Bir gün Hermosillo'nun ana meydanında don Juan'la birlikte sakin sakin dolaşıyorduk. Bulutlu bir günün öğle sonrasıydı. Kuru ve çok hoş bir sıcak vardı. Çevrede bir sürü insan dolaşmaktaydı. Meydanın çevresine dükkânlar sıralanmıştı. Hermosillo'ya birçok kez gelmiş olmama karşın onların daha önce farkına varmamıştım. Orada olduklarını biliyordum, ama bilinçli şekilde fark etmemiştim onları. Hayatım buna bağlı bile olsa o meydanın bir krokisini çizemezdim. O gün don Juan'la dolaşırken, dükkânların yerlerini ve ne sattıklarını belirlemeye çalışıyordum. İlerde belleğimi canlandırmama yardım edecek ipuçları arıyordum.
"Sana daha önce de biçok kez söylediğim gibi," dedi don Juan, beni düşüncelerimin yoğunluğundan kopararak, "tanıdığım her büyücü, erkek olsun kadın olsun, yaşamı içinde eninde sonunda bi kırılma noktasına varır."
"Bir sinir buhranı ya da bunun gibi bir şey mi yaşadıklarını söylüyorsun?"diye sordum.
"Hayır, hayır," dedi gülerek. "Sinir buhranları kendilerine acıyan bireyler içindir. Büyücüler birey değildir. Benim anlatmak istediğim, içsel sessizliğin ortaya çıkıp yapılarının etkin bi yanı haline gelmesi için, yaşantılarındaki sürekliliğin belirli bi anda kırılması.
"Çok çok önemli olan," diye devam etti, "senin o kırılma noktasına bilerek varman, ya da onu yapay biçimde, akıl yoluyla yaratman."
"Bununla ne demek istiyorsun, don Juan?" diye sordum, şaşırtıcı uslamlamasına takılarak.
"Senin kırılma noktan," dedi, "yaşantını bildiğin gibi sürdürmeyi bırakmandır. Sana söylediğim her şeyi itaatkâr ve hatasız biçimde yaptın. Yeteneğini asla göstermiyorsun. Görünüşe göre senin tarzın böyle. Kalın kafalı değilsin, ama öyleymiş gibi davranıyorsun. Kendinden çok eminsin, ama güvensizmiş gibi hareket ediyorsun. Çekingen değilsin, ama insanlardan korkuyormuş gibi davranıyorsun. Yaptığın her şey tek bi noktayı işaret ediyor: bunların hepsinin hakkından gelmen gerek, hem de amansızca."
"İyi de nasıl, don Juan? Aklında ne var?" diye sordum, tam bir panik içinde.
"Sanırım her şey tek bi yere gelip dayanıyor," dedi. "Arkadaşlarını bırakmalısın. Onlara sonsuza dek veda etmelisin. Kişisel tarihçeni kendinle birlikte sürüklediğin sürece savaşçının yolunda ilerlemen mümkün değil, ve yaşam tarzını değiştirmediğin takdirde seni eğitmeye devam edemeyeceğim."
"Dur, dur, dur, don Juan," dedim. "Bu konuda dayatmak zorundayım. Benden çok fazla şey istiyorsun. Seninle açık konuşayım, bunu yapabileceğimi sanmıyorum. Arkadaşlarım benim ailem, benim dayanak noktam."
"Kesinlikle, kesinlikle," diye atıldı. "Onlar dayanak noktan. Bu yüzden de gitmeleri gerek. Büyücülerin sadece bi tek dayanak noktası olur: sonsuzluk."
"Ama ne yapmamı istiyorsun ki, don Juan?" diye sordum, ağlamaklı bir sesle. İsteği beni küplere bindirmişti.
"Sadece ayrılacaksın," dedi, pratik bir tavırla. "Nasıl ayrılırsan ayrıl."
"Ama nereye gidebilirim ki?" diye sordum.
"Benim önerim, bildiğin o adi otellerden birinde bi oda tutman," dedi. "Ne kadar berbat bi yer olursa o kadar iyi. Hele bi de odanın çamur yeşili bi halısı, çamur yeşili örtüleri, ve de çamur yeşili duvarları olursa hepsinden iyi—hani bi zamanlar Los Angeles'ta sana gösterdiğim otel gibi bi yer işte."
Sinir içinde güldüm, Los Angeles'ın sanayi bölgesinde, sadece depoların ve geçici müşteriler için eski püskü otellerin bulunduğu bir yerden don Juan'la birlikte arabamla geçişimizi hatırlamıştım. Otellerden biri tumturaklı adı yüzünden don Juan'ın ilgisini çekmişti: Yedinci Edward. Bakmak için sokağın karşısında biraz durmuştuk.
"İşte bu otel," demişti don Juan, eliyle göstererek, "benim için sıradan insanın yeryüzündeki hayatının tam bi simgesi. Şanslı, ya da acımasızsan sokak manzaralı bi odaya yerleşir ve insani acıların bitmek bilmeyen geçit törenini izleyebilirsin. Eğer fazla şanslı ya da acımasız değilsen iç tarafta, pencereleri duvara bakan bi odan olur. Bu iki manzaranın arasında kıvranarak bi ömür tükettiğini düşün; içeri taraftaysan sokağın manzarasına imrenerek, öbür yandaysan dışarı bakmaktan usanıp duvarın manzarasına imrenerek."
Don Juan'ın söyledikleri beni müthiş rahatsız etmişti, çünkü söylediklerini çok iyi anlıyordum.
Şimdi Yedinci Edward gibi bir otelde oda tutma zorunluluğuyla yüz yüze gelince, ne söyleyeceğimi, ne yana kaçacağımı şaşırmıştım.
"Orada ne yapmamı istiyorsun, don Juan?" diye sordum.
"Bi büyücü öyle bi yeri ölmek için kullanır," dedi, gözlerini bana dikerek. "Hayatında hiç yalnız kalmamışsın sen. Şimdi bunun zamanı geldi. O odada ölene dek kalacaksın."
Talebi beni ürküttü, ama güldürdü de.
"Yapmayacağımdan değil ama don Juan," dedim, "ölmüş olduğumu anlayabilmem için ölçüt nedir—eğer fiziksel anlamda ölmemi istemiyorsan tabii."
"Hayır," dedi, "bedeninin fiziksel açıdan ölmesini istemiyorum. Birey olarak ölmeni istiyorum. İkisi çok farklı olaylar. Aslında bireyselliğinin bedeninle çok az ilgisi var. Birey olarak sen zihninden ibaretsin, ve inan bana, zihnin sana ait değil."
"Nedir bu saçmalık, don Juan, zihnimin benim olmaması filan?" diye sorduğumu duydum, sesimde sinirli bir tınlamayla.
"Sana bi gün o konudan söz ederim," dedi, "ama arkadaşlarının koruyucu kalkanı altındayken olmaz.
"Bi büyücünün öldüğünü gösteren ölçüt," diye devam etti, "yalnız olup olmamasının onun için artık hiç fark etmediği bi anın gelmesidir. Kalkan olarak kullandığın dostlarının eşliğinin peşine düşmediğin gün, bireyselliğinin öldüğü gündür. Ne diyorsun? Var mısın?"
"Yapamam bunu, don Juan," dedim. "Sana yalan söylemeye çalışmamın yararı yok. Arkadaşlarımı terk edemem."
"Hiç sorun değil," dedi, kaygısızca. Söylediklerimden zerre kadar etkilenmişe benzemiyordu. "Bundan sonra seninle konuşamayacağım artık, ama birlikte olduğumuz zaman içinde epeyce şey öğrendiğini söyleyebiliriz. Geri gelsen de, uzaklara gitsen de seni çok güçlü kılacak şeyler öğrendin."
Sırtıma vurup bana veda etti. Arkasını döndü ve meydandaki insanların arasına karışıp gözden kayboluverdi. Bir an için, insanların onun açıp girdiği ve arkasında gözden yittiği bir perdeye benzedikleri gibi garip bir duyguya kapıldım. Son gelip çatmıştı, don Juan'ın dünyasındaki her şeyin gelişi gibi ani ve önceden kestirilemeyecek bir biçimde olmuştu bu. Bir anda üzerime çökmüştü işte, ta dibine batmıştım, ve oraya nasıl girdiğimi bile bilmiyordum.
Yıkılmış olmalıydım. Oysa bir şeyim yoktu. Neden böyle rahatladığımı bilmiyordum. Her şeyin bu denli kolaylıkla bitmesine hayran kalmıştım. Don Juan gerçekten zarif bir varlıktı. Hiçbir suçlama ya da öfke belirtisi göstermemişti. Bir tarlakuşu kadar hafif, arabama atlayıp gaza bastım. İçim içime sığmıyordu. Her şeyin böylesine ani, ve böylesine acısız bitmesi ne olağanüstü bir şeydi.
Eve dönüşüm olaysız geçti. Los Angeles'ta alıştığım çevreme girince, don Juan'la son görüşmemden muazzam bir enerji elde ettiğimi fark ettim. Gerçekten çok mutlu ve rahattım, ve normal addettiğim yaşantımı yenilenmiş bir keyifle sürdürmeye koyuldum. Arkadaşlarıma ilişkin tüm sıkıntılarım ve onlara dair düşüncelerim, don Juan’a bunlarla ilgili tüm söylediklerim tamamen unutulmuştu. Bir şey bunların hepsini zihnimden silmiş gibiydi. Böylesine anlamlı bir şeyi unutmuştum, hem de tamamen, ve bunun bu kadar kolay olması beni hayretler içinde bırakıyordu.
Her şey beklendiği gibiydi. Eski yaşantımın yeni biçimi tümüyle güzel olacaktı, eğer tek bir tutarsızlık olmasaydı: don Juan'ın, büyücülerin dünyasından ayrılmamın yalnızca eğitsel anlamda olduğunu ve geri geleceğimi söylediğini açık seçik hatırlıyordum. Konuşmamızın her sözcüğünü anımsayıp kaydetmiştim. Benim normal, tek yönlü uslamlama ve belleğime göre, don Juan asla öyle şeyler söylememişti. Hiç olmamış şeyleri nasıl oluyor da hatırlıyordum? Düşünüp duruyordum, ama hiç yararı yoktu. Sözde-anılarım, üzerinde durulacak kadar gariptiler, ama sonraları bunun anlamı olmadığına karar verdim. Kanımca don Juan’ın çevresinden çıkmıştım artık.
Don Juan'ın bana bir şekilde iyiliği dokunmuş kişilere karşı davranışlarıma ilişkin önerilerini izleyerek, benim için dünyayı yerinden oynatacak bir karara varmıştım: çok geç olmadan o arkadaşlarıma teşekkür edip onları onurlandırma kararıydı bu. İlk hedeflerimden biri Rodrigo Cummings'di. Ancak Rodrigo'nun başına gelenler, tüm planlarımı temelinden yıkıp mahvetti.
Kendisiyle rekabet duygumun üstesinden geldikten sonra, ona karşı tavrım kökten değişti. Rodrigo'nun yaptığı her şeyin içine yüzde yüz atlamanın benim için dünyanın en kolay şeyi olduğunu fark etmiştim. Aslında ben de tıpkı onun gibiydim, ama onunla rekabet etmeyi kesene dek bunu bilmiyordum. Sonra gerçek delirtici bir berraklıkla ortaya çıkıverdi. Rodrigo'nun en büyük dileklerinden biri üniversiteyi bitirmekti. Her sömestr okula kayıt yaptırıyor ve izin verilen en fazla sayıda derse yazılıyordu. Sonra günler ilerledikçe birer birer bırakıyordu hepsini. Bazen okuldan tümüyle uzaklaşıyordu. Bazen de bir-iki dersi gücü tükenene kadar sürüklüyordu.
Son okul döneminde sosyoloji sınıfına aralıksız devam etti, çünkü bu dersi sevmişti. Final sınavı yaklaşıyordu. Ders kitabını okuyup çalışmak için üç haftası olduğunu söylemişti bana. Sadece altı yüz sayfalık bir kitabı okumak için bunun gerekenden fazla bir süre olduğu fikrindeydi. Kendini anımsama yeteneği çok yüksek düzeyde olan hızlı bir okuyucu sayıyordu, ona kalsa nerdeyse fotoğraf makinası gibi bir belleğe sahipti.