1

Konu: 6 İnorganik Varlıklar

Ertesi gün, don Juan’a defalarca Genaro’nun evinden alelacele çıkışımızın nedenini sordum. Olaydan bahsetmeyi dahi reddetti. Genaro da yardımcı olmadı. Ona her soruşumda bana göz kırpıp, aptalca sırıttı.
Don Juan, ben öğleden sonra çömezleriyle konuşurken, evin arka sundurmasına geldi. Sanki bunu beklermiş gibi, genç çömezlerin hepsi bir anda gittiler.
Don Juan kolumdan tuttu ve koridor boyunca yürümeye başladık. Herhangi bir şey söylemedi; bir süre boyunca parkta gezinirmiş gibi etrafta dolandık.
Don Juan yürümeyi bırakıp, bana döndü. Bakışlarını tüm vücudumda gezdirerek etrafımda dolandı. Beni gördüğünü biliyordum. Tuhaf bir yorgunluk, gözleri üstümde dolaşana dek hissetmediğim bir tembellik hissediyordum. Birdenbire konuşmaya başladı.
“Genaro ve benim dün gece olanlara odaklanmak istemeyişimizin sebebi,” dedi, “bilinmeyende olduğun süre boyunca çok korkmuş olman. Genaro seni itti ve orada sana bi şeyler oldu.”
“Nasıl şeyler, don Juan?”
“Şu anda sana açıklanması hala zor hatta olanaksız olan şeyler,” dedi. “Bilinmeyene girip onu anlamaya yetecek kadar erke fazlan yok. Yeni görücüler farkındalıkla ilgili gerçekleri düzenlediklerinde, insanların sahip olduğu farkındalık parıltısının hepsini ilk dikkatin tükettiğini ve geriye çok küçük bi parça erkenin dahi serbest kalmadığını görmüşler. Şimdi senin sorunun bu. Böylece yeni görücüler, savaşçıların bilinmeyene girmeleri gerektiğinden, erkelerini biriktirmelerini önerdiler. Eğer hepsi alınmışsa erkeyi nereden bulacaklardı? Yararsız alışkanlıklarını silerek kazanacaklar, dedi yeni görücüler.”
Konuşmasını kesti ve sorulan bekledi. Yararsız alışkanlıkları silmenin, farkındalığın parıltısına ne yaptığını sordum.
Farkındalığı, özyansımadan ayırarak özgürleşip başka bir şey üzerine odaklamasına olanak sağladığını söyledi.
“Bilinmeyen sonsuz şu andır,” diye devam etti, “ama bizim olağan farkındalığımızın imkânı dışındadır. Bilinmeyen, sıradan insanın gereksiz parçasıdır. Gereksizdir, çünkü sıradan insanın bunu kavramaya yetecek bağımsız erkesi yoktur.”
“Savaşçı yolunda geçirdiğin bunca zamandan sonra, bilinmeyeni kavramaya yetecek bağımsız erken var, ama anlayıp hatta bi de anımsamana yetecek erken yok.”
Yassı kayanın olduğu yerde, bilinmeyenin çok derinine girdiğimi açıkladı. Ama aşırı tabiatıma kapılmış ve dehşete düşmüşüm ki bu da herhangi birinin yapabileceği en kötü şeymiş. Böylece, arkama bakmadan sol yandan aceleyle ayrılmışım; maalesef, hem de yanıma bir alay tuhaf şey alarak.
Don Juan’dan, sözü dolandırmadan asıl önemli noktaya getirmesini, bana bir alay tuhaf şeyle neyi kastettiğini açıkça söylemesini istedim.
Beni kolumdan tuttu ve etrafta dolanmaya devam ettik.
“Farkındalığı açıklarken,” dedi, “tahminen her şeyi veya neredeyse her şeyi uygun bi hale getiriyorum. Hadi biraz da eski görücülerden bahsedelim. Sana söylediğim gibi, Genaro onlara çok benziyor.”
Beni büyük odaya götürdü. Oturdu ve izah etmeye başladı.
“Yeni görücüler, eski görücülerin yıllarca toparladığı bilgi karşısında dehşete düştüler,” dedi don Juan. “Bu anlaşılabilir. Yeni görücüler, bilginin yalnızca yıkıma yol açtığını biliyorlardı. Ne var ki yine de etkisinde kalmışlardı, özellikle de uygulamaların.”
“Yeni görücüler bu uygulamaları nereden biliyorlardı?” diye sordum.
“Eski Tolteclerin mirasıydı onlar,” dedi. “Yeni görücüler, bunlar hakkında gittikçe daha fazla bilgi ediniyorlar. Onları hemen hiç kullanmasalar da bu uygulamalar onların bilgisinin bi parçası.”
“Ne tür uygulamalar bunlar, don Juan?”
“Anlaşılamayan formüller, sihirli sözler, çok gizli bi gücün idare edilmesiyle ilgili bi sürü uzun işlem. Yani en azından eski Toltecler için gizliydi ki, bunu maskeleyip olduğundan daha da korkutucu bi hale dönüştürdüler.”
“Bu gizli güç nedir?” diye sordum.
“Bu, olan her şeyde bulunan bi güçtür,” dedi. “Eski görücüler, onların gizli uygulamalar yaratmasına neden olan bu gizi ortaya çıkarmaya hiç çalışmadılar; onlar bunu kutsal bi şey olarak öylece kabul ettiler. Fakat yeni görücüler bununla yakından ilgilendiler ve istenç dediler, Kartal’ın yayılımlarının istenci ya da niyet.”
Don Juan, eski Tolteclerin, gizli bilgilerini, her biri iki bölümden oluşan beş derlemeye ayırdıklarım açıklayarak devam etti: toprak ve karanlık bölgeler, ateş ve su, üst ve alt, gürültülü ve sessiz, hareket eden ve sabit duran. Zaman geçtikçe, binlerce değişik teknik gittikçe daha ayrıntılı hale dönüşmüş.
“Toprağın gizli bilgisi,” diye devam etti, “yer üstünde duran her şeyle ilgiliydi. İnsanlara, hayvanlara, böcek, ağaç, küçük bitkiler, kayalar ve toprağa uygulanan belirli hareket derlemleri, sözler, merhemler, iksirler vardı.”
“Eski görücüleri dehşetli varlıklar yapan teknikler bunlardı. Ve toprakla ilgili gizli bilgiler, yeryüzündeki herhangi bişeyin bakılması ya da yok edilmesinde kullanılırdı.”
“Toprağın karşıtı, karanlık bölgeler olarak bildikleri yerdi. Bu uygulamalar hepsi içinde en tehlikeli olanlarıydı. Organik yaşamı olmayan varlıklarla ilgiliydi. Şu anda dünyada olan ve nüfusu oluşturan tüm organik varlıklarla yaşayan canlı yaratıklar.”
“Hiç şüphesiz, eski görücülerin özellikle onlar için en yararlı bulgularından biri, organik yaşamın bu topraklar üzerindeki tek yaşam türü olmadığını keşfetmeleri oldu.”
Söylediğini tam olarak anlayamadım. Konuyu açıklamasını bekledim.
“Organik varlıklar yaşayan tek yaratıklar değiller,” dedi ve yine açıklamalarını düşünmem için bana süre tanırmış gibi ara verdi.

Cvp: 6 İnorganik Varlıklar

Yaşamın ve canlı olmanın tanımı üzerine uzun bir tartışmayla karşı koydum. Üreme, metabolizma ve büyüme gibi canlı organizmaları cansızlardan farklı kılan işlevler hakkında konuştum.
“Organik yaşamın taslağını çiziyorsun,” dedi. “Ama sadece bi misal bu. Söyleyebileceğin her şeyi sırf bi yanından almamalısın.”
“Başka nasıl olabilir ki?” diye sordum.
“Görücüler için yaşamak, farkında olmaktır,” diye cevapladı. “Sıradan insan içinse farkında olmak bi organizma olmaktır. İşte görücüler burada farklıdır. Onlar için, farkında olmak, farkındalığa sebep olan yayılımların karşılandığı yerde tutulup örtülmesidir”.
“Organik canlıların, yayılımları içine alan bi kozası vardır. Fakat kılıfları görücülere koza gibi görünmeyen başka yaratıklar da vardır. Ne var ki, onların da içlerinde farkındalık yayılımları yer alır ve üreme ve metabolizma dışında yaşamsal özellikler vardır.”
“Örneğin ne gibi, don Juan?”
“Duygusal bağımlılık, keder, neşe, hiddet ve daha bi sürü şey gibi. Ve neredeyse en iyisini unutuyordum; insanın aklının dahi alamayacağı tür bi sevgi.”
“Ciddi misin, don Juan?” diye sordum samimiyetle.
“Hem de nasıl ciddiyim,” diye cevap verdi suratında ruhsuz bir ifadeyle ve sonra da bir kahkaha patlattı.
“Görücülerin gördüklerini, ipucumuz olarak alırsak,” diye devam etti, “hayat gerçekten de olağandışıdır.”
“Eğer o varlıklar canlıysa neden kendilerini insana belli etmiyorlar?” diye sordum.
“Ediyorlar, hem de her zaman. Ve sadece görücülere değil, sıradan insanlara da. Sorun, mümkün olan bütün erkeyi ilk dikkatin tüketmesinde. İnsanın kaydı hepsini almakla kalmıyor aynı zamanda kozayı da sertleştirerek esnekliğini kaybettiriyor. Bu şartlar altında, karşılıklı ilişki olanaksız.”
Bana, çömezliğim sırasında sayısız kereler inorganik varlıklarla yüz yüze kaldığımı anımsattı. O seferlerin neredeyse hepsine tek tek başka açıklamalar getirdiğimi söyleyerek karşılık verdim. Hatta, öğretilerinin, çömez üstünde sanrılandırıcı bitkiler sayesinde dünyanın daha ilkel bir yorumuna sebep olduğu yolundaki hipotezimi bile oluşturmuştum. Ona, esasında buna resmi olarak ilkel yorum demediğimi, fakat insanbilimsel açıdan ‘avcı ve toplayıcı toplumların dünya görüşü’  olarak adlandırdığımı söyledim.
Don Juan nefesi kesilene dek güldü.
“Aslında, olağan farkındalık durumunda mı yoksa ileri farkındalık durumunda mı daha kötü olduğunu bilemiyorum,” dedi. “Normal halinde şüpheci değil ama sıkıcı derecede mantıksalsın. Sanırım, tabii dünkü gibi her şeyden fena halde dehşete düşmen dışında, senden en çok iyice sol yanın içinde olduğunda hoşlanıyorum.”
Daha bir şey söylememe fırsat kalmadan, bir tür karşılaştırma olarak eski görücülerin yaptıklarıyla yeni görücülerin başarılarını ortaya koyacağını, bu sayede karşı koyacağım farklar hakkında daha geniş bir görüşe sahip olmamı sağlayacağını belirtti.
Sonra eski görücülerin uygulamalarını açıklamaya devam etti. Diğer büyük bulgularından birinin, bundan sonraki gizli bilgiyle ilgili olduğunu söyledi: ateş ve su. Onlar, alevlerin çok acayip bir özelliğini keşfetmişler; alevler, insanı vücudunu, aynen su gibi bir yerden bir yere taşıyabiliyormuş.
Don Juan buna parlak buluş diyordu. Ona, bunun olanaksız olduğunu kanıtlayacak fizik kuralları olduğunu belirttim. Her şeyi açıklamasını bekleyip sonra bir sonuç çıkarmamı tavsiye etti. Aşırı mantıksallığımı denetlememi çünkü bunun ileri farkındalık durumumu etkilediğini belirtti. Bu dışsal etkilere tepki vermekten çok kendi tuzağıma düşmekti.
Eski Tolteclerin, açıkça görmelerine rağmen, ne gördüklerini anlayamadıklarını açıklayarak devam etti. Bulgularını, büyük bir oyunun parçaları olarak birbirine bağlamaya zahmet etmeden kullanmışlardı. Ateş ve su sınıflandırmasında ateşi, ısı ve alev, suyu da ıslaklık ve akışkanlık olarak ayırmışlar. Isı ve ıslaklığı birbiriyle bağlayıp az önemli özellikler demişler. Alevleri ve akışkanlığı önemli ve sihirli özellikler saymışlar ve bedenin bir yerden başka bir yere taşınması, organik olmayan âleme geçişi için kullanmışlar. Bu tür yaşam hakkındaki bilgileri ile ateş ve su uygulamalarıyla, eski görücüler dönüşü olmaz şekilde bir batağa saplanıp kalmışlar.
Don Juan, organik olmayan varlıkların keşfinin yeni görücülerin gözünde de alışılmadık olduğuna ancak onların duruma eski görücülerin inandıkları gibi bakmadığına dair beni temin etti. Kendilerini, diğer bir yaşam türüyle birebir ilişki içinde bulmak, eski görücülere yanlış bir yaralanmazlık hissi vermiş ki bu da onların felaketi olmuş.
Ondan, ateş ve su tekniklerini daha detaylı açıklamasını istedim. Eski görücülerin bilgilerinin ayrıntılı olduğu kadar yararsız olduğunu ve bu yüzden sadece ana hatlarını açıklayacağını söyledi.
Sonra, üst ve alt uygulamalarını özetledi. Üst rüzgar, yağmur, yıldırım, bulutlar, gök gürültüsü, gün ışığı ve güneş hakkındaki gizli bilgilerle ilgiliydi. Altla ilgili bilgi sis, yer altı kaynak suları, bataklıklar, şimşek, deprem, gece, ay ışığı ve ay hakkındaydı.
Gürültü ve sessizlik, sesin ve sakinliğin kullanımı ile ilgili gizli bir bilginin bölümleri, hareket eden ve sabit duran, hareket ve hareketsizliğin gizli yönleriyle ilgili uygulamalardı.
Ona, bu ana hatlarıyla bahsettiği tekniklerden herhangi biri hakkında bir örnek verip veremeyeceğini sordum. Bana yıllar boyunca düzinelerce sefer bunları göstermiş olduğunu söyledi. Yaptığı her şeyi mantıksal olarak açıklamış olduğumda ısrar ettim.
Yanıt vermedi. Ya sorduğum sorulara kızmıştı ya da ciddi bir şekilde iyi bir örnek aramakla meşguldü. Bir süre sonra gülümsedi ve uygun örneği aklında canlandırdığını söyledi.
“Aklımdaki örnek, bi akarsuyun sığ sularında işleme geçirilmeli,” dedi. “Genaro’nun evinin yakınında böyle bi tane var.”
“Benim ne yapmam lazım?”
“Sen orta boy bi ayna bul.”
İsteğine şaşırmıştım. Eski Tolteclerin aynaları bilmediğini söyledim.
“Bilmiyorlardı,” diye gülerek kabul etti. “Bu, benim velinimetimin tekniğe bi ilavesi. Eski görücülerin sırf yansıtan bi yüzeye ihtiyacı vardı.”
Tekniğin, parlak bir yüzeyi sığ akan bir suya daldırmaktan ibaret olduğunu açıkladı. Yüzey, görüntü yansıtma kapasitesi olan, yassı herhangi bir cisim olabilirdi.
“Orta boy bi aynaya uyacak, metal levhadan dayanıklı bi çerçeve yapmanı istiyorum,” dedi. “Su geçirmez olmalı yani katranla sıvamalısın. Kendi ellerinle yapman lazım. Yaptığında, buraya getir. Ordan devam ederiz.”
“Ne olacak don Juan?”
“Endişelenme. Eski Tolteclerin uygulamalarının örneğini bana sen kendin sordun. Ben de kendi velinimetimden aynı istekte bulunmuştum. Sanırım bunu herkes bi noktada sorar. Velinimetim kendisinin de aynı şeyi yaptığını söylemişti. Onun velinimeti, nagual Elias, ona bi örnek göstermiş, velinimetim sonuçta bana aynısını gösterdi ve şimdi ben de sana onu göstereceğim.”
“Velinimetim bana örneği verdiği zaman nasıl yaptığını bilmiyordum. Şimdi biliyorum. Bi gün sen kendin de tekniğin nasıl işlediğini bileceksin; tüm bunların arkasında yatanı anlayacaksın.”
Don Juan’ın Los Angeles’e, eve dönmemi ve ayna çerçevesini orada yapmamı istediğini sanmıştım. İleri farkındalıkta olmazsam, bu işi yapmanın benim için olanaksız olacağına dair fikrimi belirttim.
“Bu fikrinde akla yatmayan iki şey var,” dedi. “Birincisi; şu andaki gibi ben, Genaro veya nagual grubundaki herhangi bi savaşçı günün her saati sana bakmadığı sürece ileri farkındalıkta kalıp işlev görmene olanak yok. Diğeri, Meksika Ay değil. Burada da hırdavatçılar var. Oaxaca’ya gidip gereken her şeyi alabiliriz.”

Ertesi gün şehre gittik ve çerçeve için gerekecek tüm parçaları aldım. Hepsini ufak bir ücret karşılığında bir demirci dükkânında birleştirdim. Don Juan, onu arabamın bagajına koymamı söyledi. Göz ucuyla bile bakmamıştı.
Akşamüstü Genaro’nun evine doğru yola çıktık ve sabah erkenden oraya vardık. Genaro’yu aradım. Orada yoktu. Ev terk edilmiş gibiydi.
“Genaro bu evi neden tutuyor?” diye sordum don Juan’a.
“Beraber yaşıyorsunuz değil mi?”
Don Juan yanıtlamadı. Bana garip bir bakış attı ve gaz lambasını yakmaya gitti. Karanlık odada yalnızdım. Dağlardaki uzun, yılankavi yoldaki yolculuğumuza atfettiğim büyük bir yorgunluk vardı üstümde. Uzanmak istiyordum. Karanlıktan Genaro’nun yaygıları nereye koyduğunu göremiyordum. Yaygıdan bir öbeğe ayağım takılıverdi. Ve sonra Genaro’nun bu evi niye tuttuğunu anladım; olağan farkındalıkları sırasında orada yaşayan erkek çömezler Pablito, Néstor ve Benigno’ya bakıyordu.
Keyifli hissediyordum; artık yorgun değildim. Don Juan lambayla içeri girdi. Aymamdan bahsedince nasılsa uzun süre anımsamayacağım için fark etmeyeceğini söyledi.
Ona aynayı göstermemi istedi. Memnun göründü ve hafif olmasının yanında dayanıklı da olduğunu belirtti. Kırk beş santimetre uzunluğunda, otuz beş santimetre genişliğindeki aynanın arkasına alüminyum metal levhayı metal çivilerle monte ettiğimi fark etmişti.
“Ben aynam için tahta bi çerçeve yapmıştım,’’dedi. “Bu benimkinden çok daha iyi görünüyor. Benim çerçevem hem hantal hem de çok kırılgandı.”
“Şimdi ne yapacağımızı anlatayım,” diye devam etti, aynayı incelemesi bitince. “Ya da belki ne yapmayı deneyeceğimizi demeliyim. İkimiz beraber, bu aynayı evin yakınındaki akarsuyun yüzeyine yerleştireceğiz. Amacımız için yeterince geniş ve sığ orası.”
“Tasarı, suyun akışkanlığının basınç yaparak bizi başka bi yere götürmesi.”
Ben daha herhangi bir yorum yapmadan veya soru sormadan, bana geçmişte benzeri akan bir suyu kullanıp sıradışı algılama başarıları elde ettiğimi anımsattı. Birkaç kez sanrısal bitkilerin üzerimde yarattığı etkiler sonucu, Kuzey Meksika’daki evinin arkasındaki sulama kanalına battığımda tecrübe ettiklerimden bahsediyordu. “Görücülerin, farkındalık hakkında bildiklerini sana anlatana kadar sorularını sakla,” dedi. “O zaman, sana anlattıklarımı başka bi ışık altında anlayacaksın. Ama önce, usulümüze göre devam edelim.”
Yakındaki suya yürüdük ve yassı, meydana çıkmış taşların olduğu bir yer seçti. Orada, suyun amacımıza uygun olarak yeterince sığ olduğunu söyledi.
“Ne olmasını bekliyorsun?” diye sordum etkisi altında olduğum sıkıntılı bir havayla.
“Bilmem. Bildiğim tek şey ne yapmaya çalışacağımız. Aynayı çok dikkatli ama sımsıkı tutacağız. Onu yumuşakça suyun yüzeyine yerleştireceğiz ve sonra dibe insin diye bırakacağız. Sonra dipte onu tutacağız. Kontrol ettim. Orada, parmaklarımızla kazıp aynanın altından sıkıca tutmamıza yetecek kadar balçık var.”
Sakince akan suyun ortasında suyun yüzeyi üstündeki yassı bir kayaya çömelmemi ve iki elimle aynanın bir ucundan, neredeyse köşelerinden tutmamı istedi. O da yüzü bana dönük olarak çömeldi ve aynayı benim tuttuğum gibi tuttu. Ayna dibe batsın diye bıraktık ve sonra kollarımızı dirseğimize kadar suya daldırıp, onu yakaladık.
Kendimi düşüncelerden arındırıp aynanın yüzeyine gözümü dikmemi emretti. Defalarca burada işin püf noktasının, hiçbir şey düşünmemek olduğunu söyledi. Israrla aynaya baktım. Sakin akıntı, don Juan ve benim yüzlerimizin yansımasını hafifçe karıştırıyordu. Gözümü birkaç dakika aynaya diktikten sonra, aynada onun ve benim yüz imgelerimiz daha belirginleşmiş gibi geldi bana. Aynanın da boyutları büyüyüp neredeyse bir metre kare olmuşa benziyordu. Akıntı durmuş ve ayna sanki suyun üstündeymiş gibi duru görünüyordu. Daha da garibi yansımalarımızın netliğiydi. Sanki suratıma, boyut değil fakat odaklanma olarak büyüteçle bakılır gibiydi. Alın derimin gözeneklerini görebiliyordum.
Don Juan, sakince kendi gözlerime ya da onunkilere gözlerimi dikmememi, bakışlarımı yansımalarımızın herhangi bir parçası üzerinde odaklamadan gezdirmemi fısıldadı.
“Gözünü dikmeden bakışını sabitle!” diye kuvvetli bir fısıltıyla üst üste emretti.
Söylediğini, belirgin karşıtlığını zihnimde tartmak için duraksamadan yaptım. O an içimde bir şey o aynada yakalandı ve karşıtlık anlam kazandı. ‘Gözlerini dikmeden bakışlarını sabitlemek mümkün’ diye düşündüm ve bu düşünce kafamda oluştuğu an, don Juan ve benimkinin yanında bir kafa daha görünüverdi. Aynanın aşağı tarafında, benim soluma doğruydu.
Tüm vücudum sarsıldı. Don Juan sakinleşmemi, korku veya şaşkınlık göstermememi fısıldadı. Tekrar, yeni gelene gözlerimi dikmeden dikkatlice bakmamı emretti. Soluklanıp, aynayı bırakmamak için inanılmaz bir çaba harcıyordum. Vücudum, baştan ayağa titriyordu. Don Juan, tekrar kendimi toplamamı fısıldadı. Omzuyla defalarca dürttü beni.
Yavaş yavaş korkumu denetleyebildim. Üçüncü kafaya dikkatlice baktım ve zamanla bunun bir insan ya da hayvan kafası olmadığının ayırdına vardım. Aslında, bu bir kafa bile değildi. İçsel değişkenliği olmayan bir şekildi. Bu düşünce aklıma geldiğinde, anında bunu düşünenin ben olmadığımın ayırdına vardım. Ayrımsamam da bir düşünce değildi. Dehşet bir endişe anı geçirdim ve sonra kavranmaz bir şeyi anladım. Düşünceler kulağımda bir sesti!
“Görüyorum!” diye İngilizce bağırdım, ama hiç ses yoktu. “Evet, görüyorsun,” dedi kulağımdaki ses İspanyolca.
Kendimden büyük bir kuvvetin kapanma kısıldığımı hissettim. Acı hatta ıstırap duymuyordum. Hiçbir şey hissetmiyordum. Bir şüphe kırıntısı duymadan, ses öyle söylediği için istenç ve dayanıklılıkla bu güçten kurtulamayacağımı biliyordum. Ölmekte olduğumu anladım. Otomatik olarak don Juan’a bakmak için gözlerimi kaldırdım ve gözlerimizin buluştuğu an, kuvvet beni bıraktı. Özgürdüm. Don Juan, nelerden geçtiğimi tam olarak bilirmiş gibi bana gülümsüyordu.
Ayağa kalktığımın ayırdına vardım. Don Juan, suyunu akıtmak için aynayı köşesinden tutuyordu.
Sessizce eve doğru yürüdük.
“Eski Toltecler, bulgularından büyülenmişlerdi,” dedi don Juan.
“Neden olduğunu anlayabiliyorum,” dedim.
“Ben de,” diye karşılık verdi don Juan.
Beni içine almış olan kuvvet öyle güçlüydü ki, saatler sonrasına kadar konuşmamı, hatta düşünmemi olanaksızlaştırdı. Beni, tamamıyla irade dışı dondurmuştu. Ve buzlarım zamanla azar azar çözülüp eridi.
“Kendi isteğimizle herhangi bir müdahalede bulunmadan,” diye devam etti don Juan, “bu eski Toltec tekniği, senin için iki kısma bölündü. Birinci bölüm, senin ne olup bittiğine alışman içindi sadece. İkincisinde, eski görücülerin peşine düştüğü şeyi başarmaya çalışacağız.”
“Gerçekten orada ne oldu, don Juan?” diye sordum.
“İki yorum var. Sana önce eski görücülerin yorumunu anlatayım. Onlar, suya daldırılan parlak bi nesnenin yansıyan yüzünün suyun erkini arttırdığını düşündüler. Onlar, su kütlesine bakarlardı ve yansıyan yüzey, işlemlerini hızlandırmaya yardımcı olurdu. Onlar, gözlerimizin bilinmeyene girişin anahtarı olduğuna inandılar; suya bakarak, gözlerin yolu açmasını sağlıyorlardı.”
Eski görücülerin suyun ıslaklığının sadece nemlendirip ıslattığını fakat suyun akışkanlığının devindirdiğini gözlemlediklerini söyledi. Altımızdaki diğer katmanları araştırmak için aktığını, zannetmişler. Suyun bize sadece yaşam için değil alttaki diğer katmanlara bir bağ, bir yol olarak verildiğine inanmışlar.”
“Altta çok katman var mı?” diye sordum.
“Eski görücüler, yedi kat saymışlardı,” diye yanıtladı.
“Sen kendin de biliyor musun onları, don Juan?”
“Ben, yeni dönem görücülerdenim ve bunun için görüşüm farklı,” dedi. “Ben sadece sana eski görücülerin ne yaptığını gösteriyor ve neye inandıklarını söylüyorum.”
Kendi görüşlerinin farklı olmasının eski görücülerin uygulamalarının geçersiz olduğu anlamına gelmediğini belirtti; onların yorumu yanlıştı, ama doğrularının onlar için uygulamalı değeri vardı. Su uygulamaları sırasında, suyun akışkanlığını kullanarak bizim yaşadığımız katmandan alttaki herhangi yedi katmandan birine ya da olduğumuz katmanda su boyunca istenilen yöne bedenen gidilebileceğinden emin oldular. Buna göre, bizim katımızda bir yerden bir yere gitmek için akan suyu ve derinlere gitmek için de derin göl sularını veya su kuyularındaki suları kullandılar.
“Sana gösterdiğim tekniği kullanırken iki şeyin peşindeydiler,” diye sürdürdü konuşmasını. “Bi taraftan, suyun akışkanlığını hemen alttaki ilk katmana gitmek için kullandılar. Diğer taraftan, onu bu ilk katmandaki canlı varlıklarla yüz yüze buluşmak için kullandılar. Aynadaki o kafa gibi şekil bize göz atmaya gelen o yaratıklardan biriydi.”
“O zaman sahiden varlar!” diye hayretle bağırdım.
“Kesinlikle öyle,” diye karşılık verdi.
Eski görücülerin, usullerine yapışıp kalmalarındaki hatalı ısrarlarından zarar gördüğünü söyledi, ama buldukları her ne ise geçerliymiş. Onlar, o yaratıklardan biriyle buluşmanın en emin yolunun bir su kütlesi kanalıyla olduğunu bulgulamışlar. Suyun hacmi hiç fark etmiyormuş; bir okyanus ya da bir küçük göl aynı amaca hizmet edebilirmiş. Kendisi, ıslanmaktan nefret ettiği için ufak bir akarsu seçmiş. Aynı sonuçları bir göl veya büyük bir nehirde de alabilirmişiz.
“Diğer yaşam, insanlar çağırınca neler olduğunu görmek için geliyor,” diye devam etti don Juan. “Bu Toltec tekniği, onların kapılarını tıklatmak gibi. Eski görücüler, suyun dibindeki bu parlak yüzeyin bi yem ve bi pencere gibi iş gördüğünü söyler. Böylece insanlar ve o yaratıklar pencerede buluşurlar.”
“Bana, orda olan bu muydu?” diye sordum.
“Eski görücüler, senin suyun erki ve ilk katın kuvvetine ilaveten penceredeki yaratığın manyetik etkisiyle çekildiğini söyleyebilirler.”
“Ama kulağımda ölmekte olduğumu söyleyen bir ses duydum,” dedim.
“Ses haklıydı. Ölüyordun ve orada olmasaydım öyle olurdu. Toltec tekniklerini uygulamanın tehlikesi budur. Aşırı etkin fakat çoğu zaman öldürücüdürler.”
Ona dehşete düştüğümü itiraf etmekten utandığımı söyledim. Önceki gün şekli aynada görmek ve o beni kaplayan kuvveti etrafımda hissetmek bana çok fazla şey kanıtlamıştı.
“Seni telaşlandırmak istemem,” dedi, “ama sana daha hiçbi şey olmadı. Eğer bana olan şey sana olacaklara yol gösterecekse, en iyisi sen kendini hayatının şokuna hazırla. Şimdi kendi kendine titremen, yarın korkudan ölmenden iyidir.”

Cvp: 6 İnorganik Varlıklar

Korkudan o kadar dehşete düştüm ki aklıma gelen soruları bile seslendiremedim. Yutkunmakta zorlanıyordum. Don Juan öksürüklerle kesilene dek güldü. Suratı morardı. Sesim yerine geldiğinde, sorularımın her biri yeni bir kahkaha fırtınası başlattı.
“Tüm bunların benim için ne kadar komik olduğunu bilemezsin,” dedi sonunda. “Sana gülmüyorum. Bu duruma gülüyorum... Velinimetim benim de aynı deneyimden geçmemi sağlamıştı ve sana bakarken kendimi görmeme engel olamıyorum.”
Ona midemin bulandığını söyledim. Bana bunun normal, korkmanın doğal olduğunu ve korkuyu denetlemenin yanlış ve anlamsız olduğunu söyledi. Eski görücüler korkudan panik olmaları gerekirken, korkularını bastırma duygusuna tutsak olmuşlar. Yaptıkları işi durdurmak ya da rahatlatan birikimlerini terk etmek istemediklerinden bunun yerine korkularını denetlemişler.
“Aynayla başka ne yapacağız?” diye sordum.
“O ayna, seninle dün sırf baktığın yaratığın, yüz yüze buluşması için kullanılacak.”
“Yüz yüze buluşmada ne olur?”
“Bi tür yaşamın, insan cinsinin, bi başka yaşam türüyle karşılaşmasıdır. Eski görücüler bu durum, suyun akışkanlığının ilk katından bi yaratıkla insanın buluşması derler.”
Eski görücülerin, altımızdaki yedi katı, suyun akışkanlığının katmanları saydıklarını açıkladı. Onlar için bir kaynağın, söylenemez önemi varmış çünkü bu durumda suyun akışkanlığının tersine döndürüldüğünü ve derinden yüzeye gittiğini düşünüyorlarmış. Bunu, diğer yaşam türlerinin başka düzlemlerden bize bakıp, bizi incelemeye gelmeleri için bi araç olarak kabul ediyorlarmış.
“Bu bakımdan eski görücüler yanılmıyordu,” diye devam etti. “Tam on ikiden vurmuşlardı. Yeni görücülerin dost dediği varlıklar su kuyuları etrafında görülürler.”
“Aynadaki yaratık bir dost muydu?” diye sordum.
“Tabii ki. Ama kullanılabilecek bi tane değil. Geçmişte sana tanıttığım dost geleneği doğrudan eski görücülerden gelir. Dostlarla mucizevî işler yaptılar ama kendileri gibi insan olan gerçek düşmanları geldiğinde yaptıklarının hiçbi değeri kalmadı.”
“O yaratıklar dost olduğuna göre, çok tehlikelidirler,” dedim.
“Biz insanlar kadar tehlikeliler, ne daha çok ne de az.”
“Bizi öldürebilirler mi?”
“Doğrudan öldüremezler ama kesinlikle korkudan ölmemize sebep olabilirler. Sınırları kendi kendilerine geçebilirler ya da sadece pencereye gelirler. Şu ana kadar anlamış olabileceğin gibi, eski Toltecler de pencerede durmadılar. Ötesine geçmek için tuhaf yollar buldular.”
Tekniğin ikinci uygulaması, benim rahatlayıp iç karmaşamı durdurmamın iki kat daha uzun sürmesi dışında, tamamıyla ilki gibi geçti. Bu olduğunda, don Juan ve benim yüzlerimizin yansıması anında durulaştı. Onunkinden benimkine belki bir saat boyunca baktım. Dostun her an görünmesini bekledim ama hiçbir şey olmadı. Boynum ağrıyordu. Sırtım tutulmuş, bacaklarım hissizleşmişti. Kayanın üstüne diz çöküp sırtımın ağrısını biraz geçirmek istiyordum. Don Juan, dost belirdiği anda rahatsızlığımın kaybolacağını fısıldadı.
Tamamıyla haklıydı. Aynanın köşesinde yuvarlak bir şeklin görünmesine tanık olmanın şoku, tüm rahatsızlığımı dağıttı.
“Şimdi ne yapıyoruz?” diye fısıldadım.
“Rahatla ve bakışını herhangi bi şeye bi an bile olsa odaklama,” diye cevapladı. “Aynada görünen her şeyi izle. Gözlerini dikmeden dikkatlice bak.”
Söylediklerini yerine getirdim. Aynanın içinde kalan her şeye kısa bir bakış attım. Kulağımda garip bir vızıldama vardı. Don Juan alışılmadık bir kuvvet tarafından sarıldığımı hissedersem, bakışlarımı saat yönünde yuvarlamamı fısıldadı; fakat hiçbir şartla kafamı kaldırıp ona bakmamamı üstüne basarak söyledi.
Bir an sonra aynanın bizim suratlarımız ve yuvarlak şekilden fazlasını yansıttığını fark ettim. Yüzeyi kararmıştı. Yoğun mor bir ışığın lekeleri görünüyordu. Gittikçe büyüdüler. Simsiyah lekeler de vardı. Sonra, gördüğüm şey ay ışığında bir gece bulutlu gökyüzünün yamyassı bir resmi gibi bir şeye dönüştü. Birdenbire, tüm yüzey sanki hareket eden bir resimmiş gibi odağa yaklaştı. Yeni görüntü, derinliklerin üç boyutlu nefes kesen bir görüntüsüydü.
Benim için bu görüntünün görkemli çekiciliğiyle savaşmanın kesinlikle olanaksız olduğunu biliyordum. Beni içine çekmeye başladı.
Don Juan, kuvvetle, canımı kurtarmak uğruna gözlerimi yuvarlamamı fısıldadı. Hareket anında rahatlama yarattı. Yeniden bizim ve dostun yansımalarını ayırt edebiliyordum. Sonra dost kayboluverdi ve aynanın diğer yanında tekrar göründü.
Don Juan tüm gücümle aynaya asılmamı emretti. Sakin olmam ve ani bir harekette bulunmamam için uyardı.
“Ne olacak?” diye fısıldadım.
“Dost, çıkıp gelmeye çalışacak,” diye yanıtladı.
Bunu söyler söylemez güçlü bir çekiş hissettim. Bir şey kollarımı birdenbire çekti. Çekiş aynanın altındandı. Çerçevenin her noktasına eşit baskı yaratan bir emiş gücü gibiydi.
“Aynayı sıkıca tut ama sakın kırma,” diye emretti don Juan. “Emmeye karşı koy. Dostun aynayı çok derine batırmasına izin verme.”
Üzerimizdeki aşağı çeken kuvvet muazzamdı. Parmaklarımın kırılacağını veya dipteki taşlardan paramparça olacağını hissediyordum. Bir noktada, don Juan ve ben, dengemizi kaybettik ve yassı kayalardan akarsuyun içine indik. Su bayağı sığdı ama dostun aynanın çerçevesi çevresindeki çalkalaması sanki büyük bir ırmaktaymışız kadar korkunçtu. Su ayaklarımızın etrafında delice girdaplar yapıyordu ama aynadaki imgelere bir şey olmuyordu.
“Dikkat et!” diye bağırdı don Juan. “İşte geliyor!”
Çekme, alttan gelen bir itmeye dönüştü. Bir şey aynanın kenarını yakalıyordu; bizim tuttuğumuz çerçevenin dışından değil, camın içinden. Cam yüzeyi sanki açık bir pencereydi ve bir şey veya biri içinden tırmanıyordu.
Don Juan ve ben umutsuzca karşı koyuyorduk; ya aynayı yukarı çekildiğinde itiyor ya da aşağı doğru çekildiğinde yukarıya kaldırıyorduk. İki büklüm halde, orijinal yerimizden akıntı yönünde aşağıya doğru yavaşça hareket ediyorduk. Su daha derin ve dip kaygan taşlarla kaplıydı.
“Hadi aynayı sudan çıkartalım da onu sallayıp sıyıralım,” dedi don Juan sert bir sesle.
Gürültülü çalkalanma sürekli devam etti. Sanki koskoca bir balığı çıplak ellerimizle yakalamıştık ve çevrede çılgınca yüzüyordu.
Bana öyle geldi ki, ayna aslında bir kuluçkaydı. Garip bir şekil, gerçekten de yumurta gibi içinden çıkmaya çalışıyordu. Kuluçkanın kenarına muazzam bir ağırlıkla dayanıyordu ve don Juan Ta benim suratımızın yansımasını yerinden oynatacak kadar büyüktü. Artık bizi göremiyordum. Sadece kendini yukarı itmeye çalışan bir cismi ayırt edebiliyordum.
Ayna artık dipte yatmıyordu. Parmaklarım kayalara bastırılmıyordu. Ayna orta derinlikteydi, dostun ve bizim birbirine karşı koyan kuvvetlerimizle duruyordu. Don Juan, ellerini aynanın altına yayacağını ve hızla onları yakalayıp kollarımızı birleştirerek aynayı manivela gibi alttan kaldırmamızı söyledi. Bıraktığında, ayna yana doğru eğildi. Hızla ellerine uzandım ama altta hiçbir şey yoktu. Kararsızlığım biraz uzun sürdü ve ayna ellerimden uçtu.
“Yakala onu! Yakala onu!” diye bağırdı don Juan.
Aynayı tam kayalara düşecekken yakaladım. Sudan çıkardım, ama yeterince hızlı değildim. Su, yapışkan gibiydi. Ben aynayı dışarı çekerken ağır lastiğimsi bir cismin parçasını da çektim ki o da aynayı ellerimden geri suya çekti.
Don Juan, olağanüstü bir çeviklikle, aynayı yakaladı ve kolaylıkla kenarından çekip çıkardı.

Hayatımda hiç böyle bir melankoli krizine tutulmamıştım. Belirgin bir dayanağı olmayan bir hüzündü bu; aynada gördüğüm derinliklerin anısına bağlıyordum. İçimdeki duygu o derinlikler için arı bir hasret ile onların dondurucu yalnızlığının keskin korkusunun karışımıydı.
Don Juan, savaşçının yaşamında, ortada bir neden olmadan hüzünlenmenin gayet doğal olduğunu belirtti. Görücülere göre, bilinenin sınırlarının kırıldığı yerde parlak yumurta, bir enerji alanı olarak son varış noktasını, duyumsalmış. Kozanın dışındaki sonsuzluğa esaslı bir bakış, mevcudiyet keyfinin bozulması için yeterliymiş. Sonucundaki melankoli, bazen o kadar yoğun olurmuş ki ölüme neden olabilirmiş.
Melankoliden kurtulmanın en iyi yolunun onunla dalga geçmek olduğunu söyledi. Alaylı bir tonla, ilk dikkatimin, dostla temasımda bozulan düzeni onarmak için elinden geleni yaptığını izah etti. Mantık yoluyla onarılamadığından, ilk dikkatim tüm gücünü hüzne odaklayarak yapıyordu bunu.
Ona, yine de bunun melankolinin var olduğu gerçeğini değiştirmeyeceğini söyledim. Buna anlayış göstermek, keyifsiz ve kederli olmak, o derinlikleri anımsadığımdaki yalnızlık hissinin parçaları değildi.
“Sonunda bi şey içine işlemeye başlıyor,” dedi. “Haklısın. Sonsuzluktan daha yalnız bi şey yoktur. Ve bizim için insan olmaktan daha rahat bi şey yoktur. Bu da aslında başka bi çelişki -insan nasıl hem insanlık bağlarını koruyup hem de tamamıyla mutlulukla ve amaçlı olarak sonsuzluğun mutlak yalnızlığına atılabilir? Bu bilmeceyi çözdüğünde sonuncu yolculuğuna hazır olacaksın.”
O zaman, hüznümün sebebini kesinlikle anlayabildim. Bu unutup bir daha ayırdına varana kadar tekrar eden bir histi bende: aynada yansımış gördüğüm kendi-içindeki-şeyin enginliğine karşılık insanlığın cezalandırıcılığı.
“İnsanlar gerçekten bir hiç, don Juan,” dedim.
“Kesinlikle ne düşündüğünü biliyorum,” dedi. “Tabii, biz hiçiz, ama bu kesin bir meydan okuyuşun da temeli, biz hiçler sahiden sonsuzluğun yalnızlığıyla yüz yüze gelebiliriz.”
Konuyu bir anda kesip değiştirdi, ağzım gelecek sorumu söylemek üzereyken açık kalmıştı. Dostla dalaşımızı tartışmaya başladı. Her şeyden önce, dostla uğraşımız bir şaka değildi. Ölüm kalım meselesi değildi belki ama bir piknik de değildi.
“O tekniği seçtim,” diye sürdürdü, “çünkü velinimetim bana onu göstermişti. Ondan bana eski görücülerin tekniğinin bir örneğini vermesini istediğimde neredeyse gülmekten kasıkları çatlamıştı: ricam ona o kadar kendi deneyimini anımsatmış ki. Onun velinimeti, nagual Elias da ona tekniğin sert bi uygulamasını yapmıştı.”
Don Juan, kendisi aynanın çerçevesini tahtadan yaptığı için benden de aynı şeyi istemesi gerektiğini ama velinimetininki de öyle olduğundan çerçeve daha dayanıklı olursa ne olacağını merak ettiğini söyledi. Her ikisinin de çerçeveleri kırılmıştı ve ikisinde de dost çıkıp gelmişti.
Kendi dalaşı sırasında dost çerçeveyi parçalamıştı. O ve velinimeti, ayna suya batıp dost içinden çıkarken, tahtanın iki parçasının kenarından tutup kalakalmışlardı.
Velinimeti onları ne tür bir belanın beklediğini biliyormuş. Aynadaki yansımalarında dostlar esasında korkutucu değillermiş çünkü onlar sadece bir şekil, bir tür kütle olarak görülürlermiş. Ama dışarı çıktıklarında, sahiden korkunç görünmelerinin yanı sıra başa fena bela olurlarmış. Dostlar bir kere kendi katlarından çıktı mı geri dönmeleri de çok zormuş. Bunun aynısı, insan için de geçerliymiş. Görücüler, o yaratıkların katma girmeye cüret ettikleri takdirde, büyük olasılıkla onlardan bir daha hiç haber alınmazmış.
“Benim aynam, dostun kuvvetiyle paramparça olmuştu,” dedi. “Artık pencere yoktu, dost geri dönemezdi, böylece benim arkamdan geldi. Gerçekten yuvarlanarak arkamdan kovaladı beni. Elim ayağıma dolaşmış, son hız kaçıp korkuyla bağırıyordum. Cin çarpmış gibi aşağı yukarı koşuşturuyordum. Tüm bu zaman boyunca dost bi metre bile uzağımda değildi.”
Don Juan, velinimetinin onun arkasından koştuğunu söyledi, ama çok yaşlı olduğundan yeterince hızlı hareket edemiyormuş; yine de don Juan’a geriye dönüş yapmasını söylemeyi akıl etmiş de, o da bu şekilde dosttan kurtulmak için önlem alabilmiş. Bağırarak, bir ateş yakacağını ve her şey hazır olana kadar don Juan’ın daireler çizerek koşmasını söylemiş. Don Juan korkudan delirmiş halde bir tepe etrafında koşarken kuru dallar toplamaya gitmiş.
Don Juan döne döne koşarken, velinimetinin bütün bunlardan hoşlandığı düşüncesinin aklına geldiğini itiraf etti. Velinimetinin, akla gelebilecek her durumdan tad alabilecek bir savaşçı olduğunu biliyormuş. Bundan neden almaşınmış ki? Bir an için velinimetine o denli kızmış ki dost onu kovalamayı bırakmış ve don Juan kesin bir dille velinimetini kötü niyetlilikle suçlamış. Velinimeti cevap vermemiş ama don Juan’ın arkasından ikisinin üzerine karaltısı çöken dosta bakıp hakiki bir dehşet ifadesi takınmış. Don Juan bütün kızgınlığını unutup tekrar dönerek koşmaya başlamış.
“Velinimetim, sahiden şeytani bi ihtiyar adamdı,” dedi don Juan gülerek.” O içinden gülmesini öğrenmişti. Suratından hiç belli olmazdı, ağlıyormuş gibi ya da öfkeden çıldırmış gibi davranabilirdi ama aslında gülerdi. O gün, dost beni döne döne kovalarken, velinimetim orada durup kendini suçlamalarıma karşı savundu. Uzun konuşmasının kısa parçalarını önünden her koşarak geçişimde duyuyordum. Bu bittiğinde başka bi uzun konuşmanın parçalarını duydum; bi sürü odun toplaması gerektiğini, dostun büyük olduğunu, ateşin dost kadar büyük olması gerektiğini, bu manevranın işe yaramayabileceğim söylüyordu.
“Sadece çıldırtan korkum devam ettirdi beni. Sonunda, yorgunluktan ölmek üzere olduğumun ayırdına vardı; ateşi yaktı ve alevlerle beni dosttan korudu.”
Don Juan ateşin yanında tüm gece kaldıklarını söyledi. En kötü zamanı velinimeti biraz daha kuru dal aramak için uzaklaşıp onu yalnız bıraktığında geçirmiş. O kadar korkmuş ki Tanrı’ya bilgi yolunu bırakıp bir çiftçi olacağı sözünü vermiş.
“Sabah, tüm erkemi tükettikten sonra dost beni ateşe sürmeyi başardı ve bayağı kötü yandım,” diye ekledi don Juan.
“Dosta ne oldu?” diye sordum.
“Velinimetim, ona ne olduğundan bana hiç söz etmedi,” diye yanıtladı. “Ama hala amaçsızca ortalarda dolanıp geriye dönmek için bi yol aradığı hissi içindeyim.”
“Tanrı’ya verdiğin söze ne oldu?”
“Velinimetim, üzülmememi iyi bi söz verdiğimi ama henüz böyle bi sözü duyacak kimse olmadığını, çünkü Tanrı’nın var olmadığını, söyledi. Olan her şey Kartal’ın yayılımlarıydı ve onlara söz vermeye olanak yoktu.”
“Dost seni yakalasaydı ne olabilirdi?” diye sordum.
“Korkudan ölebilirdim,” dedi. “Yakalanmanın neye sebep olacağını bilseydim beni yakalamasına izin verirdim. O zamanlar pervasız bi adamdım. Bi dost seni yakaladığında ya kalp krizi geçirip ölür ya da onunla güreşirsin. Sahte bi vahşilikle bi anlık dalaştan sonra dostun erkesi zayıflar. Dostun bize yapabileceği hiçbi şey yoktur veya tam tersi. Bi boşlukla ayrılırız.”
“Eski görücüler, dostun erkesinin yavaş yavaş azalmaya başladığı anda erkini insana teslim ettiğine inanırlardı. Erk, inanamıyorum!  Eski görücülerin dostları, her yanlarından fışkırıyordu ve dostlarının erkinin hiçbi anlamı yoktu.”
Don Juan, bir kere daha bu karışıklığı düzeltmenin yeni görücülere düştüğünü açıkladı. Onlar, tek aslolan şeyin kusursuzluk olduğunu bulgulamışlar, yani bağımsızlaşmış erke. Eski görücüler arasında gerçekten de bazıları dostları tarafından kurtarılmışlar ama bu dostun erkinin korumasıyla değil; daha çok, o insanların kusursuzluklarının, diğer yaşam türlerinin erkesini kullanmasına olanak tanımasındanmış.
Yeni görücüler, aynı zamanda, dostlar hakkındaki en önemli şeyi bulgulamışlar: onları insanlara neyin yararsız veya yararlı yaptığını. Yararsız dostlar ki bunlardan sayılamayacak kadar varmış, içinde bizim içimizdekilere eş yayılımları bulunmayanlarmış. Bizden farklılıkları nedeniyle tamamıyla kullanılamazlarmış. Diğer dostlar ki sayıları oldukça azmış, bize yakınlarmış, yani arada bizimkilere denk düşen bazı yayılımlara sahiplermiş.
“Bu tür, insan tarafından nasıl kullanılıyor?” diye sordum.
“ ‘Kullanmak’ yerine başka bi kelime bulmalıyız.” Diye cevapladı. “Görücülerle bu tür dostlar arasında olanlar, adil bi erke değiş-tokuşudur bence.”
“Bu değiş-tokuş nasıl olur?” diye sordum.
“Birbirine eş yayılımlar sayesinde,” dedi. “Bu yayılımlar, tabii ki insanın sol yan farkındalığındadır; sıradan insanın hiç kullanmadığı yanda. Bu nedenle, dostlar sağ yan farkındalığının ya da mantığın tamamıyla dışında bırakılmıştır.”
Birbirine eş yayılımların ikisine de ortak bir alan verdiğini söyledi. Sonra, alışkanlıkla, daha derin bir bağ kuruluyormuş ki bu iki yaşam türünün de çıkarına oluyormuş. Görücüler, dostun dünyevi olmayan aydınlık ve hassasiyetinin peşindeymiş; onlardan şahane gözcü ve koruyucu olurmuş. Dostlar, insanın daha büyük olan erke alanının peşindeymiş ve hatta onunla kendilerini maddeleştirebilirlermiş bile.
Beni, deneyimli görücülerin bu eş yayılımlarla hepsini odaklayana kadar oynadıkları konusunda temin etti; değiş-tokuş o zaman oluyordu. Eski görücüler bu işlemi anlamamışlar ve benim de aynada gördüğüm derinlere inmek için karmaşık bakma teknikleri geliştirmişler.
“Eski görücülerin, aşağı inmelerine yardımcı olan detaylı bi aletleri vardı,” diye sürdürdü. “Belleri etrafına bağladıkları özel sicimli bi ipti bu. Tıpa gibi göbeğe yerleştirilen yumuşak reçineye batırılmış bi ucu vardı. Görücülerin bi ya da bikaç yardımcısı olurdu; onlar dikkatli bakıp kaybolduklarında, ipinden tutarlardı. Tabii ki derin, duru bi gölet veya göldeki yansımaya dosdoğru bakmak bizim aynayla yaptığımızla karşılaştırılamayacak kadar hayrete düşürücü ve tehlikelidir.”
“Ama sahiden bedenleriyle mi dibe indiler?” diye sordum.
“İnsanların, özellikle farkındalıklarını denetlerlerse, neler yapabileceklerine şaşarsın,” diye yanıtladı. “Eski görücüler hatalıydı. Derinlere yaptıkları gezintilerde mucizevi şeyler buldular. Dostlarla karşılaşmak onlar için rutindi.”
“Tabii şimdiye kadar, derinler dememin lafın gelişi olduğunu ayırt etmişsindir. Derinler yoktur sadece farkındalığın idare edilmesi vardır. Maalesef eski görücüler bunun ayırtına hiç varamadılar.”
Don Juan’a dostla ilgili kişisel deneyimim ve dostun sudaki çalkalama gücünden kaynaklanan göreceli intibaına dayanarak dostları çok saldırgan bulduğumu söyledim.
“Pek değil,” dedi. “Saldırgan olacak yeterli erkeleri olmadığından değil ama daha çok farklı türde erkeleri olmasından. Onlar daha çok elektrik akımı gibiler. Organik varlıklarsa daha çok ısı dalgaları gibidir.”
“Ama neden seni o kadar zaman kovaladı?” diye sordum.
“Bu sır değil ki,” dedi. “Onlar duyguların çekiciliğine kapılıyor. Hayvansal korku onları en çok cezbeden şey; onlara uyan erke türünü açığa çıkarıyor. İçlerindeki yayılımlar hayvansal korkuyla canlanıp toparlanıyor. Benim korkumun amansızlığından dolayı dost arkamdan geldi veya daha doğrusu korkum dostu yakaladı ve bırakmadı.”
Dostların, her şeyden fazla hayvansal korkudan hoşlandıklarını eski görücüler bulmuşlar. Hatta aşırıya giderek insanları amaçlı olarak öldüresiye korkutarak dostlarına yem yapmışlar. Eski görücüler, dostların insani hisleri olduğuna eminmiş ama yeni görücüler bunu başka türlü görmüşler. Onlar, dostların duygularla açığa çıkan erkenin çekiciliğine kapıldığını görmüşler; sevginin etkisi nefret ve kedere eşitmiş.
Don Juan, o dost için sevgi hissetse de, dostun yine peşinden geleceğini ama kovalamacanın tarzının farklı olacağını ekledi. Ona, eğer korkusunu denetleseydi dostun onu kovalayıp kovalamayacağını sordum. Korkuyu denetlemenin, eski görücülerin bir hilesi olduğunu söyleyerek cevapladı sorumu. Onu parçalara bölüp denetleyecek kadar biliyorlarmış. Dostlarını önce korkularıyla bağlıyor, sonra da korkularını azar azar yem gibi dağıtarak onları kendilerine esir olarak tutuyorlarmış.
“Eski görücüler, korkunç insanlarmış,” diye devam etti don Juan. “Geçmiş zaman kullanmamam gerekir -bugün hâlâ korkunçlar. Girişimleri herkesi ve her şeyi idare altına alıp hükmetmek.”
“Bugün hâlâ mı, don Juan?” diye sordum, daha fazla açıklamasını umarak.
Gerçekten ölçülemeyecek derecede korkma olanağını kaçırdığımı söyleyerek konuyu değiştirdi. Aynanın çerçevesini katranla sıvama şeklimin suyun camın arkasına akmasını kesinlikle engellediğini söyledi. Bunu, aynayı dostun parçalamasından koruyan sebep sayıyordu.
“Ne fena,” dedi. “Bu dostu sevebilirdin. Bu arada, bi önceki gün gelen değildi bu. İkincisi mükemmel derecede yakındı sana.”
“Senin de bazı dostların yok mu, don Juan?” diye sordum.
“Bildiğin gibi, ben velinimetimin dostlarına sahibim,” dedi. “Onlar için velinimetimin hissettikleriyle aynı şeyi duyduğumu söyleyemem. Sakin, ama tamamıyla ihtiraslı bi adamdı, erkesi dahil sahip olduğu her şeyi savurganlıkla dağıtırdı. Dostlarına bayılırdı. Onun için dostlarının erkesini kullanmalarına izin verip, kendilerini maddeleştirmeleri işten sayılmazdı. Tuhaf bi insan şekli alan bi tanesi bile vardı.”
Don Juan, dostlara karşı taraf tutmadığını söyleyerek devam etti. Velinimetinin göğsündeki yara iyileşmeden ona yaptığı gibi onların gerçek tadını bana daha gösterememiş. Bütün bunlar velinimetinin garip bir adam olduğu düşüncesiyle başlamış. Don Juan, ufak bir tiranın kucağından daha yeni kaçmışken, yeni bir tanesinin tuzağına düştüğünden şüpheleniyormuş. Niyeti birkaç günde toparlanmayı bekleyip sonra da yaşlı adam evde yokken kaçmakmış. Ama yaşlı adam düşüncelerini okumuş gibi bir gün gizli bir tonda don Juan’a en kısa zamanda iyileşmesini ve ikisinin, bu zulüm ve ceza çektirenden kaçmalarını fısıldamış. Sonra, korku ve güçsüzlükle titreyip kapıyı savurup açmış yaşlı adam ve canavarımsı balık suratlı bir adam sanki kapı arkasından onları dinlermiş gibi hemen içeri girmiş. Gelen grimsi-yeşil renkteymiş, koca bir kırpılmayan gözü varmış ve kapı kadarmış. Don Juan o kadar şaşırıp korkmuş ki bayılmış ve bu korkunun büyüsünden çıkması seneler sürmüş.
“Dostların sana yararlı mı, don Juan?” diye sordum.
“Bu karar vermesi zor bi şey,” dedi. “Bazı yönlerden velinimetimin verdiği dostları seviyorum. Kavranamaz bi sevgi verme yetisindeler. Ama benim için anlaşılmazlar. Kartal’ın yayılımları olan enginliklerde, olur da bi gün yalnız kalırsam, arkadaşlık edebilmeleri için verildiler bana.”

Cvp: 6 İnorganik Varlıklar

.