1

Konu: 4 - Günlük Yaşamın Derin Kaygıları

SONORA'YA, DON JUAN'I görmeye gittim. Hayatımdaki en ciddi olayı yaşadığım o anları tartışmak zorundaydım. Öğüdüne ihtiyacım vardı. Evine vardığımda, selamlaşma gibi formalitelere bile zor dayanabildim. Oturdum ve telaşla anlatmaya giriştim.

"Sakin ol, sakin ol," dedi don Juan. "Hiçbi şey o kadar kötü olamaz."

"Bana ne oluyor, don Juan?" diye sordum. Yanıt almak için değil de etkileyici olmak için sormuştum bunu.

"Sonsuzluğun işleyişi," diye cevap verdi. "Benimle karşılaştığın gün algılama biçimine bi şey oldu. Sinirliliğin zamanının dolduğunu bilinçaltı düzeyde anlamış olmandan kaynaklanıyor. Bunun farkındasın, ama düşünsel düzeyde bilincinde değilsin. Zamanının olmadığını hissediyorsun ve bu seni sabırsızlaştırıyor. Belirli bi anda, benim ya da onların yaşamında tüm bi devir kapanmıştı. Şimdi sıra sende. Zamanın bitti, hepsi bu."

Ardından, bana olanların tümünü anlatmamı istedi. Tam bir anlatı olmalı, dedi, hiçbir ayrıntı atlanmamalı. Baştan savma tanımlamalar peşinde değildi. Beni rahatsız eden şeyin tüm etkisini dile getirmemi istiyordu.

"Bu konuşmayı senin dünyanda dedikleri gibi, kitabına göre yapalım," dedi. "Resmi konuşmaların âlemine girelim."

Don Juan eski çağ Meksika'sı şamanlarının teklifsiz konuşmalara karşı resmi konuşmalar fikrini geliştirdiklerini ve her ikisini de çömezlerini eğitme ve yönlendirmede araç olarak kullandıklarını açıkladı. Onlar için resmi konuşmalar, çömezlerine öğrettikleri ya da söyledikleri her şeyin zaman zaman özetlenmesi içindi. Teklifsiz konuşmalar ise, irdelenen olayın dışında hiçbir şeye gönderme yapmaksızın açıklamalarda bulunulan gündelik aydınlatmalardı.

"Büyücüler hiçbi şeyi kendilerine saklamazlar," diye devam etti. "İçlerini bu şekilde boşaltmak, büyücülerin bi manevrasıdır. Onları benliğin kalelerini terk etmeye yöneltir."

Yaşantımdaki koşulların iç gözlemci olmama asla fırsat vermediğini söyleyerek öyküme başladım. Anımsayabildiğim ilk günlerimden bu yana gündelik yaşamım hep ivedi çözümler gerektiren pratik sorunlarla ağzına kadar doluydu. En sevdiğim amcamın, noel ya da doğum günlerim için hiç armağan almamış olduğumu öğrendiğinde nasıl dehşete düştüğünü anlattığını hatırlıyordum. Bunu söylediğinde, ben babamın ailesinin evine yerleşeli fazla olmamıştı. Durumumun adaletsizliğine üzüldüğünü söylüyordu. Özür bile dilemişti, kendisinin bununla hiç ilgisi olmadığı halde.

"Bu berbat bir şey, oğlum," demişti, allak bullak olmuş bir halde. "Yapılan haksızlıkların düzeltilme zamanı geldiğinde yüzde yüz arkanda olduğumu bilmelisin."

Cvp: 4 - Günlük Yaşamın Derin Kaygıları

Bana haksızlık eden insanları affetmem için hiç durmadan üsteliyordu. Söylediklerinden, keşfettiği bu konuda babama karşı gelmemi ve onu tembellik ve ihmalkârlıkla suçlayıp, elbette sonra da affetmemi istediği izlenimini edinmiştim. Kendimi hiç de haksızlığa uğramış hissetmediğimi göremiyordu. Benden beklediği, ruhsal olarak incitici bir davranışa maruz kaldığım anda hemen karşılık vermemi sağlayacak iç gözlemci bir yapı gerektirmekteydi. Amcama bunu düşüneceğimden emin olmasını söylemiştim, ama o anda yapamazdım bunu; zira tam o sırada oturma odasında beni bekleyen kız arkadaşım acele etmemi işaret edip duruyordu.

Bunun üzerinde düşünme fırsatım hiç olmadı, ama amcam babamla konuşmuş olmalı ki, ondan bir armağan aldım, kurdeleyle filan özenle sarılmış bir paketti bu, üzerinde "Üzgünüm" yazan küçük bir de kart vardı. Merak ve heyecanla kâğıtları açtım. Karton kutusunun içinde çok güzel bir oyuncak duruyordu, bacasına takılı bir kurma anahtarı olan minicik bir gemiydi bu, çocukların küvette banyo yaparken oynayabilecekleri türden bir şey. Babam on beş yaşma geldiğimin ve artık her bakımdan bir erkek olduğumun farkında bile değildi.

Erişkin yıllarıma doğru dürüst bir iç gözlem yapamadan vardığım için, yıllar sonra bir gün kendimi gittikçe artan garip bir duygusal çalkantıyla boğuşur bulduğumda bu epey alışılmadık bir şey oldu benim için. Göz ardı ettim bunu; zihnin ya da bedenin belirli aralıklarla hiç nedensiz eyleme geçtiği, ya da belki bedenin kendi biyokimyasal işlemleri sonucu tetiklendiği doğal bir süreç olduğuna yordum. Hiç düşünmedim üzerinde. Ancak bu çalkantı giderek büyüdü ve onun baskısı altında artık tek yapmam gerekenin yaşamımda köklü bir değişiklik olduğuna inanmaya başladım. Yaşantımı yeniden düzenlememi isteyen bir şey vardı içimde. Bu her şeyi yeniden düzenleme dürtüsü tanıdıktı. Geçmişte de hissetmiştim onu, ama uzun zamandır uykudaydı.

Kendimi antropoloji eğitimime adamıştım, ve bu öyle güçlü bir adayıştı ki, antropoloji okumaktan vazgeçmek esaslı değişiklik planlarımın içinde asla yer almadı. Aklıma ilk gelen, okul değiştirip Los Angeles'tan uzakta bir yere gitmekti.

Bu denli büyük bir değişikliğe girişmeden önce, deyim yerindeyse ortalığı bir kolaçan etmeye karar verdim. Başka bir kentteki bir okula bütün yaz programı sınıfları için kayıt yaptırdım. Benim için derslerin en önemlisi, And'lardaki Kızılderililer üzerinde en önde gelen otorite sayılan bir hoca tarafından verilendi. Eğer çalışmalarımı duygusal açıdan daha kolay ulaşabileceğim bir bölge üzerinde odaklarsam, zamanı gelince ciddi bir alan çalışması yapmaya daha çok fırsatım olacağına inanıyordum. Güney Amerika konusundaki bilgimin oradaki herhangi bir Kızılderili toplumuna girmemi kolaylaştıracağını düşünmekteydim.

Okula kayıt yaptırırken, arkadaşlarımdan birinin ağabeyi olan bir psikiyatrın yanında araştırma asistanı olarak bir iş buldum. Adam, bir grup genç erkek ve kadının okulda aşırı çalışma, gerçekleştirilememiş beklentiler, evde anlaşılmama, düş kırıcı aşk ilişkileri, vb. olgulardan kaynaklanan sorunları hakkındaki soru-cevap seanslarından yapılmış alıntıların içerik çözümlemesini yapmak istiyordu. Ses bantları beş yıldan eskiydi ve imha edileceklerdi; ama bundan önce her makaraya rasgele bir numara verilecekti, bir rasgele sayılar şeması izlenerek psikiyatr ve araştırma asistanları tarafından seçilen bantlar çözümlenecek alıntılar için taranacaktı.

Yeni okuldaki ilk gün, antropoloji profesörü akademik alandaki iyi niyetlerini dile getirdi, bilgisinin ve yayınlarının kapsamıyla öğrencilerinin başını döndürdü. Kırklı yaşlarının ortalarında, uzun, ince yapılı bir adamdı, sinsi bakışlı mavi gözleri vardı. Görünümünün bana en çarpıcı gelen yanı, hipermetrop gözlüklerinin ardından dev boyutlarda görünen gözleriydi, konuşurken başını hareket ettirdikçe, her biri diğerinin aksi yönünde dönüyormuş izlenimi veriyordu. Bunun doğru olamayacağını biliyordum; gene de çok şaşırtıcı bir görüntüydü bu. Son derece şık giyinmişti, oysa o zamanlar antropologlar aşırı spor kıyafetleriyle ünlüydüler. Örneğin arkeologları, öğrencileri, asla banyo yapmadıkları için karbon-14 yaş belirleme testinde kaybolup giden yaratıklar olarak tanımlardı.

Ancak onu farklı kılan şey görünümü ya da kapsamlı bilgisi değil, bence meçhul nedenlere dayanan konuşma biçimiydi. Her sözcüğü hiç kimseden duymadığım kadar açık seçik telaffuz ediyor, ve bazı sözcükleri uzatarak vurguluyordu. Belirgin bir yabancı aksam vardı, ama bunun yapmacık olduğunu biliyordum. Bazı sözleri bir İngiliz gibi, bazılarını da bir vaiz gibi telaffuz ediyordu.

Aşırı azametli tavırlarına karşın, beni ilk baştan büyülemişti. Kendini önemseyişi öylesine pervasızcaydı ki, her zaman kendisi hakkındaki çılgınca iddialarına sararak sunduğu tumturaklı bilgi gösterileri halinde geçen derslerinin ilk beş dakikasından sonra bu normal görünmeye başlıyordu. Dinleyenlere hâkimiyeti heyecan vericiydi. Konuştuğum öğrencilerinin hepsi bu olağanüstü adama karşı müthiş bir hayranlıktan başka bir şey hissetmemişti. Her şeyin iyi gittiğine içtenlikle inanıyordum; bu başka kente, başka okula nakil işim kolay ve olaysız geçecek, ancak tümüyle olumlu olacaktı. Yeni çevremden hoşlanmıştım.
İşimde bantları okumaya kendimi iyice kaptırmış vaziyetteydim; bu öyle bir noktaya gelmişti ki büroya sessizce giriyor ve yalnızca alıntıları değil, bantların tümünü dinliyordum. İlk başlarda beni son derece büyüleyen bir şey vardı; o bantların her birinde kendimi dinlediğim gerçeğiydi bu. Haftalar geçip de dinlediğim bantlar çoğaldıkça, bu duygum tam bir dehşete dönüştü. Psikiyatrın soruları da dahil olmak üzere, konuşulan her satır bana aitti. O insanlar benim kendi benliğimin derinliklerinden konuşuyorlardı. Böylesi bir sarsıntıyı hiç yaşamamıştım. Bantlarda konuşan her erkek ve her kadın tarafından sayısız kereler tekrar edileceğimi asla hayal edemezdim. Doğumumdan bu yana içime yerleşmiş olan bireysellik duygum bu devasa keşfin etkisiyle umutsuzca tepetaklak olmuştu.

Cvp: 4 - Günlük Yaşamın Derin Kaygıları

O zaman kendimi yeniden toparlamak için berbat bir işe giriştim. İç gözlem yapmak için bilinçsiz bir girişimde bulundum; hiç durmadan kendi kendime konuşarak bu beladan sıyrılmayı denedim. Tek olma duygumu destekleyecek gerekçeleri zihnimde tekrar tekrar gözden geçirip kendi kendime yüksek sesle onlar üzerinde konuşmaya başladım. Hatta benim için bir devrim sayılabilecek bir deneyim bile yaşamaya başlamıştım; uykumda yüksek sesle konuşup dururken kendi sesimden uyanıyor, kendimi değerim ve farklılığım hakkında nutuk çeker buluyordum.

Sonra, korkunç bir günde, bir ölümcül darbe daha yedim. Sabaha karşı kapımın ısrarla vurulması uyandırmıştı beni. Hafif, ürkek bir vuruş değildi bu; arkadaşlarımın "Gestapo vuruşu" dedikleri cinstendi. Kapı menteşelerinden çıkmak üzereydi. Yataktan fırlayıp gözetleme deliğini açtım. Kapıyı vuran kişi patronum olan psikiyatrdı. Küçük kardeşinin arkadaşı olmam, onunla aramızda bir iletişim köprüsü kurmuş gibiydi. Hiç duraksamadan bana dostça davranmıştı, ve şimdi de kapımdaydı işte. Işığı yakıp kapıyı açtım.

"Buyrun lütfen," dedim. "Ne oldu?"

Saat sabahın üçüydü, ve benzinin solukluğuyla çukura kaçmış gözlerinden moralinin çok bozuk olduğunu anlamıştım. Gururu ve neşe kaynağı olan, yeleye benzeyen uzun siyah saçları darmadağındı. Hep yaptığı gibi onları geriye doğru taramaya zahmet etmemişti bu kez. Ondan çok hoşlanıyordum, çünkü siyah, kaim kaşları, delici bakışlı kahverengi gözleri, köşeli çenesi ve kalın dudaklarıyla Los Angeles'taki arkadaşımın daha yaşlı bir kopyası gibi geliyordu bana. Üst dudağı içerden ikiye katlanmıştı sanki, bazen belirli bir bi çimde gülümsediğinde iki üst dudağı varmış gibi görünürdü. Burnunun biçiminden yakınırdı hep; küstah, ısrarcı bir burun diye tanımlıyordu onu. Kendinden son derece emin ve inanılmaz ölçüde dik başlı olduğunu düşünüyordum. Kendi mesleğinde bu özelliklerin kazanan kartlar olduğunu söylerdi.

"Ne mi oldu!" diye tekrarladı, alaycı bir edayla, üst dudağının titremesine hâkim olamıyordu. "Bu gece her şeyin beni bulduğunu kim olsa anlar."

Bir iskemleye oturdu. Gözleri kararmış, yönünü kaybetmiş gibiydi, sözcükleri bulmakta zorlanıyordu. Kalkıp divana gitti ve üstüne attı kendini.

"Yalnız hastalarımın sorumluluğu olsa iyi," diye devam etti, "ama araştırma işi bir yandan, karımla ufaklıklar bir yandan, şimdi de siktirici bir baskı daha eklendi hepsinin üstüne, ve beni çıldırtan bunun benim suçum olması, salak bir kancığa salak gibi güvendim!

"Sana söylüyorum, Carlos," diye sürdürdü, "kadınların duygusuzluğundan daha korkunç, iğrenç, kusturucu, siktirici bir şey yoktur. Kadın düşmanı değilim, bunu bilirsin! Ama şu anda bütün kancıklar birbirlerinin kopyasıymış gibi geliyor bana! Hepsi düzenbaz ve aşağılıklar!"

Ne diyeceğimi bilemedim. Söylediklerini onaylamamı ya da karşı çıkmamı beklemiyordu. Ona karşı çıkmayı göze alamazdım zaten. Bunu yapacak halim yoktu. Çok yorgundum. Uyumak istiyordum, ama hayatı buna bağlıymış gibi hiç durmadan konuşuyordu.

"Theresa Manning'i tanıyorsun, değil mi?" diye sordu, sert, suçlayıcı bir edayla.

Bir an için, beni genç ve güzel öğrenci-sekreteri ile ilişki kurmakla suçluyor sandım. Karşılık verecek zaman bırakmadan devam etti.

"Theresa Manning bir baş belası. O bir şıllık! Hayatta tek isteği azıcık iyi ya da kötü şöhreti olan herkesle oynaşmak olan salak, düşüncesiz kadının teki. Onun akıllı ve duyarlı olduğunu sanmıştım. Bir şeyler bulmuştum onda, anlayış, empati, insanın paylaşmak isteyeceği, üzerine titreyeceği şeyler. Bilmiyorum, bana çizdiği portre buydu, oysa aslında şehvet düşkünü ve soysuz biri, hatta bence son derece de tiksindirici."

Konuşmayı sürdürdükçe, garip bir tablo oluşmaya başladı. Belliydi ki psikiyatr az önce sekreteriyle kötü bir deneyim yaşamıştı.

"Benim için çalışmaya başladığı günden beri," diye devam etti, "bana cinsel açıdan ilgi duyduğunun farkındaydım, ama hiçbir zaman bunu açıkça söylemedi. Hep üstü kapalı sözler, bakışlar. İyi, siktirsin! Bugün öğleden sonra rol kesmelerden sıkıldım ve doğrudan konuya girdim. Masasına gidip, "Ben senin ne istediğini biliyorum, sen de benim ne istediğimi biliyorsun," dedim.

Bütün ayrıntılarıyla hikâye etmeye girişti; etkili bir biçimde kıza okulun karşısındaki dairesinde gece 11:30’da kendisini beklediğini söylemiş, ve programını kimse için değiştirmediğini, saat bire kadar okuyup çalıştığını ve şarabını içtiğini, sonra yatak odasına geçtiğini anlatmıştı. Karısı ve çocuklarıyla yaşadığı sayfiye evinin dışında, kentte de bir dairesi vardı.

"Bu ilişkinin yürüyeceğine, anımsanmaya değer bir şey olacağına öyle inanmıştım ki," dedi ve içini çekti. Sesinde mahremiyetini paylaşan birinin güvenli yumuşaklığı vardı. "Dairemin anahtarını bile verdim ona," dedi, sesi çatallaşarak.

"Gayet dakik bir şekilde tam 1l:30'da geldi," diye devam etti. "İçeri anahtarıyla girdi ve bir gölge gibi yatak odasına süzüldü. Bu beni müthiş heyecanlandırmıştı. Bana hiç sorun olmayacağını anlamıştım. Yerini biliyordu. Herhalde yatakta uyuyakalmıştı. Ya da televizyon seyrediyordu, belki. Ben işime daldım ve onun hangi siktirici işle meşgul olduğuna hiç aldırmadım. Çantada keklik olduğunu biliyordum zira.

"Ama yatak odasına girdiğim anda," diye gergin ve bozuk bir sesle anlatmayı sürdürdü, çok incinmiş gibiydi; "Theresa bir hayvan gibi üstüme atladı ve aletime yapıştı. Elimdeki şişeyle iki bardağı bırakmama bile zaman tanımadı. Bacarat kadehlerimi kırılmadan yere koyacak kadar aklım vardı neyse ki. Sanki taştanmışlar gibi taşaklarımı öyle bir avuçladı ki elimdeki şişe odanın öte yanına yuvarlandı. Ona bir tane yapıştırmak istedim. Acıdan bağırdım resmen, ama hiç aldırmadı buna. Deli gibi kıkırdıyordu, seksi olmaya, şirinlik yapmaya çalıştığımı sanıyordu. Böyle dedi, beni yatıştırmak ister gibi."

Cvp: 4 - Günlük Yaşamın Derin Kaygıları

Hışmını bastırmaya çalışıp kafasını sallayarak anlatmaya devam etti; kadın öyle siktirici bir saldırganlık ve düpedüz bencillik içindeydi ki, diyordu, bir erkeğin biraz sükûnete, rahatlamaya, kendini evinde, dostane bir ortamda hissetmeye ihtiyacı olduğunu hiç hesaba katmamıştı. Theresa Manning rolü gereği düşünce ve anlayış göstermek yerine, cinsel organlarına yapışıp pantolonundan dışarı çekmiş, bunu da yüzlerce kez tekrarlamış birinin ustalığıyla yapmıştı.

"Bütün bu bokluğun sonunda," dedi, "tüm şehvetim dehşet içinde yok oldu. Duygusal olarak iğdiş edilmiştim. Vücudum anında o siktirici kadından tiksinmişti. Ama şehvet düşkünlüğüm kadını sokağa atmamı engelledi."

Dediğine göre, o zaman iktidarsızlığı yüzünden itibarını yitirmek yerine— ki bu kaçınılmazdı— kadın onun insafına kalsın diye oral seks yapmaya ve onun orgazm olmasını sağlamaya karar vermişti, ama vücudu kadını öylesine reddediyordu ki bunu da becerememişti.

"Kadın artık güzel bile değildi," dedi, "yavandı. Giyinikken üzerindekiler kalçalarındaki fazlalıkları gizliyor. Fena durmuyor aslında. Ama çıplakken, beyaz, sarkık bir et torbasından başka bir şey değil! Giysileri üstündeyken sergilediği zarafet sahte. Gerçek değil."

Psikiyatr hiç hayal edemeyeceğim bir şekilde zehir saçmaktaydı. Öfkeden titriyordu. Kendine hâkim olmaya umutsuzca çabalıyor ve sigara üstüne sigara yakıyordu.

Oral seks daha da çıldırtıcı ve iğrenç olmuştu dediğine göre, ve artık nerdeyse kusmak üzereydi ki, siktirici kadın göbeğine tekmeyi basıp onu kendi yatağından yere yuvarlamış ve, "İktidarsız ibne!" diye bağırmıştı.

Öyküsünün burasında gözleri nefretle yanmaya başladı. Dudakları titriyordu. Sararmıştı.

"Banyonu kullanmam lazım," dedi, "duş almam gerek. Berbat kokuyorum. İster inan ister inanma, nefesim kancık kokuyor."

Açıkça ağlıyordu, ve ben orada olmamak için her şeyi feda ederdim. Belki bitkinliğim, belki sesinin uyuşturucu tınısı, ya da durumun anlamsızlığı yüzünden öyle bir hayale kapılmıştım ki, sanki psikiyatrı değil de, onun bantlarındaki o ağlamaklı adamlardan birinin küçücük sorunları üzerinde saplantıyla konuşup durarak onları devasa olaylar haline getiren yakınmalarını dinliyordum. Çilem sona erdiğinde saat sabah dokuz olmuştu. Benim için okula, psikiyatr için de işine gitme vaktiydi.

Derse giderken içimi yakan bir huzursuzluk kaplamıştı her yanımı; rahatsızlık ve yetersizlik duyguları altında eziliyordum. Orada son darbeyi, köklü bir değişiklik yapma girişimimin tümüyle çökmesine yol açan son darbeyi yedim. Bu çöküntüde kendi irademin hiç rolü yoktu, kendiliğinden olmuştu her şey; sanki gizli bir el bunu programlamakla kalmamış, ilerleyişini de hızlandırmıştı.

Antropoloji profesörü, konferansına Bolivya ve Peru'nun yüksek platolarındaki bir Kızılderili kabilesi, aymarâ halkı hakkında konuşarak başladı. Onlara "ey-Mİİ-ra" diyor, sanki var olan tek doğru telaffuz biçimi kendisininkiymiş gibi ismi uzatıyordu. Chicha— ki "Çİİ-ça" diye söylenir, ama o ÇAHİ- ça diye telaffuz ediyordu—denilen ve mayalanmış mısırdan yapılan bir alkollü içkinin üretiminin, aymarâ halkı tarafından yarı kutsal sayılan bir tarikata mensup rahiplerin âlemine ait olduğunu söyledi. Önemli bir ifşaatta bulunan birinin edasıyla, pişirilmiş mısırı mayalanmaya hazır hale getirmekle görevli kadınların bunu çiğneyip tükürerek yaptıklarını, bu yöntemle, insan salyasında bulunan bir tür enzimi ürüne kattıklarını anlattı. İnsan salyası dediği anda tüm sınıf dehşet içinde çığlığı basmıştı.

Profesör durumdan son derece hoşnut görünüyordu. Kıkır kıkır gülmekteydi. Edepsiz bir çocuğun kıkırtıları gibiydi gülüşü. Bu kadınların uzman çiğneyiciler olduklarını söyleyerek devam etti; onlara "çahi-ça" çiğneyicileri diyordu. Sınıftaki genç kadınların çoğunun oturmakta olduğu ön sıraya göz gezdirdi ve öyküsünün asıl bombasını patlattı.

"Ben bir ay-r-r-rıcalığa eriştim," dedi, o garip sahte-yabancı aksanıyla, "çahi-ça çiğneyicilerinden biriyle yatmak için bir davet aldım. Çahi-ça lapasını çiğneme sanatı boğaz ve yanak kaslarını öylesine geliştiriyor ki, harikalar yaratıyorlar."

Sersemlemiş dinleyicilerine bakarak uzun bir süre sustu, kıkırtılarını bu sessizliğin içine serpiştirerek. "Eminim çaktınız," dedi, ve kahkahaları koyverdi.

Sınıf profesörün imlemesiyle çığrından çıktı. Kahkahalar ve profesörün gene budala kıkırtılar koyvererek geri çevirdiği bir sorular sağanağı yüzünden konferansı en az beş dakika kesildi.

Ses bantlarının, psikiyatrın öyküsünün ve profesörün "ça hi-ça çiğneyicileri"nin üzerimde yarattığı baskıdan öyle bunalmış hissettim ki, o anda karar verip işi bıraktım, okulu bıraktım, arabama atlayıp L.A.'ya geri döndüm.

"Psikiyatr ve antropoloji profesörüyle başıma ne geldiyse," dedim don Juan'a, "beni tanımadığım bir duygusal duruma soktu. Buna ancak iç gözlem diyebilirim. Kendi kendime hiç durmadan konuşup duruyorum."

"Sendeki illet pek basit bi şey," dedi don Juan, gülmekten kırılarak.

Besbelli durumum eğlendiriyordu onu. Ben paylaşamıyordum onun keyfini, çünkü işin komik yanını görebilmekten âcizdim.

"Senin dünyan sonuna yaklaşıyor," dedi. "Bu senin için bi devrin sonu. Zannediyor musun ki tüm ömrünce bildiğin dünya seni hiç patırtısız, sessiz sedasız bırakıp gidecek? Hayır! Kıvrım kıvrım kıvranacak altında, kuyruğuyla çarpacak seni."

Cvp: 4 - Günlük Yaşamın Derin Kaygıları

.