1

Konu: 2. Bir Başka Gerçeklik’ten Alıntılar

••Bir savaşçı, kendisinin sadece bir insan olduğunu bilir. Tek derdi, yaşamının istediği her şeyi elde edebileceği kadar uzun olmamasıdır. Ama bu çok da önemli bir şey değildir onun için, sıradan bir derttir yalnızca.

••Kendine önem vermek kişiyi ağır, hantal ve mağrur yapar. Savaşçı olmak için hafif ve akışkan olmak gerekli.

••Enerji alanları olarak görüldüklerinde insanoğulları, ışık telcikleri gibi, beyaz örümcek ağları gibi, tepeden tırnağa dolanan çok ince iplikler olarak görünürler. Bu yüzden, bir görücünün gözüne bir insan, dolanmış lifçiklerden oluşan bir yumurta gi bi görünür. Ve kolları ile bacakları, her yöne doğru fışkıran ışıltılı kılları andırır.

••Görücü, insanın her şeyle temas halinde olduğunu görür. insan bunu elleriyle değil, karın bölgesinin merkezinden her yöne doğru fışkıran uzun bir telcikler demeti ile yapmaktadır. Bu telcikler insanı çevresine bağlar, onu dengede tutar, sağlam durmasını sağlar.

••Bir savaşçı görmeyi öğrendiği zaman, bir insanın ışıltılı bir yumurta olduğunu görür, dilenci de olsa, kral da, ve bunu değiştirmenin yolu yoktur; daha doğrusu o ışıltılı yumurtada ne değiştirilebilir ki? Ne?

••Bir savaşçı asla korkusu yüzünden kaygılanmaz. Onun yerine, enerji akışını görme mucizesine kafa yorar! Gerisi boştur, önemsiz kıvır zıvır.

••Sadece bir kaçık bilgelik işini kendiliğinden üstlenir. Aklı başında bir insanın bunun için kandırılması gerekir. Bu işi üstlenmeye hevesli sürüyle insan bulunur, ama onlar sayılmaz. Onlar çoğunlukla çatlaktır. Baskı altında kaldı mı, dışından iyi görünüp, içini suyla doldurduğun anda sızdırmaya başlayan su kabakları gibidirler.

••Bir insan görme ile ilgilenmiyorsa, dünyaya her bakışında ona her şey birbirinin aynı görünür. Öte yandan görmeyi öğrendiğinde, gördüğü şey her görüşünde aynı değildir artık, aslında aynı olsa da. Bir görücünün gözüne, bir insan bir yumurta gibi görünür. Aynı insanı her gördüğünde ışıltılı bir yumurta görür, ancak gördüğü şey, aynı ışıltılı yumurta değildir.

••Eski çağ Meksikası şamanları, üzerlerinde etkisi bulunan açıklanamaz güçlere dostlar adını verdiler. Böyle adlandırmalarının nedeni, onları diledikleri gibi kullanabileceklerini düşünmeleriydi, ve bu hevesleri nerdeyse öldürücü sonuçlar doğurmuştu onlar için, çünkü dost dedikleri şey, evrende bedensiz olarak var olan bir tür yaratıktır. Çağdaş şamanlar onları organik olmayan varlıklar diye adlandırırlar.

••Dostların işlevi nedir diye sormak, biz insanların dünyada ne aradığımızı sormaya benzer. Burdayız işte, hepsi bu. Ve dostlar da bizim gibi burda, ve belki onlar bizden önce de buradaydılar.

••En etkin yaşam biçimi, bir savaşçı gibi yaşamaktır. Bir savaşçı bu karara varmadan önce kaygılanıp tereddüt edebilir, ama bir kez kararını verdikten sonra, kaygılar ve tereddütlerden arınmış olarak yolunda ilerler; önünde daha alınacak milyonlarca karar vardır. Savaşçının yolu böyledir.

••Bir savaşçı işler berraklığını yitirdiğinde ölümünü düşünür. Ruhumuzu kıvama getiren tek şey, ölüm düşüncesidir.

••Ölüm her yerdedir. Arkada, uzaklarda bir tepenin üstündeki bir arabanın ışıkları olabilir. Bir an görünür, sonra sanki karanlığın içine dalarak yitip gider, ancak bir başka tepede tekrar belirir, ardından gene kaybolur. Onlar ölümün başındaki ışıklardır. Ölüm onları bir şapka gibi başına geçirir, ve aramızdaki mesafeyi gittikçe kapatarak, doludizgin arkamızdan yetişir. Bazen ışıklarını söndürür. Ama ölüm hiç durmaz.

••Bir savaşçının ilk bileceği şey, edimlerinin yararsız olduğudur, ancak gene de bundan habersizmiş gibi ilerlemesi gerekir. Bu, bir şamanın denetimli divaneliğidir.

••İnsanın gözleri iki işlevi gerçekleştirebilir: biri, enerjiyi bir bütün olarak evrendeki akışı içinde görmek, ve öbürü de “bu dünyadaki nesnelere bakmak”tır. Bu iki işlevin hiçbiri ötekinden daha üstün değildir; ancak gözleri yalnızca bakmak üzere eğitmek, utanç verici ve istenmeyen bir kayıptır.

••Bir savaşçı edimde bulunarak yaşar; edimde bulunmaya, ya da edimi sona erdiğinde ne düşüneceğine kafa yorarak değil.

••Bir savaşçı yürek taşıyan bir yol seçer; yürek taşıyan herhangi bir yol, ve onu izler, ve o zaman sevinç duyar ve güler. Bilir, çünkü yaşamının çok yakında sona ereceğini görür. Hiçbir şeyin bir başka şeyden daha önemli olmadığını görür.

••Bir savaşçının onuru, itibarı, ailesi, adı, ülkesi olmaz; sadece yaşanacak ömrü vardır onun, ve bu koşullar altında yoldaşları ile tek bağı, denetimli divaneliğidir.

••Hiçbir şey bir başka şeyden daha önemli olmadığı için, bir savaşçı herhangi bir edimi seçer ve onu kendisi için önemliymiş gibi gerçekleştirir. Denetimli divaneliği, yaptığının önemi olduğunu söylemesini ve buna göre edimde bulunmasını sağlar, ancak o aslında böyle olmadığının bilincindedir, bu yüzden edimlerini bitirdiğinde sessizlik içinde geriye çekilir, ve ediminin iyi ya da kötü, başarılı ya da başarısız olmasını tasa etmez.

••Bir savaşçı, tümüyle kayıtsız kalıp hiçbir edimde bulunmamayı, ve tek tasası kayıtsız olmakmış gibi davranmayı seçebilir; bunda da tamamıyla haklı olacaktır; çünkü bu da onun denetimli divaneliğini oluşturacaktır.

••Bir savaşçının yaşamında boşluk olmaz. Her şey ağzına kadar doludur. Her şey ağzına kadar dolu, ve her şey eşittir.

••Sıradan bir kişi, insanları sevmek ve onlar tarafından sevilmek ile çok fazla ilgilidir. Bir savaşçı ise sever, hepsi bu. Neyi ve kimi isterse onu sever, sadece sevmiş olmak için.

••Bir savaşçı edimlerinin sorumluluğunu taşır, en önemsizinin bile. Sıradan bir insan düşüncelerini edimleri ile açığa vurur, ve yaptıklarının sorumluluğunu asla taşımaz.

••Sıradan insan ya zafer kazanır, ya da bozguna uğrar; ve buna  bağlı olarak, ya zalim, ya da mazlum olur. Kişi görmediği sürece, hüküm süren bu iki durumdur. Görme, zafer, bozgun, ya da acı çekme yanılsamasını yok eder.

••Bir savaşçı beklemekte olduğunu ve ne için beklediğini bilir, ve beklerken hiçbir şey istemez, bu yüzden elde ettiği en küçük şey bile alabileceğinden fazladır. Yemesi gerekirse bir yolunu bulur, çünkü aç değildir; bir şey bedenini incitirse onu durdurmanın bir yolunu bulur, çünkü acı içinde değildir. Aç olmak ve acı çekmek, insanın bir savaşçı olmadığını gösterir, ve de açlığının ve acısının gücünün, onu yok edeceğini.

••Kendini yadsıma bir düşkünlüktür. Yadsıma düşkünlüğü gerçekten de en kötüsüdür; bizi önemli şeyler yaptığımıza inanmaya zorlar; oysa, aslında kendi içimizde sıkışıp kalmışızdır.

••Niyet, bir düşünce, bir nesne, ya da bir dilek değildir. Niyet, düşünceleri bir insana yenildiğini söylediğinde bile onu başarılı kılan şeydir. Savaşçının düşkünlüklerine karşın işlevini sürdürür. Niyet onu incitilemez kılan şeydir. Niyet, bir şamanı duvardan, uzaydan, sonsuzluktan geçiren şeydir.

••Bir insan savaşçının yolunu tuttuğunda ağır ağır farkına varır ki, artık sıradan yaşam ebediyen geride kalmıştır. Sıradan bir dünyanın araçları artık onun için bir tampon olmaktan çıkmıştır; ve eğer hayatta kalmak istiyorsa yeni bir yaşam biçimine alışmak zorundadır.

••Erk oluşturan her bilgi kırıntısının merkezindeki güç ölümdür. Ölüm, nihai dokunuşu sağlar, ve ölümün dokunduğu her şey, gerçekten erk haline gelir.

••Bir savaşçıya, kendini herhangi bir şeye bırakma yetisini verebilecek yansızlığı sadece ölüm düşüncesi sağlar. Savaşçı, ölümünün izini sürdüğünü, ve kendisine bir şeye yapışacak kadar zaman tanımayacağını bilir, ve hasretini çekmeksizin her bir şeyi dener.

••Biz insanız; kaderimiz öğrenmek, ve inanılması zor yeni dünyaların içine savrulmaktır. Enerjiyi gören bir savaşçı, görebileceğimiz yeni dünyaların bir sonu olmadığını bilir.

••“Ölüm fırıl fırıl bi dönüş; ufukta ışıl ışıl bi bulut; ölüm seninle konuşan ben; ölüm sen ve senin not defterin; ölüm hiçbi şey. Hiçbi şey! Burada, oysa hiç de burada değil.”

••Bir savaşçının ruhu düşkünlük göstermeye ve yakınmaya uygun değildir, kazanmaya ya da kaybetmeye uygun olmadığı gibi. Bir savaşçının ruhu yalnızca mücadele etmeye elverişlidir; ve her mücadelesi, bir savaşçının yeryüzündeki son savaşıdır. Bu yüzden, sonucu onun için çok az önem taşır. Yeryüzündeki son savaşında, savaşçı, ruhunu özgür ve berrakçasına akmaya bırakır. Savaşını sürdürürken, niyetinin kusursuz olduğunu bildiği için, savaşçı hep güler, güler.

••Dünyamız hakkında hiç durmadan kendi kendimize konuşuruz. Aslında dünyamızı içsel söyleşimizle sürdürürüz. Ve kendi kendimize, kendimiz ve dünyamız hakkında konuşmayı kestiğimiz an, dünya hep olması gerektiği gibidir. Onu biz yenileriz, yaşam ile yeniden tutuşturup içsel söyleşimizle tekrar ayağa kaldırırız. Sadece bu da değil, üstelik kendi kendimize konuştukça izleyeceğimiz yolları da seçeriz. Böylece öldüğümüz güne dek aynı seçimleri tekrar tekrar yaparız, çünkü öldüğümüz güne dek aynı içsel söyleşiyi sürdürüp dururuz. Bir savaşçı bunun farkındadır, ve içsel söyleşisini durdurmak için uğraşır.

••Dünya, burada çevrili her şeydir: yaşam, ölüm, insanlar, ve bizi çevreleyen başka her şey. Dünya aklın alamayacağı bir şeydir. Onu asla anlayamayacağız; sırlarını asla çözemeyeceğiz. Onun için dünyayı olduğu gibi ele almamız gekerir: salt bir bilinmeyen.

••İnsanların yaptıkları şeyler hiçbir koşul altında dünyanın kendisinden daha önemli olamaz. Ve bu yüzden bir savaşçı dünyaya sonsuz bir bilinmeyen diye, insanların yaptıklarına ise sonu gelmez bir divanelik diye bakar.

Cvp: 2. Bir Başka Gerçeklik’ten Alıntılar

Açımlama

Bir Başka Gerçeklik'’ten yapılan alıntılarda, eski çağ Meksikası şamanlarının tüm niyetli uğraşlarındaki ruhsal durumları dikkate değer bir açıklıkla belirmeye başlıyor. O eski şamanlardan söz ederken don Juan’ın kendisinin de işaret ettiği gibi, onların dünyalarında çağdaş uygulamacıların müthiş ilgisini çeken özellik, bu şamanların niyet adını verdikleri evrensel güçle ilgili geliştirdikleri jilet-keskinliğindeki farkındalıklarıydı. Böylesi bir güçle bu adamların kurdukları bağlantı öyle düzenli ve kusursuzdu ki, dediklerine göre her şeyi sonuna kadar denetleyebiliyorlardı. Don Juan, o şamanların bu kadar yoğun bir keskinlikte geliştirilmiş niyetinin, çağdaş uygulamacıların sahip olduğu tek destek olduğunu söylüyordu. Daha dünyevi terimler kullanarak diyordu ki, günümüz uygulamacıları kendilerine karşı dürüst olsalar, böyle bir niyetin şemsiyesi altında yaşamak için her türlü bedeli öderlerdi.

Don Juan’a bakılırsa, antik çağ şamanlarının dünyasına karşı en ufak bir ilgi duyan herkes, anında onların jilet-keskinliğindeki niyetlerinin halkası içine çekiliyordu. Onların niyeti, hiçbirimizin karşı koymayı başaramayacağı kadar ölçüsüz boyutlarda bir şeydi, don Juan’a göre. Zaten, diye mantık yürütüyordu, böyle bir niyetten kurtulmaya savaşmak için bir gerek de yoktu, zira önemi olan tek şeydi bu; o şamanların dünyasının, yani günümüz uygulamacılarının hayatta her şeyden fazla peşinde oldukları dünyanın özüydü.

Bir Başka Gerçeklik'ten yapılmış alıntıların havası, benim bilerek düzenlediğim bir şey değil. Bu, benim hedeflerimden ve dileklerimden bağımsız biçimde yüzeye çıkan bir hava, bir ruhsal durum. Hatta aklımdakinin tam karşıtı olduğunu söyleyebilirim. Kitabın metninde saklı bulunan ve ansızın harekete geçen bir zamanın çarkı sarmalıydı bu, ve ani bir gerginlik yaratmış, bu gerginlik bana çabalarımın almış olduğu yönü göstermişti.

Bu çalışmaya ilişkin duygularım konusunda dürüst olmam gerekirse, Bir Başka Gerçeklik'i kaleme aldığım sıralarda, antropolojik bir alan çalışması sandığım işi yapmaktan mutluydum, ve duygularımla düşüncelerim antik çağ şamanlarının dünyasına alabildiğine uzaktı. Don Juan’ın fikriyse başkaydı. Kurt bir savaşçı olarak biliyordu ki, o şamanların yarattıkları niyetin çekim alanından kendimi kurtarmama imkân yoktu. İnansam da, inanmasam da; istesem de, istemesem de; içine gömülmeye çoktan başlamıştım bile.

Olayların aldığı bu biçim, bilinçaltımda bir kaygı yarattı. Tanımlayabildiğim, ya da kavrayabildiğim türden bir kaygı de ğildi bu; hatta bunun farkında bile değildim. Bilinçli olarak üzerinde kafa yormasam da, bir açımlama arayışına girmesem de, hareketlerime sinmişti. Ölesiye korkuyordum, neden korktuğumu bilmesem de, geçmişe baktığımda tek söyleyebileceğim bu.

Bu korku duygusunu birçok kez çözümlemeye uğraştım, ama hemen yorulup usanıyordum. Bu sorgulama temelsiz, gereksiz bir şeymiş gibi gelmeye başlıyordu hemen, ve vazgeçiyordum. Durumumu don Juan’a açtım. Öğüdünü, yardımını istedim.

“Sadece korkuyorsun,” dedi. “Hepsi bundan ibaret. Korkun için esrarengiz nedenler aramayı bırak. Esrarengiz neden tam önünde duruyor, erişebileceğin yakınlıkta. Eski çağ Meksikası şamanlarının niyeti bu. Onların dünyasıyla uğraşıyorsun, ve o dünya arada sırada sana yüzünü gösteriyor. Bu görüntüyü anlayamıyorsun, elbette. Ben de anlayamıyordum, kendi günlerimde. Hiçbirimiz anlayamıyorduk.”

“Bilmece gibi konuşuyorsun, don Juan!”

“Evet, şimdilik öyle. Günün birinde anlayacaksın. Şu anda bunun hakkında konuşmak, ya da onu açımlamaya çalışmak budalaca olur. Sana göstermeye çalıştığım hiçbi şey bi anlam ifade etmez. İnanılması zor, beylik bi açımlama bile sana çok daha anlamlı gelir, şu anda.”

Kesinlikle haklıydı. Tüm korkularımı körükleyen, en beyliğinden bir fikirdi; o zamanlar da utanıyordum bundan, hâlâ da utanıyorum. Şeytan tarafından ele geçirildiğimden korkuyordum. Yaşamımın çok eski yıllarından beri bu türden bir korku saklıydı içimde. Açımlaması olmayan bir şey, doğallıkla, ancak şeytani bir şey olabilirdi; beni mahvetmeyi hedefleyen bir melanet olmalıydı bu.

Don Juan’ın eski çağ Meksikası şamanlarının dünyasına dair açımlamaları gittikçe daha yakıcı olmaya başladı, benim de kendimi korumam gerektiği hakkındaki duygum gittikçe şiddetlendi. Sözcüklere dökülebilecek bir duygu değildi bu. Benliğimi koruma ihtiyacından çok, biz insanoğullarının içinde yaşadığımız dünyanın gerçek ve yadsınamaz değerini koruma ihtiyacıydı. Varlığını kabul edebileceğim tek dünya benim dünyamdı, bana göre. O tehdide uğradığında, anında tepki veriyordum, ve bu tepki kendisini açımlamayı hiçbir zaman beceremeyeceğim bir korku biçiminde gösteriyordu; bu korku öyle bir şeydi ki, yoğunluğunu kavrayabilmesi için insanın bunu ancak kendisinin hissetmesi gerekir. Ölüm, ya da incinme korkusu değildi bu. Ölçüsüz derecede daha derin bir şeydi. Öylesine derindi ki, hiçbir şaman uygulamacı bunu kavramsallaştırmayı bile beceremezdi.

“Dolambaçlı yoldan gelip savaşçının önüne dikildin,” dedi, don Juan.

O sıralarda savaşçı kavramını sayısız kereler vurgulamıştı.

Savaşçının, elbette, salt bir kavramdan çok daha fazla bir şey olduğunu söylüyordu. Bu bir yaşam biçimiydi; ve bu yaşam biçimi korkunun önündeki tek engeldi, ve de bir uygulamacının eyleminin akışını özgürce sürdürebilmesi için kullanabileceği tek kanaldı. Savaşçı kavramı olmadan, bilgi yolundaki engellerin üstesinden gelebilmek olanaksızdı.

Don Juan savaşçıyı mükemmel dövüşçü diye tanımlıyordu. Antik çağ şamanlarmın niyeti tarafından yüreklendirilen, her insanın girebileceği bir ruhsal durumdu bu.

“O şamanların n i y e t i dedi don Juan, “öyle keskin, öyle erk doluydu ki, kapısını çalan her kim olursa olsun, içindeki savaşçı yapısını pekiştirirdi, kişinin bundan haberi bile olmasa da.”

Kısacası, eski çağ Meksikası şamanları için savaşçı, çevresindeki mücadeleye öylesine ayarlı, öylesine olağanüstü biçimde tetikte bir dövüş birimiydi ki, en saf haliyle, yaşamını sürdürmek için gereksiz şeylere ihtiyacı yoktu. Bir savaşçıyı ödüllendirmek, onu sözle ya da eylemle desteklemek, ya da onu yüreklendirmek ya da avutmak tümüyle gereksizdi. Bütün bunları savaşçının kendi yapısı zaten içeriyordu. Bu yapı eski çağ Meksikası şamanlarının niyeti tarafından belirlendiğine göre, onlar beklenebilecek her şeyi içermesini sağlıyorlardı zaten. Nihai sonuç, tek başına mücadele eden, yakınmadan, övülme gereksinimi duymadan, ilerleyebilmesi için ihtiyacı olan tüm itici gücü kendi suskun yargılarından alan bir dövüşçü idi.

Ben şahsen, savaşçı kavramını büyüleyici buluyor, ama aynı zamanda bunun hayatımda karşılaştığım en ürkütücü şey olduğunu düşünüyordum. Bana öyle geliyordu ki, bu kavramı benimsersem köleliğe boyun eğmiş gibi olacaktım, ve sanki bana itiraz etme, sorgulama, ya da yakınma zamanı ve fırsatı tanınmayacaktı. Yakınmak, benim yaşam boyu sürdürdüğüm huyumdu, ve dürüst olmak gerekirse, bundan vazgeçmemek için dişimle tırnağımla savaşmaya hazırdım. Yakınmanın, doğrularını, sevgilerini, nefretlerini açıkça ortaya koyma konusunda tereddütü olmayan, duygusal, yürekli, açıkyürekli bir insanın göstergesi olduğunu düşünüyordum. Eğer bütün bunlar dövüşen bir organizmaya dönüşecekse, göze alabileceğimden fazlasını yitirmeye dayanmam gerekiyordu.

Bunlar içsel düşüncelerimdi. Ancak bir savaşçının yön duygusuna, huzuruna ve verimliliğine de imreniyordum. Eski çağ Meksikası şamanlarının savaşçı kavramını kurarken kullandıkları en önemli araçlardan biri, ölümü bir yoldaş, edimlerimize bir tanık olarak ele alma fikriydi. Don Juan’ın dediğine göre bir kez bu önerme kabul edildi mi, en hafifinden de olsa, bir köprü oluşuyordu; bu köprü gündelik olaylara ilişkin dünyamız ile, önümüzde duran, ama adlandırılamayan; siste kaybolmuş ve mevcut değilmiş gibi duran, sözü bile edilemeyecek kadar korkunç ölçüde belirsiz olan, ancak gene de orada, yadsınamayacak şekilde var olan şey arasındaki boşluğun üzerinde kuruluydu.

Don Juan, yeryüzünde bu köprüyü geçme yetisi olan tek varlığın savaşçı olduğunu iddia ediyordu; suskun savaşının içindeki, yitireceği hiçbir şey olmadığı için yolundan alıkonamayacak, ve herşeyi kazanabileceği için işlevsel ve etkin olan savaşçı olduğunu.

Cvp: 2. Bir Başka Gerçeklik’ten Alıntılar

.