1

Konu: 9 - Teşekkür Etmek

"SAVAŞÇI-GEZGİNLER ÖDENMEMİŞ hiçbi borç bırakmazlar," dedi don Juan.

"Sen neden söz ediyorsun, don Juan?" diye sordum.

"Yaşamın boyunca yaptığın bazı gönül borçlarını temizlemenin zamanı geldi artık," dedi. "Asla tümüyle ödeşemezsin, bundan emin ol, ama bi jest yapman gerek. Simgesel bi ödemede bulunmalısın; gönül almak için, sonsuzluğu tatmin etmek için yapmalısın bunu. Senin için onca anlam taşıyan iki arkadaşından, Patricia Turner ve Sandra Flanagandan söz etmiştin bana. Gidip onları bulmanın ve sahip olduğun her şeyi harcayarak ikisine de birer armağan almanın zamanıdır. Jest, işte bu."

"Nerede olduklarını bile bilmiyorum, don Juan," dedim, itiraz eder gibi.

"Onları bulmak, senin için bi meydan okuma anlamına gelecek. Onları ararken kaldırmadık tek bi taş bırakmayacaksın. Yapmaya niyet edeceğin şey son derece basit, ancak nerdeyse olanaksız da. Yoluna devam etmek için, kişisel minnettarlık eşiğini geçmek ve tek bi hareketle özgür kalmak istiyorsun. Eğer bu eşiği aşamazsan, benimle bu işi sürdürmeye çalışmanın hiç anlamı olmayacak."

"İyi de bana bu görevi vermek nerden aklına geldi?" diye sordum. "Bunun bana uygun olacağını düşündüğün için kendin mi icat ettin?"

"Ben hiçbi şey icat etmem," dedi gerçekçi bir tavırla. "Bu görevi sonsuzluğun kendisinden aldım. Bütün bunları sana söylemek benim için kolay değil. Çektiklerinin bana zevk verdiğini düşünüyorsan yanılıyorsun. Senin görevinde başarılı olman bana senin için olduğundan daha fazla anlam ifade ediyor. Başaramazsan, yitireceğin çok az şey var. Ne? Bana yaptığın ziyaretler. Aman ne önemli. Ama ben seni yitiririm; ve bu benim için ya silsilemin sürekliliğini, ya da senin onu bi altın anahtarla kapatma olasılığını yitirme anlamına gelir."

Don Juan sustu. Zihnimin ne zaman düşüncelerin hummasına kapıldığını hep iyi bilirdi.

"Sana defalarca anlattığım gibi, savaşçı-gezginler yararcıdırlar," diye devam etti sonra. "Duygusallık, melankoli, nostalji gibi şeylerle ilgilenmezler. Savaşçı-gezginler için yalnızca mücadele vardır; ve sonu olmayan bi mücadeledir bu. Eğer buraya huzur bulmak için geldiğini, ya da bunun yaşamında bi dinlenme arası olduğunu düşünüyorsan yanılıyorsun. Bu borçlarını ödeme işi senin bildiğin duygularca yönlendirilmiyor. Son derece saf bi duygu inceliği kılavuzluk ediyor ona; sonsuzluğa dalmak üzere olan, ve bunu yapmadan hemen önce, kendisine iyiliği dokunmuş olanlara teşekkür etmek için arkasını dönen savaşçı-gezginin duygu inceliği bu.

"Bu işi hak ettiği ciddiyetle karşılanmalısın," diye devam etti. "Bu, sonsuzluk seni yutmadan önceki son durağın. Aslında bi savaşçı-gezgin yüce bi varlık haline gelmeden sonsuzluk onun yanına bile uğramaz. O yüzden kendini sakınma, hiçbi çabadan kaçınma. Amansızca, ama zarafetle sonuna kadar götür."

Don Juan'ın sözünü ettiği kişiler, üniversite eğitimimin ilk iki yılında benim için çok büyük anlamı olan iki arkadaşımdı. Patricia Turner'ın ailesine ait evde, garajın üstündeki dairede kalıyordum. Yiyecek ve yatacak yer karşılığında havuzu temizlemek, dökülen yaprakları süpürmek, çöpü çıkarmak ve Patricia ile ikimize kahvaltı hazırlamak gibi işler bana aitti. Evdeki ufak tefek işlerimin yanı sıra ailenin şoförüydüm; Bayan Turner'ı alışverişe götürüp getirmek, Bay Turner için içki alıp gizlice eve sokarak çalışma odasına taşımak da işlerim arasındaydı.

Bay Turner tek başına içmeyi seven bir sigorta müdürüydü. Çok fazla içtiği için çıkan bir aile kavgası sonrasında bir daha şişelere asla el sürmeyeceğine dair söz vermişti ailesine. İçkiyi çok fazla azalttığını, ama arada sırada birkaç yudum yuvarlamaya ihtiyaç duyduğunu bana itiraf etmişti. Çalışma odasına elbette benden başka kimsenin girmesine izin yoktu. Orayı temizlemekle görevliydim; ama aslında yaptığım, tavandaki bir kemeri desteklemek için konmuş gibi göründüğü halde gerçekte içi boş olan bir direğin içine Bay Turner'ın şişelerini saklamaktan ibaretti. Şişeleri gizlice içeri sokuyor, boşları da gizlice evden çıkarıp çarşıda çöpe atıyordum.

Patricia üniversitede tiyatro ve müzik okuyor ve mükemmel şarkı söylüyordu. Amacı Broadway müzikallerinde şarkı söylemekti. Patricia'ya sırılsıklam âşık olduğumu söylemeye gerek yok. İnce, atletik bir vücudu, köşeli hatları olan bir esmerdi, ve benden nerdeyse bir baş daha uzundu ki bu da benim bir kadına tapmam için başlıca nedendi.

Sanki ondaki derin bir ihtiyacı giderir gibiydim; özellikle babasının bana sonsuz güveni olduğunu anladıktan sonra ortaya koyduğu, birisine kol kanat germe ihtiyacıydı bu. Benim küçük annem olmuştu. Onun izni olmadan ağzımı bile açamıyordum. Bir atmaca gibi gözleri üstümdeydi. Dönem tezlerimi yazıp ders kitaplarımı okuyor ve benim için özetliyordu bile. Hepsi de hoşuma gidiyordu, ama gözetilmeyi istediğimden değil; çünkü böyle bir gereksinmenin asla bilişselliğimin bir parçası olduğunu sanmıyorum. O yaptığı için hoşlanıyordum bunlardan. Onunla olmayı seviyordum.

Cvp: 9 - Teşekkür Etmek

Beni her gün sinemaya götürürdü. Los Angeles'ın bütün büyük sinemalarına giriş kartları vardı; bazı sinema patronları bu kartları babasına armağan veriyordu. Bay Turner onları hiç kullanmazdı; giriş kartı göstermenin asaletine uymadığını düşünürdü. Gişe memurları bu kartları taşıyanlara hep bir makbuz imzalattırırlardı. Patricia bu makbuzları rahatsız olmadan imzalıyordu, ama bazen adi memurun biri Bay Turner'ın imzasını isterdi, ve ben imzalamaya kalktığımda sadece Bay Turner'ın imzası da yetmezdi onlara. Ehliyetini görmek isterlerdi bu sefer. Bu memurlardan biri, küstah bir genç adam öyle bir laf etmişti ki bir keresinde, onun kadar benim de makaraları koyvermeme sebep olmuştu, ama Patricia'yı bir öfke nöbetine sokmuştu bu olanlar.

"Sanırım siz Bay Turd (dipnot, turd: bok) olmalısınız," dedi, düşünebileceğiniz en adi sırıtışla, "Bay Turner değil."

Bu hakareti savuşturabilirdim, ama sonra Steve Reeves'ın Herkülünü görmemize izin vermeyerek bizi fena halde bozum ederdi.

Genellikle her yere Patricia'nın en iyi arkadaşı olan ve bitişik evde ailesiyle birlikte oturan Sandra Flanagan ile birlikte giderdik. Sandra Patricia'yla taban tabana zıttı. O da aynı boydaydı; ama yuvarlak bir yüzü, gül pembesi yanakları ve şehvetli bir ağzı vardı; ve bir rakun kadar sağlıklıydı. Şarkı söylemeye hiç merakı yoktu. Onun bütün ilgisi bedensel zevkler üzerineydi. Yiyip içemeyeceği, sindiremeyeceği hiç bir şey yoktu; beni en çok kahreden yanı da, kendi tabağını cilaladıktan sonra aynı şeyi benim tabağıma da yapmasıydı; yemek seçen biri olarak ömrüm boyunca beceremediğim bir şeydi bu. O da son derece atletikti; ama daha sağlıklı, daha kaba bir biçimde. Erkek gibi yumruk, katır gibi tekme atardı.

Patricia'ya nezaketen, onun ailesi için yaptığım ufak tefek günlük işleri Sandra’nın ailesi için de yapıyordum; havuzu boşaltma, bahçedeki yaprakları süpürme, çöp gününde çöpleri çıkarma, kâğıtları ve tutuşabilir çöpleri yakma gibi şeylerdi bunlar. Los Angeles'ta hava kirliliğinin arka bahçelerdeki çöp yakıcıları yüzünden arttığı günlerdeydik.

Herhalde bu iki genç kadının yakınlıkları ya da rahatlıkları yüzünden, en sonunda ikisine birden deliler gibi âşık oldum.

Dostum olan çok tuhaf bir genç adamdan, Nicholas van Hooten’den öğüt istemeye gittim. İki kız arkadaşı vardı, ve ikisiyle birlikte, besbelli tam bir cennette yaşıyordu. Bana en basit öğüdü vermekle başlayacağını söyledi; iki kız arkadaşla sinemada nasıl davranılacağı hakkındaydı bu öğüt. Sinemaya ne zaman iki kızla birden gitse, ilgisini daima solunda oturana yönelttiğini söyledi. Bir süre sonra kızlar tuvalete gidip döndüklerinde onların yerlerini değiştiriyordu. Anna, Betty'nin oturduğu yere geçiyor ve çevredeki kimse bir şey anlamıyordu. Üçlü durumu—Nicholas oldukça eski moda bir adamdı; o basmakalıp Fransız terimini kullanıyordu: ménage à trois—gerçekçi bir şekilde kabul ettirmenin uzun sürecinde bunun ilk adım olduğuna dair bana güvence verdi.

Öğüdünü tuttum ve Patricia ile Sandy'yi Los Angeles'taki Fairfax Caddesinde sessiz filmler gösteren bir sinemaya götürdüm. Patricia'yı soluma oturtup bütün ilgimi ona verdim. Tuvalete gidip döndüklerinde kızlara yerlerini değiştirmelerini söyledim. Nicholas van Hooten’in dediği gibi yapıyordum, ama Patricia böyle bir saçmalığı sineye çekecek değildi. Kalktı ve hakarete uğramış, aşağılanmış ve öfkeden kudurmuş bir vaziyette sinemadan çıktı. Arkasından koşup özür dilemek istedim ama Sandra beni durdurdu.

"Bırak gitsin," dedi zehir saçan bir tebessümle. "Kocaman kız, o. Bir taksi tutup eve gidecek parası da var."

Aldanıp sinemada kaldım, sinir ve suçluluk içinde Sandra'yı öpmeye devam ettim. Ateşli bir öpücüğün orta yerinde birinin saçımı çektiğini hissettim. Patrica'ydı. Koltukların sırası gevşekti ve arkaya doğru yattı. Atletik Patricia, bizim sıra arkadakinin üzerine devrilmeden hemen önce aradan kaçtı. Sıranın öbür başında oturan iki izleyicinin çığlıklarını işittim.

Nicholas van Hooten’ınki berbat bir öğüttü. Patricia, Sandra ve ben tam bir sessizlik içinde eve döndük. Sonra tutulması olanaksız sözler vererek, gözyaşları, suçlamalar arasında bir orta yol bulmaya çalıştık. Bu üç yanlı ilişki, kendimizi nerdeyse mahvetmemizle sonuçlandı. Böyle bir şey yaşamaya hazırlıklı değildik. Sevgi, dürüstlük, görev ve ahlak kuralları ile ilgili sorunları çözmeyi bilmiyorduk. Birini öbürüne tercih edemiyordum; onlar da beni terk edemiyorlardı. Bir gün müthiş bir kargaşanın doruğunda ve katıksız bir umutsuzluk içinde, üçümüz de birbirimizi bir daha hiç görmemek üzere ayrı ayrı yerlere kaçıp gittik.

Mahvolmuştum. Yaptığım hiçbir şey onların yaşamıma vurdukları damgayı silemiyordu. Los Angeles'ı terk ettim ve hasretimi dindirebilmek için sayısız şeylerle kendimi meşgul etmeye çalıştım. Zerre kadar abartmadan söyleyebilirim ki, cehennemin derinliklerine indiğimi ve bir daha ordan asla çıkamayacağımı düşünüyordum. Don Juan'ın yaşantım ve kişiliğim üzerindeki etkisi olmasaydı, beni yiyip bitiren iblislerimle baş etmemin imkânı yoktu. Yaptığım şeyin yanlış olduğunu, bu denli harika iki insanı yüz yüze gelmeye hazırlıklı olmadığım böyle utanç verici, aptalca saçmalıkların içine sokmaya hiç hakkım olmadığını don Juan'a söylemiştim.

"Yanlış olan," dedi don Juan, "üçünüzün de yolunu şaşırmış benmerkezci kaçıklar olmanızdı. Kendini beğenmişliğin seni nerdeyse mahvetmiş. Kibrin olmazsa, yalnızca duyguların kalır.

"Beni dinle," diye devam etti, "ve sana dünya kadar anlam ifade edecek şu basit ve dolaysız alıştırmayı yap: o iki kıza ait anılarından kendi kendine söylemiş olduğun 'O bana şunu söyledi, bunu söyledi, o bağırdı, öbürü bağırdı, BANA bağırdı!' türünden cümleleri çekip çıkar ve sadece duygularının yoğunluğunda dur. Kendine o denli önem vermeseydin, elinde kalan en saf tortu ne olurdu?"

"Onlara duyduğum önyargısız aşkım," dedim, boğazım düğümlenerek.

"Peki bu aşk bugün o zamankinden daha mı az?" diye sordu don Juan.

"Hayır, değil, don Juan," dedim dürüstçe, ve beni yıllarca kovalamış olan kederin sızısını aynı şekilde hissettim.

"Bu kez, onlara sessizliğinin içinden sarıl," dedi. "Bu kez, güçsüz hıyarın teki olmayı bırak. Onlara son kez tam anlamıyla sarıl. Ama bunun Yeryüzü’nde son kez olmasını niyetlen. Karanlığının içinden niyetlen buna. Eğer hak ediyorsan," diye devam etti, "onlara armağan verdiğinde, tüm yaşamını ikinci kez özetlemiş olacaksın. Bu türden edimler savaşçıları adeta buhar gibi uçucu kılar."

Don Juan'ın buyruklarını izleyerek, tüm kalbimle işe giriştim. Eğer başarılı olamazsam sadece don Juan'ın kayba uğramayacağını anlamıştım. Ben de bir şey yitirecektim, ve benim kaybım da don Juan'ınki kadar büyük olacaktı. Sonsuzluk ile yüz yüze gelme ve onun bilincine varma şansımı yitirecektim.
Patricia Turner ve Sandra Flanagan'ın anısı beni berbat bir ruh haline sokmuştu. Bütün o yıllar boyunca peşimi bırakmamış olan o onarılmaz kayıp duygusunun eziciliği artık her zamankinden daha canlıydı. Don Juan bu duyguyu kurcalayarak şiddetlendirdiğinde iyice anladım ki bazı şeyler hep bizimle kalıyor, don Juan'ın terimleriyle yaşam boyu ve belki daha da ötesinde, bizi hiç bırakmıyordu. Patricia Turner ve Sandra Flanagan'ı bulmak zorundaydım. Don Juan son olarak, eğer onları bulursam, onlarla kalamayacağımı söylemişti. Yalnızca gönüllerini alacak, tüm sevgimle onları sarmalayacak, ve bunu kızgın suçlamalar, kendine acımalar, benmerkezci takıntılar olmadan yapacak kadar zamanım olacaktı.

Onlara ne olduğuna, nerelerde olduklarına dair büyük bir araştırmaya giriştim. Önce ailelerini tanıyan insanlara sorular sormakla işe başladım. İki aile de Los Angeles'tan taşınmışlardı, ve kimse bana nerde olabileceklerine dair bir fikir veremiyordu. Danışacak kimse yoktu. Gazeteye ilan vermeyi düşündüm. Ama sonra California'nın dışına taşınmış olabilecekleri aklıma geldi. En sonunda bir özel dedektif tutmak zorunda kaldım. Resmi kayıt bürolarıyla bağlantıları ve bunun gibi ufak tefek ayrıntılar sayesinde, dedektif birkaç hafta içinde onların izini buldu.

New York'da yaşıyorlardı; birbirlerine çok yakın bir mesafedeydiler, ve dostlukları da her zamankinden daha yakındı. New York'a gittim ve önce Patricia Turner'ı buldum. İstediği gibi bir Broadway yıldızı olamamıştı ama bir oyunun ekibindeydi. Sahnede mi yoksa idari bölümde mi görev aldığını bilmek istemedim. Onu bürosunda ziyarete gittim. Ne yaptığını bana söylemedi. Beni görünce şok geçirmişti. Yaptığımız tek şey el ele oturup birlikte ağlamak oldu. Ben de ona ne yapmakta olduğumu söylemedim. Onu görmeye geldiğimi, çünkü ona olan gönül borcumun ifadesi olarak bir armağan vermeyi istediğimi, ve dönmek niyetinde olmadığım bir yolculuğa çıkmak üzere olduğumu söyledim.

"Ne meşum sözler bunlar?" dedi, gerçekten paniklediği belliydi. "Ne yapmayı planlıyorsun? Hasta mısın? Hasta görünmüyorsun."

"Mecazi anlamdaydı," diye güvence verdim. "Güney Amerika'ya geri dönüyorum; talihimi orada denemek niyetindeyim. Rekabet korkunç, ve koşullar çok çetin, hepsi bu. Başarmak istiyorsam her şeyimi ortaya koymam gerekiyor."

Rahatlamış görünüyordu, bana sarıldı. Değişmemişti, yalnızca daha iri, çok daha güçlü, daha olgun ve çok zarif görünüyordu. Ellerini öptüm ve karşı konulmaz bir sevgi dalgası beni sardı. Don Juan haklıydı. Karşılıklı suçlamalardan arındığımda, kalan sadece duygularımdı.

"Sana bir armağan vermek istiyorum, Patricia Turner," dedim. "Ne istersen iste benden, eğer gücüm yeterse, istediğini sana alacağım."

"Zengin mi oldun yoksa?" dedi ve güldü. "Senin harika yanın hiçbir şeyinin olmamasıydı, asla da olmayacak. Sandra'yla nerdeyse her gün sözünü ediyoruz. Seni araba park ederken, kadınların sırtından geçinirken filan hayal ediyoruz. Üzgünüm, ama elimizde değil, seni hâlâ seviyoruz."

Ne istediğini söylemesi için ısrar ettim. Aynı zamanda hem ağlayıp hem gülmeye başlamıştı.

"Bana bir mink manto alır mısın?" diye sordu, hıçkırıklar arasında.

Saçlarını karıştırdım ve alacağımı söyledim.

"Eğer beğenmezsen, mağazaya geri götürür ve parasını alırsın," dedim.

Güldü ve beni eskisi gibi yumrukladı. İşine dönmesi gerekiyordu, ve ayrılmadan önce onu görmeye tekrar geleceğime dair söz verdim; ama şayet bunu yapamazsam, hayatın beni farklı yönlere çektiğini, ancak içimdeki anısını tüm yaşamım boyunca ve hatta ötesinde de koruyacağımı bilmesini istediğimi söyledim.

Tekrar geldim, ama yalnızca mink mantoyu ona teslim etmelerini uzaktan izlemek için. Sevinç çığlıklarını duydum.

Cvp: 9 - Teşekkür Etmek

İşimin bir bölümü bitmişti. Oradan ayrıldım, ama don Juan'ın söylediği gibi hafiflemiş hissetmiyordum kendimi. Eski bir yarayı deşmiştim ve kanamaya başlamıştı. Tam bir sağanak değildi yağan; daha çok iliklerime kadar işleyen ince bir sisle kaplıydı ortalık.

Sonra Sandra Flanagan’ı görmeye gittim. New York’un trenle gidilen banliyölerinden birinde yaşıyordu. Kapısını vurdum. Sandra açtı ve bana bir hayalet görmüş gibi bakakaldı. Yüzündeki bütün renk uçup gitmişti. Her zamankinden daha güzeldi, belki iyice topladığı ve irileştiği için.

"Ama sen, sen, sen!" diye kekeledi, adımı bile söyleyemiyordu.

Hıçkırdı, bir an için öfkelenmiş ve beni suçlayacakmış gibi durdu. Devam etmesi için ona şans vermedim. Sessizliğim, mutlaktı. Sonunda onu etkiledi. Beni içeri aldı ve oturma odasına geçip oturduk.

"Ne yapıyorsun burada?" diye sordu, biraz daha sakince.

"Kalamazsın! Ben evli bir kadınım! Üç çocuğum var benim! Ve çok mutlu bir evliliğim var."

Makineli tüfek gibi sözcükleri birbiri ardına sıralayarak bana kocasının çok güvenilir bir insan, yaratıcı değilse de iyi bir adam olduğunu, şehvetli olmadığını, seviştiklerinde çok çabuk yorulduğu için gayet dikkatli olması gerektiğini, onun kolayca hastalandığını ve bazen işe gidemediğini, ama üç güzel çocuk yapmayı becermiş olduğunu, ve üçüncü çocuktan sonra adı Herbert olduğu anlaşılan kocasının bu işleri tümüyle bıraktığını anlattı. Artık yapamıyordu, ama sorun değildi.

Onu sakinleştirmeye çalışarak sadece bir dakikalığına ziyaretine geldiğimi, hayatına karışmak ya da onu herhangi bir şekilde rahatsız etmek niyetinde olmadığımı tekrar tekrar söyledim. Onu bulmamın ne kadar zor olduğunu anlattım.

"Buraya sana veda etmek için geldim," dedim, "ve sana hayatımın aşkı olduğunu söylemek için. Sana gönül borcumun ve ölümsüz sevgimin bir simgesi olarak bir armağan almak istiyorum."

Çok etkilenmiş görünüyordu. Tıpkı eskiden yaptığı gibi, açık yürekle gülümsedi. Dişlerinin aralıklığı onu çocuksu gösteriyordu. Ona her zamankinden daha güzel olduğunu söyledim ki bu doğruydu.

Güldü ve sıkı bir rejime girmek üzere olduğunu, geleceğimi bilse rejime çok daha önce başlamış olacağını söyledi. Ama hemen başlayacaktı; ve gelecek sefer onu daha ince bulacaktım. Birlikteki yaşantımızın ne korkunç olduğunu ve onu ne kadar derinden etkilediğini anlattı tekrar tekrar. Sofu bir Katolik olmasına karşın intiharı bile düşünmüştü; ama aradığı avuntuyu çocuklarında bulmuştu, yaptıklarımızın gençliğin tuhaflıkları olduğunu ve asla tam anlamıyla silinmese bile üstü örtülü kalmaları gerektiğini düşünüyordu.

Ona minnettarlığımın ve sevgimin nişanesi olarak alabileceğim bir armağan olup olmadığını sorduğumda güldü ve Patricia Turner'ın dediklerinin aynısını; içine işeyecek bir oturağım bile olmadığını, ve hiçbir zaman da olmayacağını, çünkü benim böyle yaratılmış olduğumu söyledi. Bir şey istemesi için ısrar ettim.

"Bana bütün çocuklarımın sığacağı bir station wagon alır mısın?" dedi, gülerek. Bir Pontiac, ya da bir Oldsmobil istiyorum, bütün aksesuarları ile birlikte.

Kendisine böyle bir armağan almamın imkânsız olduğuna bütün kalbiyle inanarak söylemişti bunu. Ama aldım.

Ertesi gün araba satıcısının arabasını kullanarak adamın arkasından gittim ve gizlice park ettiğim yerden station wagon'un ona teslim edilmesini izledim, şaşkınlığını gördüm, ama ateşli varlığıyla uyumlu olarak, bu bir sevinç şaşkınlığı değildi. Bedensel bir tepkiydi bu; bir ıstırap ve hayret hıçkırığı gibiydi. Ağlıyordu, ama aldığı armağan için ağlamadığını biliyordum. İçimde yankılanan bir hasret ifadesiydi bu. Arabanın koltuğuna büzülüp kaldım.

Trenle New York yolunda, ve Los Angeles'a uçarken hayatımın tükenmekte olduğu duygusu çöktü üstüme; parmakların arasından süzülen kum gibi akıp gidiyordu benden. Teşekkür ve veda etmiş olmaktan ötürü kendimi hiçbir şekilde özgürleşmiş ya da değişmiş hissetmiyordum. Tam tersine, duyduğum o garip sevginin ağırlığı her zamankinden daha derinlere inmişti. Ağlamak istiyordum. Arkadaşım Rodrigo Cummings'in hiç yazılmayacak kitaplar için bulduğu isimler kafamın içinde geçit yapıyordu. Rodrigo başlık koymada uzmanlaşmıştı. En beğendiği "Hepimiz Holywood'da Öleceğiz"; bir diğeri "Asla Değişmeyeceğiz"; ve benim favorim, on dolara satın aldığım "Rodrigo Cummings'in Hayatı ve Günahlarından Seçmeler". Bütün o başlıklar beynimde dans ediyordu. Ben Rodrigo Cummings'dim; zaman ve uzay içinde sıkışıp kalmıştım, ve iki kadını hayatımdan çok seviyordum, ve bu asla değişmeyecekti. Ve diğer dostlarım gibi ben de Holywood'da ölecektim.

Sahte başarım olarak adlandırdığım yaptıklarım hakkında don Juan'a rapor verirken bütün bunları da anlattım. Oralı bile olmadı. Hissetmiş olduğum şeylerin sadece zayıflık ve kendine acıma olduğunu, ve veda ile teşekkür etmek için, bunu gerçek anlamda yapmak ve sürdürmek için büyücülerin kendilerini yeni baştan ele almaları gerektiğini söyledi.

"Kendine acıma duygunu hemen şimdi yeneceksin," diye emretti. "Yaralı olduğun fikrini alt et de bir bak bakalım, elinde kalan saf tortu ne?"

Elimde kalan saf tortu, her ikisine de nihai armağanımı vermiş olduğum duygusuydu. Bir şeyi yeniden canlandırma ya da— kendimi de dahil— incitme saikiyle değil, don Juan'ın bana göstermeye çabaladığı ruh halinin ta kendisiyle yapmıştım bunu; bir savaşçı-gezginin meşrebi ki don Juan'ın dediğine göre tek erdemi, kendisini etkilemiş ne varsa anısını canlı tutmasıdır; teşekkür ve veda etmesinin tek yolu da şu sihirli edimidir: sevmiş olduğu ne varsa sessizliğinin içinde saklar.

Cvp: 9 - Teşekkür Etmek

.