Konu: 11 - Savaşçının Havası
31 Ağustos 1961, Perşembe günü don Juan’ın evine vardım; daha onu selamlamaya fırsat bulamamıştım ki, don Juan başını arabamın penceresinden içeriye uzatarak gülümsedi, ve dedi ki: “Epey uzaktaki bi erk yerine gitmemiz gerek, bak nerdeyse öğle olacak.”
Arabamın kapısını açarak yanımdaki ön koltuğa oturdu; güneye doğru gideceğimizi söyledi. Yetmiş mil kadar gittikten sonra doğuya doğru uzanan bir şoseye girdik—dağların yamaçlarına ulaşana dek ilerledik. Arabayı yolun kıyısındaki çukurca bir yere park ettim. Don Juan bu yeri, arabayı gizleyebilmemiz için seçmişti. Oradan, doğruca alçak tepelerin doruğuna doğru yürüyüşe geçtik. Ama önce ıssız, geniş bir düzlüğü aşmamız gerekmişti.
Hava kararınca don Juan uyuyabileceğimiz bir yer şeçti. Tam bir sessizlik içinde olmamız gerektiğini belirtti.
Ertesi gün çok az bir şey yiyerek doğu doğrultusundaki yolculuğumuzu sürdürdük. Çöle özgü çalılıkların yerini artık dağların yemyeşil yoğun bitki örtüsüyle ağaçlar almıştı.
Öğleyi epey geçe, bir duvarı andıran dev kayalardan oluşmuş sarp bir yarın tepesine tırmandık. Don Juan oturduktan sonra benim de oturmamı imledi.
Kısa bir sessizlikten sonra, “Bi erk yeridir burası,” dedi. “Çok eskiden savaşçılar buraya gömülürlerdi.”
O anda tam üzerimizden bir karga, gaklayarak uçtu. Don Juan gözlerini dikmiş, karganın uçuşunu izliyordu.
Ben merakla kayaya bakarak savaşçıların nasıl, nereye gömüldüklerini düşünürken, don Juan omzuma dokundu.
Gülümseyerek, “Burada değil, sersem,” dedi. “Aşağıda.”
Tam altımızda, yarın dibinde, doğuya doğru uzanan düzlüğü göstermekteydi; bu düzlüğün birtakım kayalarla çevrili olduğunu açıkladı. Oturduğumuz yeden bakınca, yaklaşık yüz metre çapında tam bir daireyi andıran bir alan görülüyordu. Yüzeyini kaplayan sık çalılıklar, kayaları gizlemekteydi. Don Juan söylemeseydi, kayaların tam bir daire oluşturduğunun farkına varmayacaktım.
Don Juan, Kızılderililerin geçmişinde buna benzeyen pek çok alanın bulunduğunu söyledi. Buraları, birtakım tepeler ya da arazi oluşumları gibi, tam olarak erk yerleri sayılmazmış; buraları, daha ziyade, insana bir şeylerin öğretilebileceği, insanın ikilemlerine çözümler bulabileceği yerlermiş.
Don Juan, “Yapman gereken şey buraya gelmektir sırf,” dedi. “Ya da, duygularını yola koymak amacıyla, geceyi bu kayanın üzerinde geçirmektir.”
“Geceyi biz burada mı geçireceğiz?”
“Öyle tasarlamıştım, ama az önce küçük bi karga bunu yapmamamı söyledi bana.”
Karga konusunda daha bilgi isteyecektim, ama don Juan
sabırsız bir el hareketiyle beni susturdu.
“Kayaların oluşturduğu şu halkaya bak,” dedi. “Bunu belleğine kazı da, bi gün bi karga seni böyle bi başka yere götürsün. Kayaların oluşturduğu halka ne denli kusursuzsa, erki de o denli büyük olur.”
“Savaşçıların kemikleri hâlâ burda mı gömülü?”
Don Juan şaşırmış gibi komik bir hareket yaptı, sonra gevrek gevrek güldü.
“Mezarlık değil ki burası,” dedi. “Kimsenin gömüldüğü filan yok buraya. Ben sana, çok eskiden savaşçılar buraya gömülürlerdi, dediydim. Yani, buraya gelirler, bi gece ya da ne kadar isterlerse, kendilerini gömerlerdi. Mezarlıklar ilgilendirmez beni. Onlarda erk bulunmaz. Gerçi bi savaşçının kemiğinde de erk vardır, ama onlar da mezarlıklara hiç uğramazlar. Bilgi adamının kemiklerinde daha da çok erk varsa da, onları bulabilmek nerdeyse olanaksızdır.”
“Bilgi adamı nasıl olunur, don Juan?”
“Herhangi bi savaşçı, bilgi adamı olabilir. Anlatmıştım sana: Bi savaşçı, erk avlayan kusursuz bi avcıdır. Şayet bu avcılığında başarılı olursa, o takdirde bilgi adamı olabilir.”
“Sen kendin...”
Bu tekinsiz patikadan aşağıya doğru yavaş yavaş inmeye çabaladık; yere ulaştığımızda, don Juan, hiç durmaksızın, dairesel alanın merkezindeki sık çalılığa götürdü beni. Orada kimi kuru dalları süpürge gibi kullanarak oturabileceğimiz temiz bir yer açtı. Bu temizlediği yer de tam daire şeklindeydi.
Don Juan, “Seni bütün gece buraya gömmek istiyordum,” dedi. “Ama biliyorum ki henüz zamanı değil. Erk yok sende. O yüzden seni yalnızca kısa bir süre gömeceğim.”
Yerde gömülü tutulma düşüncesi beni dehşete düşürmüştü. Don Juan’a beni nasıl gömmeyi tasarladığını sordum. Bir çocuk gibi kıkır kıkır gülerek kuru dal toplamaya başladı. Kendisine yardım etmeme izin vermedi—oturup beklememi söyledi. Topladığı dalları daire şeklindeki temiz yere attı. Sonra beni, başım doğuya dönük biçimde yatırarak ceketimi başımın altına yastık etti, bedenimin etrafına bir kafes ördü. Bu kafesi, 70-80 santimlik dal parçalarını yumuşak toprağa sokarak kur muştu; uçları çatal biçiminde olan dallar, kafesin çatkısını oluşturan ve ona açık bir tabut görünümünü veren uzun sırıkları tutuyordu. Kutu şeklindeki kafesin üzerini küçük dal parçalarıyla, yapraklarla örterek kapattı. Omuzlarımdan aşağısı kafesin içinde kalmıştı. Yastık ettiği ceketime yasladığı başım dışarıda kalmıştı.
Don Juan daha sonra kalın bir parça kuru dalı alıp onunla çevremdeki toprağı kazmaya, toprakları kafesin üzerine sermeye başladı.
Kafesin çatkısı öyle sağlamdı, yapraklar öyle güzel yerleştirilmişti ki, üzerime hiç toprak dökülmüyordu. Bacaklarımı rahatça oynatabiliyordum, hatta istesem kendimi dışarıya ya da içeriye kaydırabilirdim.
Don Juan normal olarak bir savaşçının önce kafesi kurduğunu sonra da kendini onun içine kaydırarak kafesin kalmış olabilecek yarıklarını içeriden tıkadığını anlattı.
“Ya hayvanlar?” diye sordum. “Kafesin üzerindeki toprağı eşeleyip kafese girer de insana saldırabilirler mi?”
“Yo savaşçı ırgalanmaz bu çeşit sorunlarla. Sende erk olmadığı için seni tasalandırır bunlar anca. Bi savaşçı, öte yandan, amacını azimle gerçekleştirme peşindedir, o yüzden her şeyi savabilir başından. Ne bi sıçan, ne bi yılan, ne de bi dağaslanı tedirgin edemez onu.”
“Ne diye gömerler kendilerini, don Juan?”
“Aydınlanma için, erk için.”
Son kerte zevkli bir dinginlik ve hoşnutluk hissine kapılmıştım; o anda dünya huzur içinde görünmekteydi. Sessizlik hem pek latif hem de ürkütücüydü. O türden bir sessizliğe alışık değildim. Konuşmayı denediysem de don Juan beni susturdu. Çok geçmeden o yerin dinginliği bana da sirayet etti. Hayatımı ve kişisel tarihimi düşünmeye başladım; aşina olduğum o hüzün ve pişmanlık hissine gene kapıldım. Don Juan’a, orada bulunmayı hak etmediğimi, bu dünyanın güçlü ve adil olduğunu, oysa benim zayıf bir insan olduğumu, hayat koşullarımın tinimin canına okuduğunu söyledim.
Don Juan gülerek, bu şekilde konuşmayı sürdürdüğüm takdirde başımı toprakla örteceği tehdidinde bulundu. Benim bir insan olduğumu söyledi. Her insan gibi benim de insani olan şeylerden— sevinçten, acıdan, hüzünden, savaşımlardan— nasibimi almaya hakkım olduğunu, bir savaşçı gibi davranıldıkça kişinin eylemlerinin ne olduğunun önemi bulunmadığını da ekledi.
Sesini bir fısıltı düzeyine indirerek, tinimin gerçekten bozulmuş olduğunu hissetmiş olsaydım onu derhal onarmış— arındırmış, mükemmelleştirmiş—olacağımı, zira tüm yaşamı mızda bundan daha önemli bir işimizin olmayacağını söyledi. Tinin onarılmaması ölümün aranması demek olurdu, bu da hiç bir şeyin aranmamasına eşti, zira ne yaparsak yapalım, ölüm bizi önünde sonunda yakalayacaktı.
Don Juan uzun bir süre sustu, ardından, sesinde derin inançlılık titremleri, dedi ki: “Savaşçının tininin yetkinliğini araması insanlığımıza layık tek uğraştır.”
Sözleri bir katalizör etkisi yapmıştı. Geçmiş eylemlerimin ağırlığını taşınılması olanaksız, ket vurucu bir yük gibi duyumsuyordum. Benim için bir çıkar yol kalmadığını kabul etmekteydim. Yaşamımdan söz ederek ağlamaya başlamıştım. Çok uzun bir süre boyunca gezip dolaştığımı, kendi yalnızlığımla çeresizliğimi kavrayabildiğim nadir anlar hariç acıya da hüzne de duyarsız hale geldiğimi söyledim.
Don Juan hiçbir şey demedi. Koltuk altlarımdan kavradığı gibi beni kafesten çekip dışarıya çıkardı. Beni bıraktığında, oturdum. O da oturdu. Aramızda tedirgin bir sessizlik hüküm sürmekteydi. Kendime geleyim, diye bana zaman tanıdığını düşündüm. Sinirimden, not defterimi çıkarıp bir şeyler yazmaya başladım.
“Rüzgârın insafına terkedilen bir yaprak gibi hissetmektesin kendini, değil mi?” dedi sonunda yüzüme bakarak.
Gerçekten de öyle hissetmekteydim. Duygularımı anladığından emindim. Don Juan, ruh halimin ona bir şarkıyı anımsattığını söyleyerek pes perdeden ünlemeye başladı: “Doğduğum yerin semalarından ne kadar da uzağım. Onulmaz yurt özlemi düşüncelerimi sarar hep. Şimdi rüzgârın önüne kattığı bir yaprak denli yalnız ve hüzünlü olduğum için, kimi zaman ağlamak, kimi zaman da hasretle gülmek istiyorum.” (Que lejos es- toy del cielo donde he nacido. Immensa nostalgia invade mi pensamiento. Ahora que estoy tan soloy tıiste cual hoja al vi- ento, quisiera llorar, quisiera reir de sentimiento.)
Uzun süre konuşmadık. Sonunda o, sessizliği bozdu.
“Senin doğduğun günden bu yana, şu ya da bu biçimde, birileri sana bir şeyler yapagelmekte,” dedi.
“Haklısın,” dedim.
“Ve birileri senin istencine karşın sana bir şeyler yapmaktalar.”
“Doğru.”
Yaşamımdaki koşulların bazen tahammül edilemez türden olduğunu söyledim. Can kulağıyla dinliyordu, ama gülümsemesini zapt etmeye çalıştığını görene dek bunu salt nezaketen mi yoksa gerçekten ilgi duyduğundan mı yaptığını anlayamamıştım.
“Kendine acımaktan ne kadar hoşlanırsan hoşlan, bunu değiştirmek zorundasın,” dedi yumuşak bir sesle. “Bi savaşçının yaşamında yeri yoktur böyle bi şeyin.”
Gülerek, şarkıyı yeniden söylemeye başladı—ne var ki, bazı sörcüklerin telaffuzunu çarpıtıyor, ortaya komik bir ağıt türküsü çıkıyordu. Bu şarkıyı beğenmiş olmamın nedeninin kendi yaşamımda da her şeye bir kusur bulup ah ü figan etmiş olmamdan başka bir şey olmadığını belirtti. Ona karşı çıkamadım. Haklıydı zira. Ancak kendimi rüzgârın önündeki bir yaprak gibi hissedişimi haklı çıkarmaya yeterli nedenlerimin varlığına inanmaktaydım.
“Bu dünyada en zor şey bi savaşçının tavrını benimsemektir, dedi don Juan.” Hüzünlenip yakınmak, bunun için geçerli nedenlerin bulunduğuna inanmak, birisinin hep bize bi şeyler yaptığını düşünmek— yararsız şeylerdir bunların hepsi. Hiç kimsenin hiçbi kimseye hiçbi şey yaptığı filan yok, hele bi savaşçıya asla.
“Sen burada benimlesin, zira burada olmayı istemektesin. Şimdiye dek sorumluluğu tam üstlenmiş olman gerek, o halde rüzgârın bi oyuncağı olduğun düşüncesi asla kabul edilemez.”
Don Juan ayağa kalkarak kafesi sökmeye başladı. Toprakları avuç avuç alarak onları getirmiş olduğu yere götürüp serpti; dalları da çalıların arasına yerleştirdi. Sonra yerdeki temiz daireyi taşla toprakla örterek o bölgeyi hiçbir şey olmamış gibi bıraktı.