Konuşmamızı burada bitirdi. Elleriyle konuşmamı durdurmamı imlercesine, bir hareket yaptı. Yakınlarda biri, ya da bir şey olmalıydı. Başını, dinliyormuş gibi soluna eğdi. Gözünü, evin ötesinde sol yandaki çalılıklara odaklamıştı. Gözlerinin akını görebiliyordum. Bir süre dikkatlice ortalığı dinledi. Sonra ayağa kalkarak yanıma geldi, kulağıma fısıldayarak evi terk edip yürüyüşe çıkmamız gerektiğini söyledi.
Ben de, fısıltıyla, “Yolunda gitmeyen bir şey mi var?” diye sordum.
“Hayır, ters bi şey yok,’’dedi. “Aksine, her şey doğru.”
Beni, çöldeki çalılıklara doğru götürdü. Yarım saat kadar yürüdükten sonra, bitkiden arınmış, küçük, değirmi, üç buçuk dört metre çapında, kızıl çamurdan temizlenmiş, çok düz bir alanın yanına geldik. Ne var, buranın makineyle temizlenip düzeltildiğine ilişkin hiçbir iz gözükmüyordu. Don Juan, yüzü güneydoğuya dönük biçimde, bu alanın merkezine oturdu. Kendinden bir buçuk metre ötede bir yeri göstererek, yüzüm ona dönük oturmamı buyurdu.
“Burada ne yapacağız?” diye sordum.
“Burada bi buluşma var bu gece,” diye yanıtladı beni. Oturduğu yerin etrafında yeniden güneydoğu yönüne gelinceye dek dönerek, çevreyi gözleriyle çabucak taradı.
Devinimleri beni korkutmuştu. Ona, kiminle buluşacağımızı sordum.
“Bilgiyle,” dedi. “Diyelim ki, bilgi buralarda sinsi sinsi dolaşıyor.”
Bu gizli kapaklı yanıta karşılık vermeye bırakmadı beni. Konuyu çabucak değiştirerek neşeli bir sesle, doğal olmamı, yani evdeymişiz gibi, konuşup notlar almamı buyurdu.
O sıralar, altı ay önce bir çakalla “konuşmuş” olmamla ilgili canlı duygular aklımdan hiç çıkmıyordu. Bu olay, ilk kez, dengeli bilinçle ve duyularım aracılığıyla, büyücülerin dünya betimlemesini, hayvanlarla konuşarak iletişime girmenin mümkün olduğu bir betimlemeyi gözümde canlandırabildiğimi ya da kavrayabildiğimi göstermişti.
“Bu türden hiçbi deneyime girmeyeceğiz,” dedi don Juan, sorumu duyduktan sonra. “Dikkatini geçmiş olaylara odaklamana izin vermek doğru olmaz. Onlardan ancak söz edebiliriz.”
“Neden böyledir bu, don Juan?”
“Büyücülerin açıklamasının peşine düşecek denli kişisel erkin yok, senin.”
“Demek ki büyücülerin de açıklaması var!”
“Tabii ki var. Büyücüler de insan. Biz de düşünen yaratıklarız. Biz de açıklamaları gereksiniriz.”
“En büyük kusurumun açıklamaları gereksinmek olduğu düşüncesindeydim.”
“Hayır. Senin en büyük kusurun, hem sana hem de senin dünyana uyan açıklamalar aramak. Benim en çok karşı çıktığım, senin mantıklılığın. Bi büyücü de açıklar dünyasındaki şeyleri, ama o hiçbir zaman senin gibi katı olmaz.”
“Peki, büyücülerin açıklamasına nasıl ulaşabilirim?”
“Kişisel erk toplayarak. Kişisel erk, senin kolayca büyücülerin açıklamasına kayabilmeni sağlar. Açıklama, senin açıklama dediğin şey değil aslında; ne var, dünyayı da gizemlerini de açığa çıkaramazsa bile, daha az korku verici kılar. Açıklamanın özü bu olmalı. Ama bu senin aradığın değil. Ya! Sen kendi fikirlerinin yansımalarının peşindesin.”
Soru sorma isteğimi yitirmiştim. Ama onun gülümsemesi beni yeniden konuşmaya yöneltti. Benim için çok önemli bir başka konu da, dostu don Genaro’yla onun edimlerinin üzerimde yaptığı olağandışı etkiydi. Onunla her bir araya gelişimizde, en çarpıcı duygusal bozulmaları yaşamıştım.
Sorumu dile getirdiğimde, don Juan kahkahalarla güldü.
“Genaro akıl almaz bi heriftir,” dedi. “Ne var, şu anda ondan da sana yaptıklarından da söz etmenin yok bi anlamı. Gene diyorum, bu konuyu çözümleyecek yeterli kişisel erkin yok senin. Oluncaya dek bekle, sonra gene konuşuruz.”
“Ya hiçbir zaman olmazsa?”
“Hiçbi zaman olmazsa, hiçbi zaman konuşmayız.”
“Bu gidişle, hiçbir zaman elde edemeyecek miyim acaba?” diye sordum.
“Bu sana bağlı,” diye yanıtladı. “Gereken tüm bilgiyi verdim sana. Yeterince kişisel erk kazanmak, kantarın topuzunu kırmak senin elinde.”
“Kinayeli konuşuyorsun,” dedim. “Şunu doğrudan anlat.
Tam olarak ne yapmanı gerektiğini söyle, daha önce söyledim diyorsan, varsay ki unuttum.”
Don Juan kıkırdadı, ellerini başının ardına koyarak yere uzandı.
“Tam olarak ne gerektiğini biliyorsun,” dedi.
Ona, kimi zamanlar bildiğimi sandığımı, ama çoğunlukla özgüvenimi yitirdiğimi söyledim.
“Ola ki, konulan karıştırıyorsun, sen,” dedi. “Savaşçının özgüveniyle, sokaktaki adamın özgüveni aynı şey değildir. Sokaktaki adanı, seyircinin gözündeki kesinliği arar, buna da özgüven der. Savaşçı ise kendi gözlerinde kusursuzluğu arar, buna alçakgönüllülük der. Sokaktaki adam arkadaşlarına çengellenmiştir. Savaşçı ise yalnızca kendine bağlıdır. Belki de sen akıntıya kürek çekiyorsun. Savaşçının özgüveninin ardında olman gerekirken, sokaktaki adamın özgüveninin peşindesin. Bu ikisinin arasında olağanüstü bir fark var. Özgüven, bi şeyi kesin biçimde bilmeyi gerektirir; alçakgönüllülük, kişinin eylemlerinde ve duygularında kusursuzluğu gerektirir.”
“Senin telkinlerine uygun biçimde yaşamaya çabalıyordum,” dedim. “En iyisi olmayabilirim, ama ben kendimin en iyisiyim. Kusursuzluk değil ki bu?”
“Hayır. Bundan daha iyisini yapman gerekir. Kendi sınırlarını zorlamalısın, her zaman!”
“Ama bu insafsızlık olur, don Juan. Kimse yapamaz bunu.”
“Şu anda yaptığın bi dolu edim var, on yıl önce sana insafsızlıkmış gibi gelen. Bu şeylerin kendisi değişmedi. Ama senin kendinle ilgili fikirlerin değişti. Önceleri olanaksız olan, şimdi olanaklı. Senin kendini değiştirmede tanı anlamıyla başarıya ulaşman, belki de yalnızca bi zaman sorunu. Bu olayda bi savaşçının izleyeceği, olası tek yol, tutarlı, ikirciksiz eylemlerde bulunmaktır. Bi savaşçının yoluyla ilgili yeterli bilgin var, senin. Ama eski alışkanlıkların da yöntemlerin de kesiyor yolunu.”
Ne demek istediğini anlamıştım.
“Yazma işinin bırakmam gereken eski alışkanlıklarımdan biri olduğuna inanıyor musun?” dedim. “Yeni kitabımın metnini yırtıp atayım mı?”
Yanıt vermedi. Ayağa kalktı, gür çalılıkların kenarına bakmak amacıyla döndü.
Ona, kimi insanlardan, çömezliğimi yazmamın doğru olmadığını belirten mektuplar aldığımı söyledim. Doğulu gizli doktrinlerin ustalarının, öğretileri konusunda kesin gizlilik istediklerinden söz ettiklerini belirttim.
Don Juan, bana bakmadan, “Belki de o ustalar, yalnızca usta olma düşkünlüğü içindedirler,” dedi. “Ben usta değil, bi savaşçıyım yalnızca. Bi ustanın neler duyumsadığını bilemem. Ya!”
“Ama belki de açığa çıkarmamam gereken şeyleri açığa çıkarıyorumdur, ha don Juan?”
“Birinin bi şeyleri açığa çıkarması ya da kendine saklaması önemli değil,” dedi. “Yaptığımız ve olduğumuz her şey, kişisel erkimizde kalır. Eğer yeterince erkimiz varsa, bize edilen tek bi söz bile yaşamımızın akışını değiştirmeye yeter. Ne var, yeterince kişisel erkimiz yoksa bilgeliğin en görkemli parçası bile bi gıdam fark etmez.”
Ardından, gizli bir şey söyleyecekmiş gibi, sesini alçalttı.
“Belki de dile getirilebilecek en büyük bilgi parçasını söyleyeceğim sana,” dedi. “Görelim, bakalım, ne yapacaksın bununla. Tam şu anda, çevrenin sonsuzlukla kaplı olduğunu, üstelik eğer çok istersen, bu sonsuzluğu kullanabileceğini biliyor musun?”
Gözlerinin belirsiz devinimleriyle beni yanıt vermeye yönelttiği uzunca bir sessizliğin ardından, söylediklerinden bir şey anlamadığımı belirttim.
“Orada! Sonsuzluk orada!” dedi, ufku imlerken. Ardından göğün doruğunu imledi. “Ya da orada, belki de sonsuzluk şöyle bi şey." Doğuyu ve batıyı imlemek amacıyla her iki elini de uzattı.
Birbirimize baktık. Gözlerinde bir soru ifadesi vardı.
“Buna ne dersin?” diye sordu, beni sözleri üzerinde düşünmeye yönelterek.
Ne diyeceğimi bilemedim.
“Kendini, imlediğim yönlere doğru sonsuza dek uzatabileceğini biliyor muydun?” diye sürdürdü. “Tek bi anın sonsuzluk olabileceğini biliyor muydun? Bu bi bilmece değil, bi gerçek, buna, yalnızca o ana binip, özünün bütünselliğini herhangi bi yöne doğru taşımada kullanabilirsen, eğer.”
Bana baktı.
“Daha önce bu bilgi yoktu sende,” dedi, gülümseyerek, “Şimdi var. Bunu sana açıkladım, ama bi nebze değişiklik olmadı sende, çünkü açıklamamı kullanacak yeterince kişisel erkin yok. Olaydı, yalnızca şu sözlerimin aracılığı bile, özünün bütünselliğini yakalayıp, en önemli parçasını sınırları içinden çekip almana yeterdi.”
Yanıma gelip, parmaklarıyla göğsüme vurdu; çok hafif bir dokunuştu, bu.
“İşte, sözünü ettiğim sınırlar bunlar,” dedi. “İnsan bunların içinden çıkabilir. Biz burada saklı bi duyguyuz; bi bilinçliliğiz.”
Elleriyle, omuzlarımı hafifçe sarstı. Kalemimle defter altlığım yere düştü. Don Juan altlığa ayağıyla bastı, bana bakıp kahkahayı patlattı. Not almamı kafasına takıp takmadığını sordum. Güven verici bir titremle, “Hayır,” diyerek ayağını çekti.
“Bizler ışıldayan varlıklarız,” dedi, kafasını tartımla sallarken. “Işıldayan bi varlık için önemli olan tek şey kişisel erktir. Ama kişisel erkin ne olduğunu soracak olursan, benim açıklamam bunu açıklayamaz derim, sana.” Don Juan batı ufkuna bakarak, hâlâ birkaç saatlik günışığı kaldığını söyledi.
“Burada uzun bi süre kalmamız gerek,” diye açıkladı. “Ya sessizce otururuz, ya da konuşuruz. Sessiz durmak senin için doğal değil. O halde, konuşmaya devam! Bu nokta bi erk yeri, akşam karanlığı düşmeden önce de bize alışması gerek. Korku ya da sabırsızlık göstermeden, olabildiğince doğal biçimde oturmalısın burada. Senin için, dinginleşmenin en doğal yolu yazmak. Doya doya yaz bakalım!
“Şimdi de varsay ki, bana rüya görmenden söz ediyorsun.”
Bu ani değişime karşı hazırlıksız yakalanmıştım. Arzusunu yineledi. Bu konuda söylenecek çok şey vardı. “Rüya görme”, insanın kendi rüyaları üzerinde belirli bir denetim geliştirerek rüya boyunca yaşanan deneyimlerle uyanıkken yaşananların, kılgısal açıdan aynı değerde olmasını gerektirmekteydi. Büyücülerin savına göre, "rüya görme”nin etkisi altındayken rüya ile gerçeği ayırmanın sıradan ölçütleri etkisizleşiyordu.
Don Juan’ın “rüya görme” uygulaması, kişinin, rüyada ellerini bulmasını içeren bir çalışmaydı. Bir başka deyişle, kişinin, rüyasında, ellerini göz düzeyine kaldırdığını basitçe rüyada görerek, onları arayıp bulduğunun “rüyasını görmesi” gerekiyordu.
Başarısız denemelerle geçen yılların ardından, bu eylemi sonunda başarabilmiştim. Geriye dönüp baktığımda, bunu günlük yaşamımı bir derece denetim altına aldığımda başarabildiğimi gördüm.
Don Juan dikkat çekici noktaları dinlemek istedi. Ellerime bakma komutunu düzenlemenin çoğunlukla üstesinden gelinemez olduğunu söyleyerek başladım sözlerime. Onun, “rüya görmeye geçme” adını verdiği, hazırlık aşamasının ilk ayağının, kişinin zihninin oynadığı ölümcül bir oyun olduğunu söylemiş, özümün bir tarafının bunu başarmamı engellemek amacıyla elinden geleni ardına koymayacağı konusunda beni uyarmıştı.
Don Juan’ın dediğine bakılırsa beni anlam yitimine, kara kaygıya, hatta kendime kıymaya varan bir çöküntüye bile götürebilirmiş. Ne var, iş oralara kadar gelmemişti. Benim deneyimimin daha yalın, daha gülünç bir tarafı vardı; bununla birlikte, sonuç o denli asap bozucuydu. Rüyamda, tam ellerime bakacağım sırada olağanüstü bir şey oluyordu. Rüyadaki her şey, canlılık açısından “normal”in ötesine uzandığı gibi son kerte sürükleyici de olabiliyordu. Ellerimi inceleme biçimindeki başlangıç amacım, yeni konunun gölgesinde kalıp, unutuluyordu.
Bir gece, hiç beklemediğim bir anda, rüyamda ellerimi buldum. Yabancı bir kentin tanımadık bir sokağında yürüdüğümü görüyordum ki birden ellerimi kaldırıp başımın hizasına getirdim. Sanki özümde bir şey teslim olmuştu da ellerimin tersini incelememe izin vermişti.
Don Juan’ın yönergelerine göre, ellerimin görüntüsü gözlerimin önünde dağılmaya başlayınca, bakışımı, rüyamda yer alan herhangi bir başka öğeye çevirmeliydim. Söz konusu rüyada, bakışımı sokağın sonunda yer alan bir yapıya yönelttim. Yapının görüntüsü yok olmaya başlayınca dikkatimi rüyamı çevreleyen öteki öğelere odakladım. En sonunda, tanımadığım, yabancı bir kentin boş bir sokağının inanılmaz derecede berrak, tam bir görüntüsünü elde etmiştim.
Don Juan, “rüya görme”de yaşadığım başka deneyimleri anlatmayı sürdürmemi istedi. Uzun bir süre konuştuk.
Açıklamalarım bilince ayağa kalkarak çalılıklara gitti. Ben de kalktım. Sinirliydim. Korku ya da endişe verici bir durum olmadığına göre, bu gerekçesiz bir duyguydu. Don Juan birden döndü. Heyecanımın farkındaydı.
“Dinginleş,” dedi, hafifçe kolumu tutarak.
Beni oturttu, defterimi kucağıma koyarak beni yeniden yazmaya yöneltti. Ona bakılırsa, gereksiz korku ya da kararsızlık duygularıyla, bu erk yerini tedirgin etmemeliydim.
“Neden bu denli sinirliyim?” diye sordum.
“Doğal bu,”dedi. “İçindeki bi şey, rüya görme etkinliklerin nedeniyle yılmış durumda. Kafan bu tür düşüncelerle meşgul değilken daha iyi hissediyordun kendini. Ne var, açığa çıkardığım eylemler nedeniyle bayılacaksın neredeyse, şimdi.
“Her savaşçının kendine özgü bi rüya görmesi vardır. Her yöntem bi başkasından değişiktir. Hepimizin içine düştüğü bi tuzak var: küçük dalavereler çevirerek kendimizi bu serüvenden kopmaya zorlamak. Alınabilecek tek karşı önlem ise, her türlü engel ve umutsuzluğa karşın direncini yitirmemek.”
Ardından, rüya görme için konu seçebiliyor muyum, diye sordu. Bunu nasıl yapacağım hakkında en ufak bir fikrim olmadığını söyledim.
“Büyücülerin rüya görmeyle ilgili açıklaması şöyledir,” dedi, “bi savaşçı içsel söyleşisini kestiği anda zihnindeki bi imgeyi bilerek tutup, konusunu seçer. Başka bi deyişle, bi süre boyunca kendisiyle konuşmamayı becerebilir; ardından rüya görmede karşılaşmak istediği şeyi imge ya da konu olarak bi an boyunca bile olsa zihninde tutabilirse, istenen konuyu yakalar. Ayırdında değilsin ama bunu yaptığına eminim.”
Uzun bir sessizlik oldu, ardından don Juan havayı koklamaya başladı. Gören, burnunu temizliyor sanırdı; burun deliklerinden üç ya da dört kez nefes verdi, büyük bir güçle. Karın kasları çırpınmalarla kasıldı. Bunu, küçük nefes alışlarla denetledi.
“Rüya görmeden söz etmeyeceğiz, artık,” dedi. “Takılıp kalırsın sonra buna, alimallah. Herhangi bi şeyi başarma yolunda, başarı yavaş yavaş, büyük bi güç harcayarak gelmeli ama; asla takınak ya da gerginliğe yer yok bu yolda.”
Kalktı, çalılığın kenarına yürüdü. Öne eğilip yaprakların arasına baktı. Yapraklara pek yanaşmadan, aralarında bir şey arıyormuş gibiydi.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum, merakımı yenemeyip. Bana dönüp gülümseyerek kaşlarını kaldırdı.
“Çalılık garip şeylerle dolu,” dedi, yeniden yerine otururken.
Sesinde öyle bir rahatlık vardı ki birdenbire bağırsaydı daha az ürkerdim. Defterimle kalemim elimden düştü. Don Juan kahkahayı basarak taklidimi yaptı. Abartılı devinimlerimin, yaşamımda hâlâ var olagelen, yarım kalmış işlerden biri olduğunu söyledi.
Karşılık vermek istedim ama beni konuşturmadı.
“Çok az bi gün ışığı kaldı,” dedi. “Alacakaranlık bastırmadan değineceğimiz başka şeyler de var.”
Ardından, “rüya görme” konusunda söylediklerimi yeniden gözden geçirdiğimde, benim istencimle içsel söyleşimi durdurmayı öğrenmiş olmam gerektiğini belirtti. Ben de ona haklı olduğunu söyledim.
Don Juan birlikteliğimizin başlangıcında bir başka yöntem daha betimlemişti: gözlerini hiçbir şeye odaklamadan uzun uzun yürümek.
Hiçbir şeye doğrudan bakmadan, gözleri hafifçe kısıp, göz önüne gelen her şeyin çevresel bir görüntüsünü tutturmayı önermişti. O zamanlar pek anlamamama karşın, kişinin odaklanmamış gözlerini ufkun hemen üzerinde bir noktada tutarak, gözünün önünde yer alan her şeyi neredeyse 180 derecelik bir açıyla görebileceği konusunda diretmişti. Bu alıştırmanın içsel söyleşiyi susturmanın tek yolu olduğu konusunda güvence vermişti. Gösterdiğim ilerlemelerle ilgili olağan soruların ardından sorgulamayı durdurdu.
Don Juan’a bu yöntemi hiçbir değişim gözlemlemeden yıllarca uyguladığımı; kaldı ki, hiçbir şey beklemediğimi belirttim. Ne var, sonunda bir gün, tam on dakika boyunca, özüme tek bir sözcük bile söylemeden yürüdüğümün şaşkınlıkla ayırdına varmıştım.
Don Juan’a bunun yanı sıra, içsel söyleşiyi durdurmanın, kendime söylediğim sözcükleri kesip atmaktan çok başka bir şey olduğunu anladığımı da söyledim. Bütün bir düşünce sürecim durmuştu, hemen hemen asılı kaldığımı, boşlukta yürüdüğümü duyumsamıştım. Bu bilinçliliğin arasından bir ürkü duygusu çıkmıştı ortaya, onun için içsel söyleşime, panzehirmiş gibi sarılmıştım.
“Bizi yere çivileyen şeyin içsel söyleşi olduğunu söylediydim, sana,” dedi don Juan. “Kendimizle, dünya şöyle ya da böyledir diye konuştuğumuz için dünya şöyle ya da böyle oluyor.”
Don Juan, büyücülerin dünyasına geçiş yolunun, savaşçının içsel söyleşiyi durdurmayı öğrendikten sonra açıldığını açıkladı.
“Dünya görüşümüzü değiştirmek büyücülüğün dönüm noktasıdır,” dedi. “İçsel söyleşiyi durdurmaksa bunu becerebilmenin tek yoludur. Gerisi boş laf. Artık, içsel söyleşiyi, durdurmanın dışında, yaptığın ya da gördüğün hiçbi şeyin, tek başına, sende ya da dünya görüşünde kendiliğinden hiçbi şey değiştiremeyeceğini bilme durumunda olman gerekir. Bu değişimin düzenini bozmamak şart, Bi öğretmen neden çömezinin üzerine düşmez anlamışsındır belki. Saplantıyı, hastalığı beslemekten başka bi boka yaramaz bu.”
İçsel söyleşiyi sustururken yaşadığım başka deneyimlerle ilgili ayrıntıları sordu. Anımsayabildiğim her şeyi anlattım.
Karanlık basıncaya dek konuştuk. Artık, rahatça not alamıyordum; yazıma dikkat etmem gerekiyordu. Bu da dikkatimi dağıtıyordu. Bunun farkına varan don Juan gülmeye başladı. Bir başka büyücülük edimini, kendimi yoğunlaştırmadan yazmayı becerebildiğimi belirtti. Bunu söylediği an, not alma işini, gerçekten dikkatsizce yaptığımın ayırdına vardım. Sanki benim değil de bir başkasının etkinliği gibiydi. Bir gariplik hissettim. Don Juan, kendi yanına, çemberin merkezine oturmamı istedi. Artık çok karanlık olduğunu, çalılığın o denli yakınında oturmamın benim için uygun olmayacağını söyledi. Sırtımda bir ürperme hissedip onun yanına zıpladım.
Yüzümü güneybatıya döndürdü; kendime, sessiz durmayı, düşünmemeyi buyurmamı istedi. Önce, bunu beceremeyip, bir sabırsızlık anı yaşadım. Don Juan, bana arkasını dönerek destek olmam için sırtına yaslanmamı söyledi. Düşüncelerimi dindirdikten sonra, gözelerimi açıp güneybatı yönündeki çalılıklara bakmam gerektiğini belirtti. Gizemli bir sesle, benim için bir problem düzenlediğini, bunu çözersem büyücülerin dünyasının bir başka yüzüyle karşılaşmaya hazır olacağımı ekledi.
Problemin türü hakkında belirsiz bir soru sordum. Yavaşça kıkırdadı. Yanıtını beklerken, içimde bir şey ters döndü. Askıda kalmışım sandım. Kulaklarım, mantarı patlamış şişeler gibiydi, çalılıklardan gelen binlerce ses duyuyordum. Bu sesler öylesine çoktu ki, birer birer ayırt edemiyordum. Tam uyumak üzereyken birdenbire bir şey dikkatimi çekti. Benim düşünce sürecimi etkileyen bir şey değildi, bir görüntü ya da çevrenin bir parçası da değildi bu. Gene de bilinçliliğim bir şey taralından çekilmişti. Tamamıyla uyanıktım. Gözlerim çalılığın köşesindeki bir noktaya odaklanmıştı; ne var, bakmıyor, düşünmüyor ya da kendimle konuşmuyordum. Duygularım, berrak, bedensel duyulardı; sözlere gerek yoktu. Belirsiz bir şeye doğru çekildiğimi duyumsuyordum. Belki de, “düşüncelerim” dediğim şeyler çekiliyordu. Her nasılsa, bir toprak kaymasına kapıldığımı, bir tepeye doğru sürüklendiğimi sandım. Midemde devinmeler hissettim. Bir şey beni çalılığa doğru çekiyordu. Önümde çalılıkların karanlık kütlesini ayırt edebiliyordum. Ne var, sıradan bir karanlık değildi bu. Her bir çalılığı, koyu bir alacakaranlığın içinden bakıyormuş gibi tek tek görebiliyordum. Deviniyormuş gibiydiler. Yapraklarının kütlesi rüzgârda oynuyormuşçasına, üzerime doğru dalgalanan kara eteklere benziyordu. Ama rüzgâr esmiyordu. Cezp edici devinimlerinin içine çekildim. Titreşimli dalgalar gibi yavaş yavaş üzerime geliyorlardı. Sonra, koyu çalılıkların üzerinde duran daha açık bir karaltıyı ayırt ettim. Gözlerimi bu karaltının yanında bir noktaya odakladım, çok geçmeden sarımtırak bir parıltı yakaladım. Birden, odaklanmadan karaltıya baktım. Bunun, çalılıkların ardına gizlenen bir insan olduğu kesindi.
O anda çok tuhaf bir bilinçlilik durumundaydım. Çevremin de, çevremin bende uyandırdığı zihinsel süreçlerin de ayırdındaydım. Gene de, her zaman düşündüğüm gibi düşünmüyordum. Örneğin, çalıların üstündeki karaltının bir insan olduğunu anlayınca, çölde geçen bir başka olayı anımsadım; bir gece don Genaro’yla çalılıklar arasında yürürken bir adamın arkamızdaki çalılığın ardına saklandığının ayırdına varmıştım. Olayı mantıksal açıdan açıklamayı denediğim anda adamın görüntüsünü yitirmiştim. Ne var, bu kez kendimi yenerek, açıklama yapmayı, ya da düşünmeyi geri çevirdim. Bir an, adamı yakalayıp olduğu yerde kalmaya zorlayabileceğim kanısına vardım. O anda, midemin üstünde garip bir acı duydum. Sanki bir şey beni yarıp içime girmişti da, mide kaslarımı gergin tutamaz olmuştum. Kendimi bıraktığım anda, büyük bir kuşun ya da uçan bir hayvanın koyu karaltısı bana doğru silkelendi. Sanki adamın karaltısı bir kuşun karaltısına dönüşmüştü. Üzerime, berrak, bilinçli bir korku duygusu gelmişti. Nefes nefese kaldım, ardından güçlü bir çığlık atarak arka üstü düştüm.
Don Juan kalkmama yardım etti Yüzü benimkine çok yakındı. Kahkahalar, atıyordu.
“Neydi o?” diye bağırdım.
Elini ağzımın üstüne koyarak beni susturdu. Dudaklarını kulağıma yaklaştırıp, oradan sessiz ve dingin biçimde, hiçbir şey yokmuş gibi ayrılmamız gerektiğini fısıldadı.
Yan yana yürüdük. Dingin, düzenli bir biçimde yürüyordu. Birkaç kez hızla kendi çevresinde döndü. Ben de aynı şeyi yaptım—-iki kez, bizi izliyor gibi görünen bir kütlenin görüntüsünü yakaladım. Tekinsiz bir çığlık koptu arkamdan. Katışıksız bir korku anı yaşadım. Mide kaslarım dalgalandı, kasılmalar bedenimi koşmaya zorlayan bir yoğunlukta arttı.
Tepkilerimi en iyi don Juan’ın terimleriyle açıklayabilirim: bedenim, yaşadığım korku deneyimine bağlı olarak, onun “erk tırısı” adını verdiği şeyi gerçekleştirebilmişti. Bu, bana don Juan’ın yıllarca önce öğrettiği, insanın karanlıkta kendini berelemeden, sağa sola çarpmaksızın koşabilmesini içeren bir yöntemdi.
Neyi nasıl yaptığımın tam ayırdında değildim. Birdenbire kendimi yeniden don Juan’ın evinde buldum. Görünüşe bakılırsa, o da koşmuş ve oraya benimle aynı zamanda varmıştı. Gaz lambasını yaktı, tavandaki bir kirişe astı ve teklifsizce, oturup gevşememi söyledi.
Sinirliliğim daha dayanılır bir hale gelinceye dek, aynı noktada yerimde saydım. Sonra da yere oturdum. Bana, zorla, hiçbir şey olmamış gibi davranmamı buyurarak defterimi elime tutuşturdu. Çalılığı aceleyle terk ederken bunları düşürdüğümün ayırdına varamamıştım.
“Orada ne oldu?” diye sorabildim, sonunda.
“Bilgiyle buluşacaktın,” dedi, çenesiyle çölün koyu çalılarını imleyerek. “Seni oraya götürdüm, çünkü günün erken saatlerinde evin çevresinde dolanan bilginin bakışını yakaladım. Ola ki, bilgi senin geleceğini biliyordu da, seni bekliyordu. Burada buluşmak yerine bi erk noktasında karşılaşmayı yeğledim. Sonra da bilgiyi çevremizdeki öbür şeylerden ayrıştırabileceğinden emin olmak için bi deney hazırladım. Aferin, iyi becerdin.”
“Bir dakika!” diye karşı çıktım. “Önce çalılığın ardında gizlenen bir insan karaltısı gördüm, ardından da koca bir kuş.”
“Sen bi adam görmedin!” dedi, kesinlikle. “Ne de bi kuş. Çalılıklardaki karaltı da, üzerimize uçan şey de bi güveydi. Eğer büyücülerin terimlerine alışmak istersen, gerçi senin terimlerine göre gülünç bi şey bu ama sen bi güveyle buluştun. Bilgi bi güvedir.”
Delici bir bakışla bana baktı. Lambanın ışığı yüzünde garip gölgeler oluşturmuştu. Gözlerimi başka yöne çevirdim.
“Bu gizi bu gece çözmek için yeterli erkin olur belki. Bu gece olmazsa, yarın. Unutma, bana hâlâ altı gün borçlusun.”
Don Juan ayağa kalkıp evin arka yanındaki mutfağa yürüdü. Lambayı alıp, sıra gibi kullandığı çotuğun üzerine yerleştirdi. Sırt sırta yere oturup, bir tencereden kendimize fasulye ile et aldık. Sessizlik içinde yedik.
Zaman zaman, hızlı bakışlar fırlatıyordu benden tarafa. Gülmesini zor tutuyormuş gibiydi. Gözleri iki yarığı andırıyordu. Bana baktığında, gözlerini biraz açtı; nemli, saydam tabakadan lambanın ışığı yansıdı. Işığı bir ayna etkisi yaratmak istercesine kullanıyormuş gibiydi. Bununla oynadı bir süre; gözlerini üzerime her odakladığında başını neredeyse algılanamayacak biçimde sallıyordu. Çekici bir ışık titreşimi oluşuyordu böylece, Yaptıklarının ayırdına bir süre sonra varabildim. Kalasında belirli bir düşünceyle devindiğine inanıyordum. Ne yaptığını sormak gereğini duydum.
"Bi başka nedeni var," dedi güven verici bir titremle. "Gözlerimle seni yatıştırıyorum. Artık sinirli değilsin, di mi?"
Kendimi daha iyi hissettiğimi teslim etmeliydim. Gözlerinde sürekli ışıyan parlaklık korkutucu değildi. Ne sıkıldım ne de irkildim.
"Beni gözlerinle nasıl yatıştırıyorsun?" diye sordum.
Başını yeniden algılanamaz biçimde salladı. Gözlerinin saydam tabakaları lambanın ışığını gerçekten yansıtıyordu.
"Sen de yapmaya çalış," dedi, bana bir tabak yemek daha verirken, "Kendini dinginleştirebilirsin, istersen."
Başımı sallamayı denedim. Devinimlerim sakarcaydı.
"Böyle yaparsan, anca sallabaş olursun," diyerek güldü. "Dikkat et, başın ağrıyacak. Bunun gizi kafada değil, devinim, göze midenin altındaki bölgeden gelen duyguda. İşte, başı sallatan da bu!"
Göbek deliği bölgesini okşadı.
Yemeği bitirdikten sonra sırtımı odun destesiyle çuvallara dayayıp oturdum. Onun baş sallamasına öykünmeyi denedim. Don Juan çok eğleniyor gibiydi. Kıkırdayıp kalçalarını tokatladı.