1

Konu: 5 - Dayanamadığım Görüntü

LOS ANGELES HER zaman benim yuvam olmuştu. İstencimi kullanarak yaptığım bir seçim değildi, bu. Benim için Los Angeles'ta yaşamak orda doğmuş olmakla eş anlamlıydı, hatta belki bundan da fazlaydı. Ona mutlak bir duygusal bağım olmuştu her zaman. Los Angeles'a duyduğum aşk öyle yoğun, öyle bana ait bir şeydi ki, onu dile getirmem asla gerekmemişti. Asla bunu gözden geçirmeye ya da tazelemeye gerek duymamıştım, asla.

Los Angeles'ta arkadaşlarımdan oluşan bir ailem vardı. Benim için onlar en yakın toplumsal çevremdi; bu onları tümüyle kabullendiğim anlamına geliyordu, tıpkı kenti kabullendiğim gibi. Bir arkadaşım, şakayla karışık, hepimizin birbirimizden karşılıklı olarak şiddetle nefret ettiğimizi söylemişti, bir keresinde. Onlar bu türden duyguları kaldırabilirlerdi kuşkusuz, çünkü ellerinde başka duygusal bağlantılar vardı, ana-babalar, karılar ve kocalar gibi. Benimse Los Angeles'ta tek sahip olduğum dostlarımdı.

Her nedense, herkesin dert ortağıydım. Her biri sorunlarını, yaşamlarındaki iniş çıkışları üzerime boca ediyordu. Dostlarım bana öyle yakındılar ki, dertlerini, sıkıntılarını her zaman normal addediyordum. Psikiyatrın yanındayken ve onun ses bantlarını dinlerken beni dehşete düşürmüş olanların tıpkısı konularda onlarla saatlerce sohbet edebiliyordum.

Ayrıca arkadaşlarımın o psikiyatra ve o antropoloji profesörüne hayret edilecek kadar benzediğini asla fark etmemiştim. Dostlarımın ne denli gergin olduğuna hiç dikkat etmemiştim. Hepsi sigara tiryakisiydiler, tıpkı psikiyatr gibi, ama bunun da hiç farkında değildim; çünkü kendim de onlar kadar çok sigara içiyordum ve ben de onlar kadar gergindim. Konuşmalarındaki özenti de hiç gözüme çarpmayan bir şeydi, hep var olduğu halde. Hep yapmacıklı bir şekilde, Birleşik Amerika'nın batısına özgü biçimde genizden konuşuyorlardı, ve yaptıklarının gayet iyi farkındaydılar. Sadece zihinlerinde canlandırabildikleri, hissetmeyi beceremedikleri bir duyarlığı sezindirmeye çalışan imalarının da farkına varmıyordum.

Kendimle gerçek yüzleşmem, arkadaşım Pete'in ikilemiyle karşılaştığımda başladı. Beni görmeye gelmişti; darmadağın bir haldeydi. Dudakları patlamış, yumruk yediği besbelli olan sol gözü de kızarıp şişmiş ve mavimsi bir renk almaya başlamıştı bile. Ben başına ne geldiğini sormaya fırsat bulamadan, karısı Patricia'nım, işiyle ilgili olarak hafta sonunda emlak komisyoncuları kongresine gittiğini ve orada başına korkunç bir şey geldiğini anlatmaya başladı. Pete'in haline bakarak herhalde Patricia bir kaza geçirip yaralanmış, hatta ölmüş olmalı diye düşündüm.

"O iyi mi?" diye sordum, içten bir kaygıyla.
"Elbette iyi," diye hırladı. "O bir sürtük ve bir orospu, ve sürtük-orospulara hiçbir şey olmaz, sadece düzülürler ve buna bayılırlar!"

Pete kudurmuştu. Titriyor, hatta kasılıyordu. Fırça gibi, kıvırcık saçları dimdik havadaydı. Genellikle onları dikkatle tarar ve doğal buklelerini düzeltirdi. Şimdi ise bir Tasmanya canavarı kadar vahşi görünüyordu.

"Bugüne kadar her şey normaldi," diye anlatmaya devam etti. "Sonra bu sabah, duştan çıktığımda çıplak kıçıma bir havlu şaplattı, işte öyle anladım bokluğunu! O anda anlayıverdim başka birini düzdüğünü."

Bu mantık zinciri beni şaşırtmıştı. Biraz ayrıntı istedim. Bir havluyu şaplatmanın insana bu türden bir şeyi nasıl gösterdiğini sordum ona.

"Ahmaklara bir şey göstermez tabii," dedi sesi zehir saçarak, "Ama ben Patricia'yı tanırım, ve Perşembe günü, yani komisyoncular kongresine gitmeden önce, bir havluyu şaplatamazdı! Aslında evlendiğimizden beri bir havluyu asla şaplatamamıştır. Birisi bunu yapmayı ona öğretmiş olmalı, ikisi çıplakken! Bu yüzden gırtlağına yapıştım ve gerçeği kusturdum ona! Evet! Patronuyla düzüşüyor!"

Dediğine göre Pete bu işi karısının patronuyla halletmek üzere Patricia'nın ofisine gitmişti, ama adamın bir sürü koruması vardı. Onu dışarı, park yerine atmışlardı. Ofisin pencerelerini taşlayıp camları indirmek istemiş, ama korumalar bunu yaparsa kendini kodeste bulacağını, hatta daha da beteri, beynine bir kurşun yiyeceğini söylemişlerdi ona.

"Seni onlar mı dövdü, Pete?" diye sordum.

"Hayır," dedi, bezgin bir halde. "Sokaktan aşağı yürüdüm ve kullanılmış araba satan bir galeriye daldım. Benimle konuşmaya gelen ilk satış elemanına yumruğu çaktım! Adam şok geçirdi, ama öfkelenmedi. "Sakin olun beyefendi, sakin olun! Konuşarak halledebiliriz," diyordu. Ağzına ikinci yumruğu yapıştırdığım zaman çok kızdı. İri bir herifti, bir tane çeneme, bir tane de gözüme vurdu ve nakavt etti beni. Kendime geldiğimde,” diye devam etti Pete, "bürolarındaki divanda yatıyordum. Yaklaşan bir ambulansın sesini duydum. Benim için geldiklerini anladım, o yüzden kalkıp ordan kaçtım. Sonra sana geldim işte."

Cvp: 5 - Dayanamadığım Görüntü

Kendinden geçmiş bir şekilde ağlamaya başladı. Kustu. Hali tam bir rezaletti. Karısını çağırdım, kadının daireme gelmesi on dakika bile sürmedi. Pete'in önünde diz çöktü ve yalnız onu sevdiğine yemin etti, bunun dışında yapmış olduğu her şey budalalıktan başka bir şey değildi, onların aşkı bir ölüm kalım meselesiydi. Başka hiçbir şeyin anlamı yoktu. Olanları anımsamıyordu bile. Başbaşa hüngür hüngür ağladılar ve tabii birbirlerini affettiler. Patricia Pete'in vurduğu sağ gözündeki— Pete solaktı— kanlanmayı gizlemek için güneş gözlüğü takıyordu. İkisi de varlığımın farkında değildiler; çıktıklarında benim odada olduğumu bile unutmuşlardı. Kapıyı açık bırakıp, sarmaş dolaş çıkıp gittiler.

Benim için yaşam her zamanki düzeniyle sürüyor gibiydi. Arkadaşlarım hep yaptıkları gibi benimle birlikte hareket etmekteydiler. Eskisi gibi partilere ya da sinemalara gitmekle meşguldük, bazen de sadece oturup "geyik yapıyor", ya da tek yemek fiyatına "ne yersen ye" uygulayan lokantalar arayarak zaman geçiriyorduk. Ancak bütün bu sözde-sıradanlığın içinde, yaşamıma garip, yeni bir etmen girmiş gibiydi. Bu deneyimin içinde, sanki ansızın son derece bağnazlaşmışım gibi geliyordu bana. Psikiyatra ve antropoloji profesörüne yaptığımın tıpkısını dostlarıma da yapmaya başlamıştım; yargılıyordum onları. Ben kim oluyordum da başkalarını yargılamaya kalkıyordum?

Derin bir suçluluk duygusuna kapıldım. Arkadaşlarımı yargılamak, daha önceleri tanımadığım bir ruh hali yarattı bende. Ama en fazla zoruma giden, onları yargılamakla kalmayıp, sorunlarını ve sıkıntılarını şaşılacak kadar banal bulmamdı. Ben aynı adamdım; dostlarım da aynı kişilerdi. Yakınmalarını, durumlarını ifade ediş tarzlarını yüzlerce kez dinlemiştim, ve dinlediklerimle derin bir özdeşleşmenin dışmda hiçbir şey hissetmemiştim o zamana kadar. İçimdeki bu yeni ruh halini keşfetmek hayret vericiydi.

Dertlerin teker teker gelmeyeceği özdeyişi kadar yaşamıma uyan başka bir laf olamazdı, o günlerde. Yaşam biçimimdeki mutlak dağılma, tam o dönemde gerçekleşti; her şey arkadaşım Rodrigo Cummings'in New York’a uçacağı Burbank havaalanına kendisini götürmemi istemesiyle başladı. Kendi adına çok dramatik ve umutsuz bir harekete kalkışmıştı. Los Angeles'ta takılıp kalmasının, üzerindeki bir lanet olduğuna inanıyordu. Ülkeyi baştan başa kat ederek New York'a arabayla gitmeye kalkıştığı birçok kez arabasının yolda bozulup kalması tüm arkadaşları arasında alay konusuydu. Bir keresinde Salt Lake City’e kadar gitmişti, ama arabası motor yakmıştı orada. Atmak zorunda kalmıştı arabayı. Çoğu zaman daha Los Angeles'in banliyölerinden çıkamadan arabalarının işi bitiyordu.

"Arabalarına ne oluyor, Rodrigo?" diye sordum bir keresinde, gerçekten merak etmiştim.
"Bilmiyorum," diye yanıtladı, sesinde gizli bir suçlulukla. Ve ardından, aydın vaiz pozlarındaki antropoloji profesörüne yakışacak bir sesle şöyle dedi, "Belki de yola çıktığımda kendimi özgür hissettiğim için gazı köklememden oluyordur. Çoğu zaman bütün pencereleri de açıyorum, rüzgârı yüzümde duymak için. Yeni bir şey deneyen bir çocuk gibi hissediyorum kendimi."

Her zaman birer külüstür olan arabalarının artık sürat yapacak halleri kalmadığından motorlarının yandığını anladım. Rodrigo Salt Lake City'den Los Angeles'a otostopla dönmüştü. Otostop yaparak New York'a da gidebilirdi elbette, ama bu hiç aklına gelmemişti. Benim başımdaki bela Rodrigo'ya da musallat olmuş gibi görünüyordu; onun ne pahasına olursa olsun kabullenmeye yanaşmadığı, Los Angeles için duyulan bilinçsiz bir tutkuydu bu.

Başka bir seferinde, arabası mükemmel durumdaydı.

Tüm yolculuğu rahatlıkla kaldırabilirdi, ama belliydi ki bu kez de Rodrigo Los Angeles'ı terk edecek durumda değildi. San Bamardino'ya kadar gitmiş, orada bir sinemaya girip bir film seyretmişti—On Emir. Bu film, sadece Rodrigo'ya malum olan nedenler yüzünden, Los Angeles için karşı konulmaz bir hasret yaratmıştı içinde. Geri geldi, ve ağlayarak bana bu siktirici şehrin kendisinin dört bir yanına içinden bir türlü çıkamadığı bir parmaklık çevirmiş olduğunu anlattı. Gidemediği için karısı memnun olmuştu, kız arkadaşı Melissa daha da memnundu, ama aynı zamanda düş kırıklığına da uğramıştı, çünkü Rodrigo giderken, Melissa'nın ondan aldığı sözlükleri Rodrigo'ya iade etmesi gerekiyordu.

New York'a uçakla ulaşmak için son umutsuz girişimi daha da dramatik biçimde sonuçlandı, çünkü bilet parasını ödeyebilmek için arkadaşlarından borç almıştı. Söylediğine göre borcunu ödeme niyetinde olmadığı için, bu yolla geri dönmemeyi garantilemiş oluyordu.

Valizlerini arabamın bagajına yerleştirip onunla birlikte Burbank havaalanının yolunu tuttum. Uçağın yediden önce kalkmayacağını söyledi. Öğle sonrasının ilk saatleriydi ve gidip bir film izlemek için dünya kadar vaktimiz vardı. Ayrıca, yaşamlarımızın, etkinliklerimizin merkezi olan Holywood Bulvarına son kez bir göz atmak istiyordu.

Teknikolor ve Sinerama olarak bir destan seyretmeye gittik. Uzun ve dayanılmaz bir şey olan film Rodrigo'nun ilgisini çekmişe benziyordu. Sinemadan çıktığımızda hava kararmaya başlamıştı bile. Yoğun trafiğin içinde telaşla Burbank'e doğru yola koyuldum. O saatlerde tıkanan otobanın yerine ara sokaklardan gitmemizi istedi. Havaalanına vardığımızda uçak henüz kalkmıştı. Bu bardağı taşıran son damla oldu. Sakin ve yenik, Rodrigo vezneye gitti ve parasını geri almak için biletini iade etti. Memur adını yazıp kendisine bir makbuz verdi ve havayolunun muhasebe bürolarının bulunduğu Tennessee'den altı hafta içinde parasını postalayacaklarını söyledi.

Arabaya atlayıp ikimizin de oturduğu binaya geri döndük. İtibarını kaybetmemek için bu sefer kimseye veda etmediğinden, bir kez daha gitmeye kalkıştığının kimse farkına varmamıştı. Tek sorun arabasını satmış olmasıydı. Annesiyle babasının evine kadar kendisini götürmemi istedi, çünkü bilet için harcadığı parayı babasından alacaktı. Kendisini bildim bileli, Rodrigo'yu başına gelen her türlü dertten kurtaran babası olmuştu. Babasının bir sloganı vardı: "Korkma! Baba Rodrigo burda!" Rodrigo'nun öbür borcunu ödemek için kendisinden borç istediğini duyunca, babası arkadaşıma hayatımda gördüğüm en hüzünlü ifadeyle baktı. Kendisinin de korkunç mali sorunları vardı.

Kolunu oğlunun omuzlarına dolayıp, "Bu kez sana yardım edemem evlat," dedi. "Şimdi korkman lazım, çünkü baba Rodrigo artık burada değil."

Dostumla özdeşleşmeyi, onun dramını içimde hissetmeyi umutsuzca istedim, ama yapamadım. Sadece babasının cümlesine odaklanmıştım. Öyle nihai bir tınısı vardı ki, beni harekete geçirmişti.

Don Juan'a çok ihtiyacım vardı. Her şeyi Los Angeles'ta askıda bırakıp Sonora'ya doğru yola çıktım. Don Juan'a içimde dostlarıma ilişkin oluşan garip ruh halini anlattım. Vicdan azabıyla hıçkırarak, onları yargılamaya başladığımı söyledim ona.

"Önemsiz şeyler için duygularına bu denli kapılma," dedi don Juan, sakin bir şekilde. "Yaşamındaki bi devrin kapanmakta olduğunu zaten biliyorsun, ama kral ölmeden devir gerçek anlamda sona ermez."

"Bununla ne demek istiyorsun, don Juan?"

"Kral sensin, ve sen de tıpkı arkadaşların gibisin. Seni korkudan öldüren gerçek, bu. Yapabileceğin şeylerden biri bunu olduğu gibi kabullenmek ki, elbette yapamazsın. Yapabileceğin diğer şey ise, 'Ben öyle değilim, ben öyle değilim,' diye kendi kendine durmadan tekrarlamak. Ama kalıbımı basarım ki bi an gelir, öyle olduğun kafana dank eder."

Cvp: 5 - Dayanamadığım Görüntü

.