Korkudan o kadar dehşete düştüm ki aklıma gelen soruları bile seslendiremedim. Yutkunmakta zorlanıyordum. Don Juan öksürüklerle kesilene dek güldü. Suratı morardı. Sesim yerine geldiğinde, sorularımın her biri yeni bir kahkaha fırtınası başlattı.
“Tüm bunların benim için ne kadar komik olduğunu bilemezsin,” dedi sonunda. “Sana gülmüyorum. Bu duruma gülüyorum... Velinimetim benim de aynı deneyimden geçmemi sağlamıştı ve sana bakarken kendimi görmeme engel olamıyorum.”
Ona midemin bulandığını söyledim. Bana bunun normal, korkmanın doğal olduğunu ve korkuyu denetlemenin yanlış ve anlamsız olduğunu söyledi. Eski görücüler korkudan panik olmaları gerekirken, korkularını bastırma duygusuna tutsak olmuşlar. Yaptıkları işi durdurmak ya da rahatlatan birikimlerini terk etmek istemediklerinden bunun yerine korkularını denetlemişler.
“Aynayla başka ne yapacağız?” diye sordum.
“O ayna, seninle dün sırf baktığın yaratığın, yüz yüze buluşması için kullanılacak.”
“Yüz yüze buluşmada ne olur?”
“Bi tür yaşamın, insan cinsinin, bi başka yaşam türüyle karşılaşmasıdır. Eski görücüler bu durum, suyun akışkanlığının ilk katından bi yaratıkla insanın buluşması derler.”
Eski görücülerin, altımızdaki yedi katı, suyun akışkanlığının katmanları saydıklarını açıkladı. Onlar için bir kaynağın, söylenemez önemi varmış çünkü bu durumda suyun akışkanlığının tersine döndürüldüğünü ve derinden yüzeye gittiğini düşünüyorlarmış. Bunu, diğer yaşam türlerinin başka düzlemlerden bize bakıp, bizi incelemeye gelmeleri için bi araç olarak kabul ediyorlarmış.
“Bu bakımdan eski görücüler yanılmıyordu,” diye devam etti. “Tam on ikiden vurmuşlardı. Yeni görücülerin dost dediği varlıklar su kuyuları etrafında görülürler.”
“Aynadaki yaratık bir dost muydu?” diye sordum.
“Tabii ki. Ama kullanılabilecek bi tane değil. Geçmişte sana tanıttığım dost geleneği doğrudan eski görücülerden gelir. Dostlarla mucizevî işler yaptılar ama kendileri gibi insan olan gerçek düşmanları geldiğinde yaptıklarının hiçbi değeri kalmadı.”
“O yaratıklar dost olduğuna göre, çok tehlikelidirler,” dedim.
“Biz insanlar kadar tehlikeliler, ne daha çok ne de az.”
“Bizi öldürebilirler mi?”
“Doğrudan öldüremezler ama kesinlikle korkudan ölmemize sebep olabilirler. Sınırları kendi kendilerine geçebilirler ya da sadece pencereye gelirler. Şu ana kadar anlamış olabileceğin gibi, eski Toltecler de pencerede durmadılar. Ötesine geçmek için tuhaf yollar buldular.”
Tekniğin ikinci uygulaması, benim rahatlayıp iç karmaşamı durdurmamın iki kat daha uzun sürmesi dışında, tamamıyla ilki gibi geçti. Bu olduğunda, don Juan ve benim yüzlerimizin yansıması anında durulaştı. Onunkinden benimkine belki bir saat boyunca baktım. Dostun her an görünmesini bekledim ama hiçbir şey olmadı. Boynum ağrıyordu. Sırtım tutulmuş, bacaklarım hissizleşmişti. Kayanın üstüne diz çöküp sırtımın ağrısını biraz geçirmek istiyordum. Don Juan, dost belirdiği anda rahatsızlığımın kaybolacağını fısıldadı.
Tamamıyla haklıydı. Aynanın köşesinde yuvarlak bir şeklin görünmesine tanık olmanın şoku, tüm rahatsızlığımı dağıttı.
“Şimdi ne yapıyoruz?” diye fısıldadım.
“Rahatla ve bakışını herhangi bi şeye bi an bile olsa odaklama,” diye cevapladı. “Aynada görünen her şeyi izle. Gözlerini dikmeden dikkatlice bak.”
Söylediklerini yerine getirdim. Aynanın içinde kalan her şeye kısa bir bakış attım. Kulağımda garip bir vızıldama vardı. Don Juan alışılmadık bir kuvvet tarafından sarıldığımı hissedersem, bakışlarımı saat yönünde yuvarlamamı fısıldadı; fakat hiçbir şartla kafamı kaldırıp ona bakmamamı üstüne basarak söyledi.
Bir an sonra aynanın bizim suratlarımız ve yuvarlak şekilden fazlasını yansıttığını fark ettim. Yüzeyi kararmıştı. Yoğun mor bir ışığın lekeleri görünüyordu. Gittikçe büyüdüler. Simsiyah lekeler de vardı. Sonra, gördüğüm şey ay ışığında bir gece bulutlu gökyüzünün yamyassı bir resmi gibi bir şeye dönüştü. Birdenbire, tüm yüzey sanki hareket eden bir resimmiş gibi odağa yaklaştı. Yeni görüntü, derinliklerin üç boyutlu nefes kesen bir görüntüsüydü.
Benim için bu görüntünün görkemli çekiciliğiyle savaşmanın kesinlikle olanaksız olduğunu biliyordum. Beni içine çekmeye başladı.
Don Juan, kuvvetle, canımı kurtarmak uğruna gözlerimi yuvarlamamı fısıldadı. Hareket anında rahatlama yarattı. Yeniden bizim ve dostun yansımalarını ayırt edebiliyordum. Sonra dost kayboluverdi ve aynanın diğer yanında tekrar göründü.
Don Juan tüm gücümle aynaya asılmamı emretti. Sakin olmam ve ani bir harekette bulunmamam için uyardı.
“Ne olacak?” diye fısıldadım.
“Dost, çıkıp gelmeye çalışacak,” diye yanıtladı.
Bunu söyler söylemez güçlü bir çekiş hissettim. Bir şey kollarımı birdenbire çekti. Çekiş aynanın altındandı. Çerçevenin her noktasına eşit baskı yaratan bir emiş gücü gibiydi.
“Aynayı sıkıca tut ama sakın kırma,” diye emretti don Juan. “Emmeye karşı koy. Dostun aynayı çok derine batırmasına izin verme.”
Üzerimizdeki aşağı çeken kuvvet muazzamdı. Parmaklarımın kırılacağını veya dipteki taşlardan paramparça olacağını hissediyordum. Bir noktada, don Juan ve ben, dengemizi kaybettik ve yassı kayalardan akarsuyun içine indik. Su bayağı sığdı ama dostun aynanın çerçevesi çevresindeki çalkalaması sanki büyük bir ırmaktaymışız kadar korkunçtu. Su ayaklarımızın etrafında delice girdaplar yapıyordu ama aynadaki imgelere bir şey olmuyordu.
“Dikkat et!” diye bağırdı don Juan. “İşte geliyor!”
Çekme, alttan gelen bir itmeye dönüştü. Bir şey aynanın kenarını yakalıyordu; bizim tuttuğumuz çerçevenin dışından değil, camın içinden. Cam yüzeyi sanki açık bir pencereydi ve bir şey veya biri içinden tırmanıyordu.
Don Juan ve ben umutsuzca karşı koyuyorduk; ya aynayı yukarı çekildiğinde itiyor ya da aşağı doğru çekildiğinde yukarıya kaldırıyorduk. İki büklüm halde, orijinal yerimizden akıntı yönünde aşağıya doğru yavaşça hareket ediyorduk. Su daha derin ve dip kaygan taşlarla kaplıydı.
“Hadi aynayı sudan çıkartalım da onu sallayıp sıyıralım,” dedi don Juan sert bir sesle.
Gürültülü çalkalanma sürekli devam etti. Sanki koskoca bir balığı çıplak ellerimizle yakalamıştık ve çevrede çılgınca yüzüyordu.
Bana öyle geldi ki, ayna aslında bir kuluçkaydı. Garip bir şekil, gerçekten de yumurta gibi içinden çıkmaya çalışıyordu. Kuluçkanın kenarına muazzam bir ağırlıkla dayanıyordu ve don Juan Ta benim suratımızın yansımasını yerinden oynatacak kadar büyüktü. Artık bizi göremiyordum. Sadece kendini yukarı itmeye çalışan bir cismi ayırt edebiliyordum.
Ayna artık dipte yatmıyordu. Parmaklarım kayalara bastırılmıyordu. Ayna orta derinlikteydi, dostun ve bizim birbirine karşı koyan kuvvetlerimizle duruyordu. Don Juan, ellerini aynanın altına yayacağını ve hızla onları yakalayıp kollarımızı birleştirerek aynayı manivela gibi alttan kaldırmamızı söyledi. Bıraktığında, ayna yana doğru eğildi. Hızla ellerine uzandım ama altta hiçbir şey yoktu. Kararsızlığım biraz uzun sürdü ve ayna ellerimden uçtu.
“Yakala onu! Yakala onu!” diye bağırdı don Juan.
Aynayı tam kayalara düşecekken yakaladım. Sudan çıkardım, ama yeterince hızlı değildim. Su, yapışkan gibiydi. Ben aynayı dışarı çekerken ağır lastiğimsi bir cismin parçasını da çektim ki o da aynayı ellerimden geri suya çekti.
Don Juan, olağanüstü bir çeviklikle, aynayı yakaladı ve kolaylıkla kenarından çekip çıkardı.
Hayatımda hiç böyle bir melankoli krizine tutulmamıştım. Belirgin bir dayanağı olmayan bir hüzündü bu; aynada gördüğüm derinliklerin anısına bağlıyordum. İçimdeki duygu o derinlikler için arı bir hasret ile onların dondurucu yalnızlığının keskin korkusunun karışımıydı.
Don Juan, savaşçının yaşamında, ortada bir neden olmadan hüzünlenmenin gayet doğal olduğunu belirtti. Görücülere göre, bilinenin sınırlarının kırıldığı yerde parlak yumurta, bir enerji alanı olarak son varış noktasını, duyumsalmış. Kozanın dışındaki sonsuzluğa esaslı bir bakış, mevcudiyet keyfinin bozulması için yeterliymiş. Sonucundaki melankoli, bazen o kadar yoğun olurmuş ki ölüme neden olabilirmiş.
Melankoliden kurtulmanın en iyi yolunun onunla dalga geçmek olduğunu söyledi. Alaylı bir tonla, ilk dikkatimin, dostla temasımda bozulan düzeni onarmak için elinden geleni yaptığını izah etti. Mantık yoluyla onarılamadığından, ilk dikkatim tüm gücünü hüzne odaklayarak yapıyordu bunu.
Ona, yine de bunun melankolinin var olduğu gerçeğini değiştirmeyeceğini söyledim. Buna anlayış göstermek, keyifsiz ve kederli olmak, o derinlikleri anımsadığımdaki yalnızlık hissinin parçaları değildi.
“Sonunda bi şey içine işlemeye başlıyor,” dedi. “Haklısın. Sonsuzluktan daha yalnız bi şey yoktur. Ve bizim için insan olmaktan daha rahat bi şey yoktur. Bu da aslında başka bi çelişki -insan nasıl hem insanlık bağlarını koruyup hem de tamamıyla mutlulukla ve amaçlı olarak sonsuzluğun mutlak yalnızlığına atılabilir? Bu bilmeceyi çözdüğünde sonuncu yolculuğuna hazır olacaksın.”
O zaman, hüznümün sebebini kesinlikle anlayabildim. Bu unutup bir daha ayırdına varana kadar tekrar eden bir histi bende: aynada yansımış gördüğüm kendi-içindeki-şeyin enginliğine karşılık insanlığın cezalandırıcılığı.
“İnsanlar gerçekten bir hiç, don Juan,” dedim.
“Kesinlikle ne düşündüğünü biliyorum,” dedi. “Tabii, biz hiçiz, ama bu kesin bir meydan okuyuşun da temeli, biz hiçler sahiden sonsuzluğun yalnızlığıyla yüz yüze gelebiliriz.”
Konuyu bir anda kesip değiştirdi, ağzım gelecek sorumu söylemek üzereyken açık kalmıştı. Dostla dalaşımızı tartışmaya başladı. Her şeyden önce, dostla uğraşımız bir şaka değildi. Ölüm kalım meselesi değildi belki ama bir piknik de değildi.
“O tekniği seçtim,” diye sürdürdü, “çünkü velinimetim bana onu göstermişti. Ondan bana eski görücülerin tekniğinin bir örneğini vermesini istediğimde neredeyse gülmekten kasıkları çatlamıştı: ricam ona o kadar kendi deneyimini anımsatmış ki. Onun velinimeti, nagual Elias da ona tekniğin sert bi uygulamasını yapmıştı.”
Don Juan, kendisi aynanın çerçevesini tahtadan yaptığı için benden de aynı şeyi istemesi gerektiğini ama velinimetininki de öyle olduğundan çerçeve daha dayanıklı olursa ne olacağını merak ettiğini söyledi. Her ikisinin de çerçeveleri kırılmıştı ve ikisinde de dost çıkıp gelmişti.
Kendi dalaşı sırasında dost çerçeveyi parçalamıştı. O ve velinimeti, ayna suya batıp dost içinden çıkarken, tahtanın iki parçasının kenarından tutup kalakalmışlardı.
Velinimeti onları ne tür bir belanın beklediğini biliyormuş. Aynadaki yansımalarında dostlar esasında korkutucu değillermiş çünkü onlar sadece bir şekil, bir tür kütle olarak görülürlermiş. Ama dışarı çıktıklarında, sahiden korkunç görünmelerinin yanı sıra başa fena bela olurlarmış. Dostlar bir kere kendi katlarından çıktı mı geri dönmeleri de çok zormuş. Bunun aynısı, insan için de geçerliymiş. Görücüler, o yaratıkların katma girmeye cüret ettikleri takdirde, büyük olasılıkla onlardan bir daha hiç haber alınmazmış.
“Benim aynam, dostun kuvvetiyle paramparça olmuştu,” dedi. “Artık pencere yoktu, dost geri dönemezdi, böylece benim arkamdan geldi. Gerçekten yuvarlanarak arkamdan kovaladı beni. Elim ayağıma dolaşmış, son hız kaçıp korkuyla bağırıyordum. Cin çarpmış gibi aşağı yukarı koşuşturuyordum. Tüm bu zaman boyunca dost bi metre bile uzağımda değildi.”
Don Juan, velinimetinin onun arkasından koştuğunu söyledi, ama çok yaşlı olduğundan yeterince hızlı hareket edemiyormuş; yine de don Juan’a geriye dönüş yapmasını söylemeyi akıl etmiş de, o da bu şekilde dosttan kurtulmak için önlem alabilmiş. Bağırarak, bir ateş yakacağını ve her şey hazır olana kadar don Juan’ın daireler çizerek koşmasını söylemiş. Don Juan korkudan delirmiş halde bir tepe etrafında koşarken kuru dallar toplamaya gitmiş.
Don Juan döne döne koşarken, velinimetinin bütün bunlardan hoşlandığı düşüncesinin aklına geldiğini itiraf etti. Velinimetinin, akla gelebilecek her durumdan tad alabilecek bir savaşçı olduğunu biliyormuş. Bundan neden almaşınmış ki? Bir an için velinimetine o denli kızmış ki dost onu kovalamayı bırakmış ve don Juan kesin bir dille velinimetini kötü niyetlilikle suçlamış. Velinimeti cevap vermemiş ama don Juan’ın arkasından ikisinin üzerine karaltısı çöken dosta bakıp hakiki bir dehşet ifadesi takınmış. Don Juan bütün kızgınlığını unutup tekrar dönerek koşmaya başlamış.
“Velinimetim, sahiden şeytani bi ihtiyar adamdı,” dedi don Juan gülerek.” O içinden gülmesini öğrenmişti. Suratından hiç belli olmazdı, ağlıyormuş gibi ya da öfkeden çıldırmış gibi davranabilirdi ama aslında gülerdi. O gün, dost beni döne döne kovalarken, velinimetim orada durup kendini suçlamalarıma karşı savundu. Uzun konuşmasının kısa parçalarını önünden her koşarak geçişimde duyuyordum. Bu bittiğinde başka bi uzun konuşmanın parçalarını duydum; bi sürü odun toplaması gerektiğini, dostun büyük olduğunu, ateşin dost kadar büyük olması gerektiğini, bu manevranın işe yaramayabileceğim söylüyordu.
“Sadece çıldırtan korkum devam ettirdi beni. Sonunda, yorgunluktan ölmek üzere olduğumun ayırdına vardı; ateşi yaktı ve alevlerle beni dosttan korudu.”
Don Juan ateşin yanında tüm gece kaldıklarını söyledi. En kötü zamanı velinimeti biraz daha kuru dal aramak için uzaklaşıp onu yalnız bıraktığında geçirmiş. O kadar korkmuş ki Tanrı’ya bilgi yolunu bırakıp bir çiftçi olacağı sözünü vermiş.
“Sabah, tüm erkemi tükettikten sonra dost beni ateşe sürmeyi başardı ve bayağı kötü yandım,” diye ekledi don Juan.
“Dosta ne oldu?” diye sordum.
“Velinimetim, ona ne olduğundan bana hiç söz etmedi,” diye yanıtladı. “Ama hala amaçsızca ortalarda dolanıp geriye dönmek için bi yol aradığı hissi içindeyim.”
“Tanrı’ya verdiğin söze ne oldu?”
“Velinimetim, üzülmememi iyi bi söz verdiğimi ama henüz böyle bi sözü duyacak kimse olmadığını, çünkü Tanrı’nın var olmadığını, söyledi. Olan her şey Kartal’ın yayılımlarıydı ve onlara söz vermeye olanak yoktu.”
“Dost seni yakalasaydı ne olabilirdi?” diye sordum.
“Korkudan ölebilirdim,” dedi. “Yakalanmanın neye sebep olacağını bilseydim beni yakalamasına izin verirdim. O zamanlar pervasız bi adamdım. Bi dost seni yakaladığında ya kalp krizi geçirip ölür ya da onunla güreşirsin. Sahte bi vahşilikle bi anlık dalaştan sonra dostun erkesi zayıflar. Dostun bize yapabileceği hiçbi şey yoktur veya tam tersi. Bi boşlukla ayrılırız.”
“Eski görücüler, dostun erkesinin yavaş yavaş azalmaya başladığı anda erkini insana teslim ettiğine inanırlardı. Erk, inanamıyorum! Eski görücülerin dostları, her yanlarından fışkırıyordu ve dostlarının erkinin hiçbi anlamı yoktu.”
Don Juan, bir kere daha bu karışıklığı düzeltmenin yeni görücülere düştüğünü açıkladı. Onlar, tek aslolan şeyin kusursuzluk olduğunu bulgulamışlar, yani bağımsızlaşmış erke. Eski görücüler arasında gerçekten de bazıları dostları tarafından kurtarılmışlar ama bu dostun erkinin korumasıyla değil; daha çok, o insanların kusursuzluklarının, diğer yaşam türlerinin erkesini kullanmasına olanak tanımasındanmış.
Yeni görücüler, aynı zamanda, dostlar hakkındaki en önemli şeyi bulgulamışlar: onları insanlara neyin yararsız veya yararlı yaptığını. Yararsız dostlar ki bunlardan sayılamayacak kadar varmış, içinde bizim içimizdekilere eş yayılımları bulunmayanlarmış. Bizden farklılıkları nedeniyle tamamıyla kullanılamazlarmış. Diğer dostlar ki sayıları oldukça azmış, bize yakınlarmış, yani arada bizimkilere denk düşen bazı yayılımlara sahiplermiş.
“Bu tür, insan tarafından nasıl kullanılıyor?” diye sordum.
“ ‘Kullanmak’ yerine başka bi kelime bulmalıyız.” Diye cevapladı. “Görücülerle bu tür dostlar arasında olanlar, adil bi erke değiş-tokuşudur bence.”
“Bu değiş-tokuş nasıl olur?” diye sordum.
“Birbirine eş yayılımlar sayesinde,” dedi. “Bu yayılımlar, tabii ki insanın sol yan farkındalığındadır; sıradan insanın hiç kullanmadığı yanda. Bu nedenle, dostlar sağ yan farkındalığının ya da mantığın tamamıyla dışında bırakılmıştır.”
Birbirine eş yayılımların ikisine de ortak bir alan verdiğini söyledi. Sonra, alışkanlıkla, daha derin bir bağ kuruluyormuş ki bu iki yaşam türünün de çıkarına oluyormuş. Görücüler, dostun dünyevi olmayan aydınlık ve hassasiyetinin peşindeymiş; onlardan şahane gözcü ve koruyucu olurmuş. Dostlar, insanın daha büyük olan erke alanının peşindeymiş ve hatta onunla kendilerini maddeleştirebilirlermiş bile.
Beni, deneyimli görücülerin bu eş yayılımlarla hepsini odaklayana kadar oynadıkları konusunda temin etti; değiş-tokuş o zaman oluyordu. Eski görücüler bu işlemi anlamamışlar ve benim de aynada gördüğüm derinlere inmek için karmaşık bakma teknikleri geliştirmişler.
“Eski görücülerin, aşağı inmelerine yardımcı olan detaylı bi aletleri vardı,” diye sürdürdü. “Belleri etrafına bağladıkları özel sicimli bi ipti bu. Tıpa gibi göbeğe yerleştirilen yumuşak reçineye batırılmış bi ucu vardı. Görücülerin bi ya da bikaç yardımcısı olurdu; onlar dikkatli bakıp kaybolduklarında, ipinden tutarlardı. Tabii ki derin, duru bi gölet veya göldeki yansımaya dosdoğru bakmak bizim aynayla yaptığımızla karşılaştırılamayacak kadar hayrete düşürücü ve tehlikelidir.”
“Ama sahiden bedenleriyle mi dibe indiler?” diye sordum.
“İnsanların, özellikle farkındalıklarını denetlerlerse, neler yapabileceklerine şaşarsın,” diye yanıtladı. “Eski görücüler hatalıydı. Derinlere yaptıkları gezintilerde mucizevi şeyler buldular. Dostlarla karşılaşmak onlar için rutindi.”
“Tabii şimdiye kadar, derinler dememin lafın gelişi olduğunu ayırt etmişsindir. Derinler yoktur sadece farkındalığın idare edilmesi vardır. Maalesef eski görücüler bunun ayırtına hiç varamadılar.”
Don Juan’a dostla ilgili kişisel deneyimim ve dostun sudaki çalkalama gücünden kaynaklanan göreceli intibaına dayanarak dostları çok saldırgan bulduğumu söyledim.
“Pek değil,” dedi. “Saldırgan olacak yeterli erkeleri olmadığından değil ama daha çok farklı türde erkeleri olmasından. Onlar daha çok elektrik akımı gibiler. Organik varlıklarsa daha çok ısı dalgaları gibidir.”
“Ama neden seni o kadar zaman kovaladı?” diye sordum.
“Bu sır değil ki,” dedi. “Onlar duyguların çekiciliğine kapılıyor. Hayvansal korku onları en çok cezbeden şey; onlara uyan erke türünü açığa çıkarıyor. İçlerindeki yayılımlar hayvansal korkuyla canlanıp toparlanıyor. Benim korkumun amansızlığından dolayı dost arkamdan geldi veya daha doğrusu korkum dostu yakaladı ve bırakmadı.”
Dostların, her şeyden fazla hayvansal korkudan hoşlandıklarını eski görücüler bulmuşlar. Hatta aşırıya giderek insanları amaçlı olarak öldüresiye korkutarak dostlarına yem yapmışlar. Eski görücüler, dostların insani hisleri olduğuna eminmiş ama yeni görücüler bunu başka türlü görmüşler. Onlar, dostların duygularla açığa çıkan erkenin çekiciliğine kapıldığını görmüşler; sevginin etkisi nefret ve kedere eşitmiş.
Don Juan, o dost için sevgi hissetse de, dostun yine peşinden geleceğini ama kovalamacanın tarzının farklı olacağını ekledi. Ona, eğer korkusunu denetleseydi dostun onu kovalayıp kovalamayacağını sordum. Korkuyu denetlemenin, eski görücülerin bir hilesi olduğunu söyleyerek cevapladı sorumu. Onu parçalara bölüp denetleyecek kadar biliyorlarmış. Dostlarını önce korkularıyla bağlıyor, sonra da korkularını azar azar yem gibi dağıtarak onları kendilerine esir olarak tutuyorlarmış.
“Eski görücüler, korkunç insanlarmış,” diye devam etti don Juan. “Geçmiş zaman kullanmamam gerekir -bugün hâlâ korkunçlar. Girişimleri herkesi ve her şeyi idare altına alıp hükmetmek.”
“Bugün hâlâ mı, don Juan?” diye sordum, daha fazla açıklamasını umarak.
Gerçekten ölçülemeyecek derecede korkma olanağını kaçırdığımı söyleyerek konuyu değiştirdi. Aynanın çerçevesini katranla sıvama şeklimin suyun camın arkasına akmasını kesinlikle engellediğini söyledi. Bunu, aynayı dostun parçalamasından koruyan sebep sayıyordu.
“Ne fena,” dedi. “Bu dostu sevebilirdin. Bu arada, bi önceki gün gelen değildi bu. İkincisi mükemmel derecede yakındı sana.”
“Senin de bazı dostların yok mu, don Juan?” diye sordum.
“Bildiğin gibi, ben velinimetimin dostlarına sahibim,” dedi. “Onlar için velinimetimin hissettikleriyle aynı şeyi duyduğumu söyleyemem. Sakin, ama tamamıyla ihtiraslı bi adamdı, erkesi dahil sahip olduğu her şeyi savurganlıkla dağıtırdı. Dostlarına bayılırdı. Onun için dostlarının erkesini kullanmalarına izin verip, kendilerini maddeleştirmeleri işten sayılmazdı. Tuhaf bi insan şekli alan bi tanesi bile vardı.”
Don Juan, dostlara karşı taraf tutmadığını söyleyerek devam etti. Velinimetinin göğsündeki yara iyileşmeden ona yaptığı gibi onların gerçek tadını bana daha gösterememiş. Bütün bunlar velinimetinin garip bir adam olduğu düşüncesiyle başlamış. Don Juan, ufak bir tiranın kucağından daha yeni kaçmışken, yeni bir tanesinin tuzağına düştüğünden şüpheleniyormuş. Niyeti birkaç günde toparlanmayı bekleyip sonra da yaşlı adam evde yokken kaçmakmış. Ama yaşlı adam düşüncelerini okumuş gibi bir gün gizli bir tonda don Juan’a en kısa zamanda iyileşmesini ve ikisinin, bu zulüm ve ceza çektirenden kaçmalarını fısıldamış. Sonra, korku ve güçsüzlükle titreyip kapıyı savurup açmış yaşlı adam ve canavarımsı balık suratlı bir adam sanki kapı arkasından onları dinlermiş gibi hemen içeri girmiş. Gelen grimsi-yeşil renkteymiş, koca bir kırpılmayan gözü varmış ve kapı kadarmış. Don Juan o kadar şaşırıp korkmuş ki bayılmış ve bu korkunun büyüsünden çıkması seneler sürmüş.
“Dostların sana yararlı mı, don Juan?” diye sordum.
“Bu karar vermesi zor bi şey,” dedi. “Bazı yönlerden velinimetimin verdiği dostları seviyorum. Kavranamaz bi sevgi verme yetisindeler. Ama benim için anlaşılmazlar. Kartal’ın yayılımları olan enginliklerde, olur da bi gün yalnız kalırsam, arkadaşlık edebilmeleri için verildiler bana.”