1

Konu: Bölüm 17

Aylarca dönmedim Meksika’ya. Bütün bu zamanı, tuttuğum notları işleyerek geçiriyor ve çömezliğe başladığımdan bu yana geçen on yıldır ilk kez don Juan’ın öğretilerini gerçekten anlamaya başladığımı görüyordum. Don Juan’ın çömezliğinden uzak kalmış olduğum bu uzun devrelerin üzerimde çok ayıltıcı ve yararlı etkileri olmaktaydı. Bulgularımı gözden geçirmeye; notlarımı, araştırma uğraşlarımın amaçlarına uygun ussal bir biçimde düzenlemeye fırsat bulabiliyordum. Ne var ki, dağlarda geçirdiğim son deneyimim sırasında başıma gelen olaylar, don Juan’ın bilgisini kavrama konusunda ki iyimserliğime mantıksal açıdan ters düşen bir görünüm vermekteydi.
Not defterime en son yazdıklarımı 16 Ekim 1970’te yazmıştım. O tarihte olan şeyler bir dönüm noktasını oluşturmuştu. O olaylar yalnızca bir öğretiler dizisini tamamlamakla kalmıyor, yepyeni bir dönemin de başlangıcı oluyorlardı. Ve o zaman dek yaptıklarımdan bambaşka bir dönem oluyordu bu. Ve bu yüzden, önce not alarak röportaj biçiminde sunmayı burada kesmekteyim.
Don Juan’ın evine yaklaşırken, onu her zamanki gibi, kapısının önündeki ramadanın altında oturur bulmuştum. Arabamı bir ağacın gölgesine park ederken çantamı ve kimi paketleri alıp ona doğru yaklaştım. Yüksek sesle selamladım. Sonra baktım, don Juan yalnız değildi. Odun yığının ardında oturan bir adam daha vardı. İkisi de bana bakmaktaydı. Don Juan elini salladı, öbür adam da aynı şeyi yaptı. Giysilerinden, onun bir Kızılderili değil de güneybatılı bir Meksikalı olduğunu çıkartmıştım. Levis bluciniyle, bej renkli gömlek, Teksaslı kovboy şapkası ve kovboy çizmeleri giymişti.
Don Juan’la konuşup o adama baktım; o da bana gülümseyerek bakmaktaydı. Ona doğru yaklaştım.
Adam, don Juan’a dönerek, “Vay Carlosçuğumuz gelmiş de, benimle konuşmak istemiyor,” dedi. “Yoksa darılmış mı bana, haa?”
Ben daha bir şey diyemeden, ikisi de kahkahayla güldüler. Ve işte o zaman bu yabancının don Genaro olduğunu anladım.
Don Genaro gülmesini sürdürerek, “Beni tanıyamadın, di mi?” diyordu.
Üzerindeki giysiyerin beni şaşırtmış olduğunu söylemek zorunda kaldım.
“Neler yapıyorsun buralarda, don Genaro?” dedim.
Don Juan, “Sıcaklarda pişmeye gelmiş,” dedi, “di mi Genaro?”
Don Juan, “Evet, öyle,” diye yansıladı. “Bilemezsin sıcak yeller ne yaman etkiliyor bu yaşlı gövdemi!”
Geçip aralarına oturdum.
“Nasıl etkiliyor gövdeni, anlat,” dedim.
“Olağandışı şeyler fısıldıyor gövdeme burdaki sıcak yeller,” dedi don Genaro.
Sonra don Juan’a dönüp baktı. Gözleri ışıl ışıldı.
“Öyle di mi, ha?”
Don Juan başını onaylarcasına salladı.
Bunaltıcı Santa Ana yelinin estiği mevsimin bana göre yılın en kötü zamanı olduğunu, ben o yelden kaçarken don Genaro’nun o sıcak yeli arar oluşunu pek tuhaf bulduğumu söyledim onlara.
Don Juan, don Genaro’ya “Carlos sıcağı sevmez,” dedi. “Hava ısınınca bi çocuk gibi olur, boğulacak gibi olur.”
“Ne boğu be?”
“Boğu... lacak dedim.”
Don Genaro yüzünü gülünçleştirerek meraklanmış ve pek üzülmüş gibi, “Aman Tanrım!” dedi.
Don Juan, don Genaro’ya dostlarla başım dertte olduğu
için aylardır uzaklarda bulunduğumu anlattı.
Don Genaro, “Sonunda bir dostla karşılaştın demek, ha!”
dedi.
“Öyle galiba.” dedim ihtiyatlıca.
İkisi de güldüler. Don Genaro iki üç kez hafifçe sırtıma
vurdu. Dostluk belirten, okşarcasına bir davranış olarak almıştım bunu. Don Genaro elini omuzuma koymuş bana bakıyordu. Bir dinginlik içindeydim. Ama yalnızca bir an sürmüştü bu. Çünkü don Genaro, ardından öyle bir şey yapmıştı ki, açıklayabilmek olanaksız... Birden sırtımda koskoca bir taşın ağırlığını duyuvermiştim. Sanki sağ omuzumda duran elini bastırıyordu da tüm gövdem yere yıkılmış ve başımı yere çarpmıştım.
Don Genaro, “Carlosçuğa yardım edelim bari,” dedi ve don Juan’a gizli bir bakış attı.
Kalkıp oturdum ve don Juan’a baktım. Ama o gözlerini uzaklara çevirmişti. Bir aralık bir kararsızlık geçirdim ve don Juan’ın benden uzak durduğunu, bana yabancılaştığı düşüncesiyle tasalandım. Don Genaro gülüyor ve tepkimemin ne olacağını beklere benziyordu.
Elini omuzuma bir kez daha koymasını söyledim, ama bunu yapmak istemedi. Hiç olmazsa bunu nasıl yapmış olduğunu açıklamasını istedim. Kıkır kıkır güldü. Don Juan’a dönerek don Genaro’nun elinin ağırlığı altında ezilir gibi olduğumu anlattım.
Don Juan, yüzünü gülünçleştirerek, “Ben ne bileyim,” dedi, “elini benim omuzuma koymadı ki!”
İkisini de bir gülme aldı.
“Ne yaptın bana öyle, don Genaro?” diye sordum.
Don Genaro masum bir sesle, “Elimi omuzuna koymuştum da...” dedi.
“Hadi gene koy,” dedim.
Ama koymadı, o sırada don Juan araya girerek son deneyimimi anlatmamı istedi. Ben de gerçekten ayrıntılı olarak anlatmamı istediğini sanarak bütün geçirdiklerimi anlatmaya başladım. Ama ben iyi niyetli anlatmayı sürdürdükçe, onlar gülmekten katılıyorlardı. Birkaç kez durdum. Ama sürdürmemi istiyorlardı.
Konuşmam bittikten sonra, don Juan “Duyguların ne olursa olsun, er geç gelecektir sana dost,” dedi. “Yani, onu çekmeye çalışman gerekmeyecek. Kendiliğinden geliverecek. Belki de oturmuş parmaklarınla oynarken, ya da kadınları falan düşlerken... Omuzunu tıpışlayıverecek; dönüp bi bakacaksın. Dost karşına dikilmiş...”
“Öyle bir durumda ne yapmalıyım?” diye sordum.
Genaro, “Hey hey, dur bakalım!” dedi. “Ne biçim soruymuş o. Ne yapmalıyım diye sormak olur mu? Belli ki bir şey yapamazsın. Bir savaşçı ne yapar diye sorsana!”
Sonra bana dönerek göz kırptı. Başını hafif sağa eğmiş, dudaklarını büzmüştü.
Bütün bunların bir şaka olup olmadığını anlamak için don Juan’a baktım; ama yüzü pek ciddi görünüyordu.
“Pekâlâ!” dedim. “Ne yapar bir savaşçı?”
Don Genaro gene göz kırparak uygun bir sözcük ararcasına dudaklarını kıpırdattı. Çenesini tutarak gözlerini bana dikti.
Kızılderililere özgü bir ağırbaşlılıkla, “Bir savaşçı,” dedi, “donuna doldurur.”
Don Juan elleriyle yüzünü örttü, don Genaro yeri yumruklayarak yürekten bir kahkaha patlattı.
Don Juan, gülmeler dindikten sonra, “Korkuyu hiçbi zaman yok edemeyiz,” dedi. “Bi savaşçı o biçimde bi köşeye kıstırılınca, dönüverir sırtını dosta, düşünmez bile onu. Bi savaşçı düşkünce davranamaz; ve böylece korkusundan ölemez. Yalnızca sağlam ve hazır olduğu zaman yanına sokar bi dostu bi savaşçı. Dostla tutuşmaya yeterli gücü olduğu zaman, yarığını açar da dışarıya süzülüp dostu kavrayıverir; mıhlayıverir onu yere, yettiği kadar diker gözlerini onun yüzüne ve bırakır yakasını çekip gitsin diye. İşte bi savaşçı, benim küçük dostum, her zaman egemendir.”
“Dosta bakmayı biraz daha sürdürsen, ne olur?” diye sordum.
Don Genaro bana baktı ve sonra gülünç bir biçimde gözlerini havaya kaldırdı.
Don Juan, “Kim bilir?” dedi. “Ola ki Genaro sana anlatır kendi başına gelenleri.”
Don Genaro dudaklarını şapırdattı ve “Belki,” dedi. “Lütfen anlatır mısın?”
Don Genaro ayağa kalktı, gerinerek kemiklerini kütürdetti ve gözlerini, yusyuvarlak olana dek, açtı. Deli gibi yapmıştı yüzünü.
Sonra, “Genaro çölü gümbürdetecek,” diye çalılıklara gitti.
Don Juan bir giz aktarırcasına, “Genaro sana yardım etmeyi aklına kodu,” dedi. “Ona gittiğimizde de aynı şeyi yapmıştı da hani görmene ramak kalmıştı,” Çağlayanda geçen olayları anıştırdığını sanmıştım; meğerse o, don Genaro’nun evindeyken işitmiş olduğum kimi yabansı gümbürtüleri anlatmak istermiş.
“Haa sahi, neydi o ses?” diye sordum. “Gülüp durmuştuk,
ama o sesin ne olduğunu söylememiştin hiç.” “Sormamıştın ki!”
“Sormuştum.”
“Sormamıştın. O sesin dışında her şeyi sormuştun da...” Don Juan suçlarcasına bakmaktaydı yüzüme.
Ve, “Genaro’ya özgü bi sanattır bu,” dedi. “Yalnızca o yapabilir bu işi. İşte o anda görmüş gibiydin.”
O zaman işittiğim seslerin “görme” ile bir ilişkisi olabileceğini hiç düşünmediğini belirttim.
Don Juan, “Neden olmasın?” diye soruverdi.
“Görme deyince gözlerim gelir aklıma!” dedim.
Don Juan, bende bir sakatlık varmış gibi bir an incelercesine baktı bana.
Ve, “Görmenin sırf gözlerle ilgili olduğunu hiç dedim mi ben sana?” diye esef edercesine başını salladı.
“Nasıl çıkarıyor o sesleri?” diye asıldım.
Don Juan keskin bir biçimde, “Bunu nasıl yaptığını anlatmıştı sana ya!” dedi.
Ve işte o anda olağandışı bir gümbürtü işittim.
Yerimden fırlamıştım. Don Juan gülmeye başladı. Çığ kopmuş gibi bir gürültüydü bu. O anda dağarcığımdaki ses dökümünün sinema filmlerinden kaynaklandığını anlamıştım. İşittiğim ses, tıpkı, görmüş olduğum bir filmdeki bir dağın çökerken çıkardığı sese benziyordu.
Don Juan gülmekten beli tutulmuş gibi elleriyle iki yanını bastırmaktaydı. İşittiğim gürleme yerleri sarsmıştı. Yere koskoca bir kayanın küt diye düşmesiyle çıkan tok bir sesti bu ve bastığım yer titremişti. Yuvarlana yuvarlana düşmekte olan kayaların çıkardığı bir dizi ses daha duydum; amansızcasına üzerime gelmekteydi sanki bu kayalar. Bir an aklım iyice karışıverdi. Tüm kaslarım kasıldı; tüm gövdem kaçmaya hazır bir duruma geçti.
Don Juan’a baktım. Beni süzmekteydi. Birden o gümbürtülerin en korkuncusunu işittim. O güne dek duymadığım bir sesti bu. Sanki evin ardında bir dağ devrilmişti. Her yer sallanıyordu, ve o anda çok yabansı bir sezgi duydum. Evet, bir anlığına, evin hemen ardında dağ büyüklüğünde bir kayayı gerçekten “görmüş”tüm. Bakmakta olduğum ev görüsüne eklenmiş bir görüntü falan değildi bu. Gerçek bir kayanın görüntüsü de değildi. Bu, daha çok o gürültünün yuvarlanan koskoca bir kaya görüntüsünü yaratmasıydı. Yani gürültüyü gerçekten “görüyordum”. Bu sezgimin bu anlaşılmaz niteliği beni bir umutsuzluk ve şaşkınlık içine sokmuştu. Duyularımın bu biçimde sezgiler algılayabileceği hiç aklıma gelmezdi daha önceleri. Ussal bir ürküye kapıldım ve oradan kaçmayı kararlaştırdım. Don Juan kolumu tutarak kesin bir sesle, kaçmamamı ve arkaya dönmememi ve don Genaro’nun gittiği yöne bakmayı sürdürmemi buyurdu.
Çok geçmeden, yuvarlana yuvarlana üst üste yığılan kayaların çıkardığı seslere benzer bir takım gürültüler işittim. Sonra da her şey susuverdi. Birkaç dakika sonra don Genaro döndü ve oturdu. “Görüp görmediğimi” sordu. Ne diyeceğimi bilemedim. Yardım istercesine don Juan’a döndüm. O da bana bakmaktaydı.
Kıs kıs gülerek, “Gördü galiba,” dedi.
Neden söz ettiklerini anlayamadığımı söylemek istiyordum. Son kerte karışıktı zihnim. Duyduğum acı ve tedirginlik gövdeme ağrılar veriyordu.
Don Juan, “Bırakalım yalnız başına otursun burda,” dedi. Kalkıp yanımdan geçtiler.
Don Juan yüksek sesle, “Carlos şaşkınlığına düşkün durumda şimdi de,” dedi.
Saatlerce yalnız kalıp notlarımı aldım ve deneyimimin saçmalığını düşünüp durdum. İyice düşününce, don Genaro’yu ramadanın altında oturur gördüğüm andan bu yana durumun bir maskaralığa dönüşmüş olduğunu görmüştüm. Düşündükçe, don Juan’ın artık yularları don Genaro’ya aktarmış olduğuna daha da inanıyor ve bu durum kuruntularımın daha da artmasına neden oluyordu.
Don Juan ile don Genaro akşamüstü döndüler. İki yanıma geçip oturdular. Don Genaro bana epey yakın oturmaktaydı, neredeyse yaslanmıştı bana. İnce, sırım gibi omuzu hafifçe değmekteydi bana, ve elini omuzuma koymuş olduğu zaman ki gibi bir duyguya kapılıyordum. Ezici bir yük altındaymışım gibi yıkılıverdim ve don Juan’ın kucağına düştüm. Don Juan kalkmama yardım etti ve alaylı bir sesle kucağında uyumak mı istediğimi sordu.
Don Genaro çok neşeli görünüyordu. Gözleri ışıl ışıldı. Ağlamak geldi içimden. Kuşatılmış bir hayvan gibi hissediyordum kendimi.
Don Genaro, “Seni ürkütüyor muyum, Carlosçuk?” diye sordu. Ve beni düşünürcesine, “Vahşi bir at gibisin,” dedi.
Don Juan, “Bi masal anlat ona,” dedi. “Ancak öyle sakin leşir o.”
Biraz uzaklaşarak karşımda oturdular. İkisi de merakla bakmaktaydılar bana. Alacakaranlıkta gözleri, camsı, koca koca havuzları andırıyordu. Öyle ilginçti gözleri! İnsan gözü değildi sanki bunlar. Bir an birbirimize baktık; ve gözlerimi yere indirdim. Onlardan korkmadığımı anlıyordum; ne var ki, gözleri beni titretircesine ürkütüyordu. Son kerte tedirginlik duymaktaydım.
Bir anlık bir sessizlikten sonra don Juan, don Genaro’ya asılarak dostuyla yaptığı göz göze bakışma yarışında dostunu nasıl mat ettiğini bana anlatmasını istedi. Don Genaro bir metre kadar ötemde yüzü bana dönük oturmuştu; bir şey söylemiyordu. Ona baktım; gözleri, bildiğim insan gözlerinden dört beş kat daha iriymiş gibiydi. Işık saçan, insanı çeken gözler... Gözlerinden çıkan ışıklar sanki tüm çevreye egemen olmaktaydı. Don Genaro’nun gövdesi çekilmişe benziyor ve bir pars, bir leopar görünümü veriyordu kendisine. İri bir kediyi andıran gövdesinde hafif kımıldamalar görerek hemen bir korkuya kapıldım. Bütün yaşamım boyunca yaptığım bir şeydi bu biçimde korkmaklığım. Düşünmeden, “savaş duruşu"ma geçiverdim ve kısa aralıklarla kalçama vurmaya başladım. Ne yaptığımın farkına varır varmaz utanarak don Juan’a baktım. Her zaman olduğu gene sevecen ve yatıştırıcı bakışlarla bana bakmaktaydı. Yüksek sesle gülüyordu. Don Genaro kedi gibi mırlayarak kalktı ve eve girdi.
Don Juan, don Genaro’nun çok güçlü ve etkin bir adam olduğunu ve ıvır zıvırdan hoşlanmadığını, az önce de gözlerini kullanarak benimle dalga geçmiş bulunduğunu anlattı. Ne var ki, ben, kendimin de sandığımdan fazla bir şeyler bilmekteymişim. Bu büyücülük işine bulaşan herkes alacakaranlık sıralarında pek tehlikeli olurlarmış ve don Genaro gibi büyücüler bu vakitlerde şaşılası işler yapabilirlermiş.
Birkaç dakika sessiz durduk. Oldukça iyi hissediyordum kendimi. Don Juan’la konuşmak beni rahatlatmış ve bana güven vermişti. Don Juan, daha sonra, bir şeyler yiyeceğini ve o akşam bir yürüyüşe çıkacağımızı, ve don Genaro’nun bana bir saklanma yöntemi göstereceğini söyledi.
Saklanma yöntemiyle ne demek istediğini açıklamasını istedim. O da, bir şeyler açıklamaktan artık bıkmış olduğunu, açıklamaların, beni düşkünlüğe itmekten başka bir şeye yaramadığını belirtti.
Eve girdik. Don Genaro gaz lambasını yakmış yemek yiyordu.
Yemekten sonra, üçümüz sık çalılıklarla örtülü çöle gittik. Don Juan hemen yanı başımda yürüyordu. Don Genaro bir kaç adım önümüzdeydi.
Hava oldukça açıktı; bulutlara karşın, ay ışığında her yeri açıkça görebiliyorduk. Don Juan bir ara durdu ve don Genaro’yu izlememi söyledi. Karar veremiyordum. Don Juan beni hafifçe iterek çekinmem için bir neden bulunmadığını belirtti. Her zaman hazır durumda bulunmam ve her zaman kendi gücüme güvenmem gerektiğini ekledi.
Don Genaro’yu izledim. Ve izleyen iki saat boyunca ona yetişmeye çabaladım. Ne var, ne denli uğraştıysam da onu bir türlü yakalayamıyordum. Don Genaro’nun karaltısı hep önümde bir yerlerde belirip durmaktaydı. Kimileyin keçiyolunun bir yanına zıplayıveriyor, ve bir bakıyorsun, yolun ta ötesinde ortaya çıkıveriyordu. Karanlıkta anlamsız bir yürüyüşten başka bir şey değildi bu yaptığımız. Eve nasıl döneceğimi bilemediğimden, onu izleyip durmaktaydım. Don Genaro’nun ne yapmak istediğini bilmiyordum. Herhalde beni çölün belli bir yerine götürüp, don Juan’ın sözünü ettiği yöntemleri göstermeyi tasarlamaktaydı. Ama bir an geldi, don Genaro ardımdaymış gibi tuhaf bir duyguya kapıldım. Arkama baktım ve az ötede bir karaltı görür gibi oldum. Şaşakalmıştım. Karanlıkta dikkatlice baktım ve üç metre kadar ötem de duran bir insan karaltısı görüverdim. Çalılıklara karışmış gibi durmaktaydı bu karaltı; saklanmak isteyen bir hali vardı... Çalılıkların karaltıları arasına sinmeye çalışmasına karşın gene de orada bir insan bulunduğunu, bir an bile olsa, çıkarabilmiştim. Sonra mantıksal bir şey geldi aklıma. Ola ki, diye düşündüm, bu karaltı sürekli bizi izlemiş olan don Juan’ın karaltısıdır... Ben tam buna inanır bir haldeyken, karaltı maraltı kalmadığını gördüm orada. Çalılıklardan başka bir şey seçemiyordum artık.
Bir adam görmüş olduğum yere doğru gittim; ne var, kimsecikler yoktu. Don Genaro da görünmüyordu ortalıklarda. Dönüş yolumu bilemediğimden, oraya çöküp beklemeye başladım. Yarım saat sonra don Juan’la don Genaro çıkageldiler. Yüksek sesle adımı çağırıyorlardı. Kalkarak onlara katıldım.
Dut yemiş bülbüller gibi konuşmadan eve doğru ilerledik. Kafam çok karışık olduğundan, böyle bir sessizlik pek işime gelmişti. Kendimi bile tanımaz bir durumdaydım. Don Genaro, her zaman alışık olduğum biçimde düşüncelerimi toparlamaktan alıkoyan bir şeyler yapmaktaydı bana. Az önce o çalılığın dibinde otururken farkına varmıştım bunun. Oturur oturmaz saatime bakmış ve zihnimin düğmesini kapatmış gibi sakince beklemiştim. Ne var, hiçbir şey düşünmememe karşın, hiç bilmediğim bir uyanıklık içindeydim. Kafamı hiç bir şeye takmadan, hiçbir şey düşünmeme durumu... O sırada dünya bambaşka bir dengelilik gösteriyordu. Ekleyebileceğim, çıkarabileceğim bir şey bulunmuyordu sanki.
Eve vardığımızda don Genaro bir şilte serip uyumaya başlamıştı. O gün olanları don Juan’a anlatmak istiyordum. Ama don Juan beni konuşturmadı.

Cvp: Bölüm 17

18 Ekim 1970
Don Juan’a “O gece don Genaro’nun ne yapmak istediğini anladım sanırım,” dedim.
Sırf onu konuşmaya çekmek için demiştim bunu. Benimle hiç konuşmaması güvenimi çokça sarsmaktaydı çünkü.
Don Juan gülerek dediklerimi doğrularcasına yavaşça başını salladı. Bu davranışından, söylediklerimin doğru olduğunu çıkarabilirdim ama gözlerindeki yabansı ışıltıyı görünce, biraz bekle dedim kendi kendime. Sanki gözleri benimle alay etmekteydi.
Kendimi tutamayıp, “Anladığımı sanmıyorsun, değil mi?” diye sordum.
“Anlamışsındır anlamasına da... Yani don Genaro’nun hep arkanda olduğunu anlamışsın ya... Anlamak değil burda önemli olan.”
Don Genaro’nun hep ardımda olduğunu söylemesiyle çarpılmışa dönmüştüm. Açıklaması için yalvardım.
Don Juan, “Bu işin yalnızca bi yanına takmışsın kafanı,” dedi.
Yerden bir çomak alıp havada devindirdi. Havada çizdiği ya da bir şekil yaptığı falan yoktu. Bir tohum kümesindeki çöpleri ayıklarken parmaklarıyla yaptığı hareketlere benzeyen hareketlerdi bunlar. O çomakla havayı hafif hafif dürter ya da kaşır gibiydi.
Sonra dönüp bana baktı. Bir şey anlamadığımı belirtircesine omuzlarımı silktim. Don Juan bana daha yaklaşarak aynı hareketleri bu kez yerde sekiz nokta imleyerek yineledi. Ve birinci noktanın çevresine bir daire çizdi.
Sonra, “Sen burdasın,” dedi, “Hepimiz buradayız. Duygu
alanıdır bu. Ve burdan buraya gidip geliriz.”
Birinci noktanın tam üstünde bulunan ikinci noktayı da
bir daire içine almıştı. Ardından çomağı bu iki nokta arasında ileri geri oynatarak bir sürü çizgi çizdi-yoğun bir trafik gibi...
Ve ekledi: “Ama insanın erişebileceği altı nokta daha kalıyor. Çoğu insan bilmez bu noktaları.”
Çomağı birinci ve ikinci noktaların arasına yerleştirip yere vurmaya başlamıştı.
Don Juan sürdürerek, “İşte bu iki nokta arasında gidip gelmeye anlayış duyusu, anlamak diyorsun. Yaşamın boyunca yaptığın hep bu senin. Benim bilgimi anladığını söylediğinde, yeni bi şey yapmış olmuyorsun ki!”
Don Juan daha sonra sekiz noktanın kimilerini, aralarına çizgiler çizerek, birleştirdi. İçi uzunca bir ikizkenar yamuk çıkmıştı oraya-merkezinden gelişigüzel çıkan sekiz çizgi taşıyan bir yamuk...
“Geri kalan bu altı noktadan her birisi başlıbaşına bi dünya oluşturur-tıpkı senin duygu ile anlayışının iki dünya oluşturması gibi,” dedi.
“Ne diye sekiz nokta yaptın? Sonsuz sayıda olamaz mı bu noktalar-örneğin bir dairedeki gibi?” diye sordum.
Yere bir daire çizmiştim. Don Juan gülümsedi.
“Ben, insanların erişebileceği sekiz nokta bilirim yalnızca. Belki de daha ötelere ulaşamıyor insanlar. Hem de, dikkat ettin mi, erişmek dedim, anlamak demedim!”
Öyle gülünçtü ki anlatışı; gülüverdim. Don Juan benim sözcüklere ısrarla kesin anlamlar vermeme öykünüyor, hatta alay ediyordu.
“Senin sorunun her şeyi anlamak istemendir ve bu da olanaksızdır. Anlayım diye direnirsen, bi insan olarak tüm bu olguları hesaba katmamış olursun. Olduğu gibi duruyor seni köstekleyen engel. Demek ki bütün bu yıllar boyunca bi şey yapmış sayılmazsın. Evet, tatlı uykunda biraz sarsılmış oldun -bu doğru. Ama başka koşullarda da bunu başarabilirdin.”
Biraz durakladıktan sonra, don Juan hazırlanmamı ve beni o sulak vadiye götüreceğini söyledi. Arabaya binerken, don Genaro da evin arka bahçesinden gelip bize katıldı. Yolun bir bölümünü arabayla geçtikten sonra, yaya olarak derince bir dere yatağına inmiştik. Don Juan büyük bir ağacın gölgesine oturdu. Dinlenmek için biz de oturduk.
Don Juan, “Bi zamanlar bi arkadaşının, ikiniz de bi çınar ağacının ta tepesinden aşağıya doğru düşmekte olan bi yaprak gördüğünüzde, o yaprağın sonsuza dek bi daha o çınardan düşmeyeceğini söylediğini anlatmıştın, anımsıyor musun?” diye sordu.
Don Juan’a böyle bir olayı anlattığımı anımsamıştım.
Don Juan sürdürerek, “Koca bi ağacın altındayız şimdi de,” dedi, “ve şu karşımızdaki ağaca bakarsak, tepesinden bi yaprak düştüğünü görebiliriz belki.”
Bakmamı imliyordu. Suyun öbür yanında büyük bir ağaç vardı; üzerinde sararmış, kuru yapraklar bulunuyordu. Don Juan başının bir hareketiyle o ağaca sürekli olarak bakmamı istedi. Birkaç dakika bekledikten sonra, yapraklardan birisi dalından kopup yere düşmeye başladı. Düşerken üç kez öbür yapraklara ve dallara da çarpmış ve ağacın altındaki yüksek çalılıkların üzerine konmuştu.
“Gördün mü?”
“Evet.”
“O yaprak artık hiç düşemez aynı ağaçtan aşağıya, di mi,
sana göre?"
“Düşemez.”
“Yani anlayışına göre bu dediğin doğrudur. Ama sırf anlayışına göre bi şeydir bu. Gene bak!”
Hemen başımı kaldırıp baktım ve bir yaprağın düşmekte olduğun gördüm. Bu yaprak da düşerken aynı yapraklara ve dallara çarpmıştı. Televizyonda bir sahnenin yinelenmesi gibi bir şey olmaktaydı sanki. Yaprağın salına salına inişini ve yere konuşunu izledim. Gidip iki yaprak bulur muyum diye baktım. Ama ağacı saran yüksek çalılar, yaprağın düştüğü yeri bulmamı engellemekteydi.
Don Juan gülerek oturmamı söyledi.
Ve başıyla ağacın tepesini göstererek, “Bak” dedi, “aynı yaprak düşmekte gene.”
Bir kez daha bir yaprağın tıpkı ilk iki yaprağın düştüğü yoldan aşağıya indiğini gördüm. Yaprak yere düşünce, don Juan gene ağacın tepesine bakmamı imler gibi yaptı; ama, ben daha önce davranıp yukarıya bakmıştım. Gene düşmekteydi yaprak. O anda yalnızca ilk yaprağın koptuğunu görmüş olduğumu, ya da daha doğrusu yaprağın ilk düşüşü sırasında onu dalından ayrılmış olduğu anda gördüğümü anladım. Öbür üç kez başımı kaldırıp baktığımda, yaprağı düşerken görmüştüm.
Bunu don Juan’a anlatarak, ne yapmakta olduğunu açıklamasını istedim.
“Daha önce görmüş olduğum bir şeyi bana yeniden nasıl gösterebiliyorsun? Olur şey değil! Ne yaptın ki bana, don Juan?”
Don Juan gülüyor, ama yanıt vermiyordu. Ben de ısrarla o yaprağın düşüşünü nasıl olup da birkaç kez üst üste görmüş olduğumu anlatmasını istedim. Havsalam almıyordu böyle bir şeyi.
Don Juan kendi havsalasının da böyle bir şeyi almadığını, ama işte yaprağın tekrar tekrar düştüğüne tanık olduğumu söyledi. Sonra da don Genaro’ya döndü.
“Öyle di mi?” diye sordu.
Don Genaro yanıt vermedi. Gözlerini bana dikmiş bakmaktaydı. “Olanaksız bir şey bu!” dedim.
Don Juan, “Kendini zincirlerle bağlamışsın sen!” diye bağırdı. “Zihnin prangaya vurulmuş.”
Don Juan o yaprağın aynı ağaçtan tekrar tekrar düşmüş olduğunu, bu nedenle bu olguyu anlamaya çalışmaya son vermem gerektiğini açıklıyordu. Bir giz aktarır gibi her şeyin pişip hazırca kucağıma düştüğünü ama kaçıklığım nedeniyle gözlerimin köreldiğini söyledi.
Ve, “Anlayacak bi şey yoktur ki. Anlamak yaşamın küçk bi yanıdır anca-pek çok küçük bi parçası...” dedi.
O sırada don Genaro kalktı. Don Juan’a şöyle bir göz attı. Bir an ikisi de bakıştılar ve sonra don Juan gözlerini yere çevirdi. Don Genaro önümde dikilmiş durmaktaydı. Kollarını bir öne bir arkaya birlikte sallamaya başladı.
“Bak Carlosçuk,” dedi, “bak! Bak!”
Olağanüstü tiz, ıslık gibi bir ses çıkarmıştı. Bir şey yırtılmış gibi bir sesti bu. Ve tam o ses çıkarken, karnımın altında bir boşluk hissetmiştim. Korkunç, ürpertici bir düşme hissiydi bu; acı vermeyen, ama sarsıcı ve yutucu... Bu his birkaç saniye sürmüş ve sonra yiterek yerini dizlerimde duyduğum tuhaf kaşıntılara bırakmıştı. Ama o his sürerken bir başka inanılmaz olguya tanık olmuştum. Don Genaro’yu, belki de on beş kilometre ötedeki dağların tepesinde görmüştüm. Yalnızca birkaç saniye sürmüştü bu sezgim, ama öylesine ansızın oluvermişti ki bu, incelemeye fırsat bulamamıştım. Dağların tepesinde don Genaro’yu normal bir adam boyunda mı görmüştüm; yoksa gördüğüm şey don Genaro’nun küçültülmüş bir imgesi miydi, anımsayamıyorum. Hatta o gördüğüm kimsenin don Genaro olduğundan bile emin değilim. Ama o kısa süre içinde onu dağların tepesinde görmüş olduğuma değin hiçbir kuşkum yoktu. Ve on beş kilometre ötedeki bir adamı görmüş olamayacağını düşünür düşünmez de o sezgim yok oluvermişti.
Don Genaro’ya bakmak için başımı çevirdim. Ama ortalıkta yoktu.
Bütün öbür olanlar gibi bu durum da afallatmıştı beni. Zihnim bunca yükün altında ezilmekteydi. Tam bir sersem olup çıkmıştım.
Don Juan kalkarak, ellerimi karnımın altına koyarak, çömelmiş durumdayken bacaklarımla sıkıca gövdemi bastırmamı söylemişti. Bir süre o durumda kaldım. Konuşmuyorduk. Az sonra don Juan artık bana hiçbir şeyi açıklamayacağını, çünkü ancak edimlerle büyücü olunabileceğini söyledi. Vakit yitirmeden ordan gitmemi önererek, aksi takdirde don Genaro’nun, bana yardım edeyim derken beni öldürebileceğini belirtti.
Ve, “Artık değiştirmelisin yönünü,” dedi, “kırmalısın zincirlerini.”
Kendisinin ya da don Genaro’nun edimlerinde anlaşılması gereken bir şey bulunmadığını ve büyücülerin sık sık bu tür olağandışı beceriler sergilediklerini anlattı.
Çizdiği şemanın merkezindeki bir bölümü göstererek, “Genaro da ben de işte burdan yaparız edimlerimizi!” dedi. “Tabi anlayış merkezi değil burası; anlarsın ne olduğunu işte.”
Dediklerinden bir anlam çıkaramadığımı söylemek istiyordum. Ne var, don Juan bana fırsat vermeden ayağa kalktı ve onu izlememi imledi. Hızla ilerliyordu. Ona yetişmek için güçlük çekiyor, terleye terleye, soluk soluğa ardından koşuyordum.
Arabaya girerken, don Genaro’yu görmek için çevreme bakıyordum.
“O nerde?” diye sordum.
“Nerde olduğunu biliyorsun,” diye yapıştırdı don Juan.
Her zaman yaptığımız üzere, ayrılmadan önce şöyle bir oturmuştuk. Açıklama yapması için sabırsızlanıyordum. Don Juan’ın dediği gibi açıklamalar düşkün biriydim işte!
Çekinerek, “Don Genaro nerede?” diye soruverdim.
Don Juan, “Biliyorsun ya!” dedi. “Ama anlayım derken hep bozarsın işleri. Örneğin, geçen gece don Genaro’nun arkanda olduğunu hep bilmekteydin; hatta arkana bakıp görmüştün onu bi ara.”
“Hayır,” diye karşı çıktım, “vallahi bilmiyordum.”
Doğruydu bu dediğim. Zihnim bu tür uyarım verilerini “gerçek” olarak değerlendirmeyi yadsıyordu. Ne var ki, don Juan’ın çömezi olarak geçirdiğim on yıldan sonra zihnimin artık neyin gerçek olduğuna değin o eski olağan ölçütlerime pek güveni kalmamıştı. Ne ki, gerçekliğin içyüzüne-niteliğine değin o ana dek ileri sürdüğüm kurgular, yalnızca zihinsel bir takım tezler olmaktan öteye gidememişti. Don Juan ile don Genaro’nun baskılarıyla zihnimin kördüğüm olması bir çıkmaza girmesi de işte bunu kanıtlamaktaydı.
Don Juan bana bakıyordu. Gözlerinde öyle bir üzüntü okunuyordu ki, ağlamaya başladım. Yaşlar boşanıyordu gözlerimden. Yaşamımda ilk kez olarak düşüncelerimin, mantıksallığımın engelleyici ağırlığını hissetmekteydim. Tanımsız bir üzgüye kapılmıştım. Farkında olmadan inleyerek ona sarıldım. Don Juan parmaklarının boğumlarıyla başımın tepesine hızla vuruverdi. Omurundan aşağı inen bir dalgalanma yaratmıştı bu vuruşuyla. Ayıltmaya yetmişti beni bu da.
“Ne de düşkünsün ya!” dedi don Juan en yumuşak sesiyle.

Cvp: Bölüm 17

Konu ile ilgili sorularınızı yeni bir başlıkta açabilirsiniz.