O zaman kendimi yeniden toparlamak için berbat bir işe giriştim. İç gözlem yapmak için bilinçsiz bir girişimde bulundum; hiç durmadan kendi kendime konuşarak bu beladan sıyrılmayı denedim. Tek olma duygumu destekleyecek gerekçeleri zihnimde tekrar tekrar gözden geçirip kendi kendime yüksek sesle onlar üzerinde konuşmaya başladım. Hatta benim için bir devrim sayılabilecek bir deneyim bile yaşamaya başlamıştım; uykumda yüksek sesle konuşup dururken kendi sesimden uyanıyor, kendimi değerim ve farklılığım hakkında nutuk çeker buluyordum.
Sonra, korkunç bir günde, bir ölümcül darbe daha yedim. Sabaha karşı kapımın ısrarla vurulması uyandırmıştı beni. Hafif, ürkek bir vuruş değildi bu; arkadaşlarımın "Gestapo vuruşu" dedikleri cinstendi. Kapı menteşelerinden çıkmak üzereydi. Yataktan fırlayıp gözetleme deliğini açtım. Kapıyı vuran kişi patronum olan psikiyatrdı. Küçük kardeşinin arkadaşı olmam, onunla aramızda bir iletişim köprüsü kurmuş gibiydi. Hiç duraksamadan bana dostça davranmıştı, ve şimdi de kapımdaydı işte. Işığı yakıp kapıyı açtım.
"Buyrun lütfen," dedim. "Ne oldu?"
Saat sabahın üçüydü, ve benzinin solukluğuyla çukura kaçmış gözlerinden moralinin çok bozuk olduğunu anlamıştım. Gururu ve neşe kaynağı olan, yeleye benzeyen uzun siyah saçları darmadağındı. Hep yaptığı gibi onları geriye doğru taramaya zahmet etmemişti bu kez. Ondan çok hoşlanıyordum, çünkü siyah, kaim kaşları, delici bakışlı kahverengi gözleri, köşeli çenesi ve kalın dudaklarıyla Los Angeles'taki arkadaşımın daha yaşlı bir kopyası gibi geliyordu bana. Üst dudağı içerden ikiye katlanmıştı sanki, bazen belirli bir bi çimde gülümsediğinde iki üst dudağı varmış gibi görünürdü. Burnunun biçiminden yakınırdı hep; küstah, ısrarcı bir burun diye tanımlıyordu onu. Kendinden son derece emin ve inanılmaz ölçüde dik başlı olduğunu düşünüyordum. Kendi mesleğinde bu özelliklerin kazanan kartlar olduğunu söylerdi.
"Ne mi oldu!" diye tekrarladı, alaycı bir edayla, üst dudağının titremesine hâkim olamıyordu. "Bu gece her şeyin beni bulduğunu kim olsa anlar."
Bir iskemleye oturdu. Gözleri kararmış, yönünü kaybetmiş gibiydi, sözcükleri bulmakta zorlanıyordu. Kalkıp divana gitti ve üstüne attı kendini.
"Yalnız hastalarımın sorumluluğu olsa iyi," diye devam etti, "ama araştırma işi bir yandan, karımla ufaklıklar bir yandan, şimdi de siktirici bir baskı daha eklendi hepsinin üstüne, ve beni çıldırtan bunun benim suçum olması, salak bir kancığa salak gibi güvendim!
"Sana söylüyorum, Carlos," diye sürdürdü, "kadınların duygusuzluğundan daha korkunç, iğrenç, kusturucu, siktirici bir şey yoktur. Kadın düşmanı değilim, bunu bilirsin! Ama şu anda bütün kancıklar birbirlerinin kopyasıymış gibi geliyor bana! Hepsi düzenbaz ve aşağılıklar!"
Ne diyeceğimi bilemedim. Söylediklerini onaylamamı ya da karşı çıkmamı beklemiyordu. Ona karşı çıkmayı göze alamazdım zaten. Bunu yapacak halim yoktu. Çok yorgundum. Uyumak istiyordum, ama hayatı buna bağlıymış gibi hiç durmadan konuşuyordu.
"Theresa Manning'i tanıyorsun, değil mi?" diye sordu, sert, suçlayıcı bir edayla.
Bir an için, beni genç ve güzel öğrenci-sekreteri ile ilişki kurmakla suçluyor sandım. Karşılık verecek zaman bırakmadan devam etti.
"Theresa Manning bir baş belası. O bir şıllık! Hayatta tek isteği azıcık iyi ya da kötü şöhreti olan herkesle oynaşmak olan salak, düşüncesiz kadının teki. Onun akıllı ve duyarlı olduğunu sanmıştım. Bir şeyler bulmuştum onda, anlayış, empati, insanın paylaşmak isteyeceği, üzerine titreyeceği şeyler. Bilmiyorum, bana çizdiği portre buydu, oysa aslında şehvet düşkünü ve soysuz biri, hatta bence son derece de tiksindirici."
Konuşmayı sürdürdükçe, garip bir tablo oluşmaya başladı. Belliydi ki psikiyatr az önce sekreteriyle kötü bir deneyim yaşamıştı.
"Benim için çalışmaya başladığı günden beri," diye devam etti, "bana cinsel açıdan ilgi duyduğunun farkındaydım, ama hiçbir zaman bunu açıkça söylemedi. Hep üstü kapalı sözler, bakışlar. İyi, siktirsin! Bugün öğleden sonra rol kesmelerden sıkıldım ve doğrudan konuya girdim. Masasına gidip, "Ben senin ne istediğini biliyorum, sen de benim ne istediğimi biliyorsun," dedim.
Bütün ayrıntılarıyla hikâye etmeye girişti; etkili bir biçimde kıza okulun karşısındaki dairesinde gece 11:30’da kendisini beklediğini söylemiş, ve programını kimse için değiştirmediğini, saat bire kadar okuyup çalıştığını ve şarabını içtiğini, sonra yatak odasına geçtiğini anlatmıştı. Karısı ve çocuklarıyla yaşadığı sayfiye evinin dışında, kentte de bir dairesi vardı.
"Bu ilişkinin yürüyeceğine, anımsanmaya değer bir şey olacağına öyle inanmıştım ki," dedi ve içini çekti. Sesinde mahremiyetini paylaşan birinin güvenli yumuşaklığı vardı. "Dairemin anahtarını bile verdim ona," dedi, sesi çatallaşarak.
"Gayet dakik bir şekilde tam 1l:30'da geldi," diye devam etti. "İçeri anahtarıyla girdi ve bir gölge gibi yatak odasına süzüldü. Bu beni müthiş heyecanlandırmıştı. Bana hiç sorun olmayacağını anlamıştım. Yerini biliyordu. Herhalde yatakta uyuyakalmıştı. Ya da televizyon seyrediyordu, belki. Ben işime daldım ve onun hangi siktirici işle meşgul olduğuna hiç aldırmadım. Çantada keklik olduğunu biliyordum zira.
"Ama yatak odasına girdiğim anda," diye gergin ve bozuk bir sesle anlatmayı sürdürdü, çok incinmiş gibiydi; "Theresa bir hayvan gibi üstüme atladı ve aletime yapıştı. Elimdeki şişeyle iki bardağı bırakmama bile zaman tanımadı. Bacarat kadehlerimi kırılmadan yere koyacak kadar aklım vardı neyse ki. Sanki taştanmışlar gibi taşaklarımı öyle bir avuçladı ki elimdeki şişe odanın öte yanına yuvarlandı. Ona bir tane yapıştırmak istedim. Acıdan bağırdım resmen, ama hiç aldırmadı buna. Deli gibi kıkırdıyordu, seksi olmaya, şirinlik yapmaya çalıştığımı sanıyordu. Böyle dedi, beni yatıştırmak ister gibi."