kayalara vururken, “güvenin çağrısıyla” eşzamanlı olduğu anlaşılan tartımlı bir tını çıkartıyordu. Sonra bana gülerek el salladı. Mantıklı düşünmek istedim. Onun, buraya nasıl gelmiş olduğunu ya da onu orada nasıl gördüğümü bulgulama hissi ya da arzusu içindeydim, ama mantığımı hiçbir biçimde yönlendiremiyordum. O koşullar altında yapabileceğim tek şey, orada oturmuş gülüp el sallarken, ona bakmaktan ibaretti.
Bir süre sonra, oturduğu yuvarlak kaya parçasından aşağı doğru kaymaya hazırlanır gibi oldu. Bacaklarını berkittiğini, ayaklarının sert toprağa doğru inişe hazırlandığını ve kayarken ivme kazanmak amacıyla sırtını kayalara değene dek gerdiğini gördüm. Ama inişinin tam ortasında bedeni durdu. Bir yere sıkıştığı duygusuna kapıldım. Sanki suyun üstündeymiş gibi birkaç kez bacaklarını çırptı. Kendisini pantolonunun oturma yerinden yakalamış bir şeyden kurtulmak istermiş gibi bir hali vardı. Sinirli devinimlerle, kaba etlerini iki eliyle sıvazladı. Bana, acı verici bir biçimde yakalanmış hissi veriyordu. Koşup, ona yardımcı olmak istedim, ama don Juan kolumdan tutup bir yandan da gülüşünü yarım ağızla saklayarak bana, “İzle onu! İzle!” dediğini işittim.
Don Genaro tekmeledi, bedenini gerdi, kendini sağa sola attı; sanki bir çiviyi gevşetmeye çalışıyordu. Birden bir patlama sesi duyuldu ve tam don Juan’la benim durduğumuz yere kadar kaydı. İki ayağı üzerinde bir, bir buçuk metre önüme indi. Kalçalarını sıvazladı, acıdan dans edermiş gibi zıpladı ve yakası açılmadık küfürler savurdu.
“Kaya beni bırakmak istemedi, kıçımdan yakaladı,” dedi, utangaç bir sesle.
Benzersiz bir neşe duygusu içindeydim. Yüksek sesle güldüm. Neşemin, zihin berraklığıma eşit olduğunu ayrımsadım. O anda, her şeyi kaplayan engin bir farkındalık durumuna girmiştim. Çevremdeki her şey kristal gibi berraktı. Daha biraz önce uyuşukluk, dalgınlık içindeydim. Ama, don Genaro’nun birden belirmesi, görkemli bir berraklık durumuna sokmuştu beni.