1

Konu: 14 - Berrak Görünüm

HAYATIMDA İLK KEZ, dünyada nasıl davranacağım konusunda tam bir açmazda bulmuştum kendimi. Çevremdeki dünyanın değiştiği yoktu. Bu durum kesinlikle benim içimdeki bir bozukluktan kaynaklanıyordu. Don Juan'ın üzerimdeki etkisi, ve beni çok yoğun biçimde içine soktuğu uygulamalardaki bütün o eylemler bana bedelini ödetmeye başlamıştı, arkadaşlarımla geçinmekte ciddi güçlükler çekiyordum. Sorunumu gözden geçirdim ve hatamın herkesi değerlendirmek için don Juan'ı ölçüt olarak kullanma saplantım olduğu sonucuna vardım.

Benim fikrime göre don Juan yaşamını her anlamda profesyonelce sürdüren bir varlıktı; yani en önemsizine kadar tüm eylemleri bir anlam taşımaktaydı. Bense, hiç ölmeyeceklerini düşünen, her adımlarında kendileriyle çelişen, hiçbir edimlerinin hesabını veremeyecek insanlarla çevriliydim. Adil bir oyun değildi bu, bütün kartlar karşımdaki insanların aleyhineydi. Ben don Juan'ın istikrarlı davranışlarına, kibirden tamamen yoksun oluşuna, zekâsının erişilmez derinliğine alışıktım; bu nitelikleri barındıran farklı bir davranış modeli var olduğundan tanıdığım insanların ancak birkaçı haberdardı. Çoğunun tek bildiği özün-yansıtılması modelinden ibaretti, ve bu da insanı zayıflatıyor ve bozuyordu.

Bütün bunların sonucunda okuldaki çalışmalarımda da çok büyük güçlükler çekmeye başlamıştım. İpin ucunu kaçırmak üzereydim. Akademik çabalarımı mazur gösterecek bir gerekçe bulmaya umutsuzca çabalıyordum. Bu konuda bana destek verecek ve okulla aramda bir bağ kuracak tek fikir pek sudan bir şeydi; don Juan'ın bir zamanlar bana vermiş olduğu bir öğüttü bu; savaşçı-gezginlerin bilgiyle—sunulan ne tür bilgi olursa olsun—aşk serüveni yaşamaları gerektiğini söylemişti.

Savaşçı-gezgin kavramını, savaşçı olan ve farkındalığın karanlık denizinde yolculuk eden büyücüler olarak tanımlıyordu. İnsanoğullarının bir zamanlar farkındalığın karanlık denizinin gezginleri olduklarını, bu dünyanın yolculuklarının duraklarından sadece biri olduğunu eklemiş, ve o sırada ifşa etmek istemediği dış nedenler yüzünden gezginlerin yolculuklarını kestiklerini söylemişti. İnsanoğullarının bir tür burgaca, dairesel bir akıma yakalandıklarını, ve aslında durağan oldukları halde bunun onlarda devinme izlenimi yarattığını anlatmıştı. İnsanoğullarını tutsak eden bu güç her ne ise, karşısında sadece büyücülerin durabildiğini ileri sürüyor, onların disiplinleri ile bu gücün pençesinden kurtulup farkındalık yolculuklarını sürdürdüklerini söylüyordu.

Benim için zerre kadar anlam ifade etmeyen antropolojik sorunlar üzerine ilgimi odaklamaktaki yetersizliğim, okul hayatımdaki son karmaşık buhranımı körüklemekteydi; ilgisizliğim bu konuların cazibeden yoksun olmalarından kaynaklanmıyordu, sözcüklerin ve kavramların tıpkı bir yasal belgedeki gibi teamül oluşturmak üzere değiştirilmiş olmasıydı bunun nedeni. Tüm insan bilgisinin bu yöntemle oluşturulduğu, ve her bireyin çabasının, bir bilgi sisteminin inşasında bir yapı taşı olduğu savunuluyordu. Önüme konan örnek, içinde yaşadığımız ve bizim için paha biçilmez bir önem taşıyan hukuk sistemiydi. Ancak o zamanlar sahip olduğum romantik kavramlar kendimi antropolojinin avukatlığını yapar durumda düşünmekten alıkoyuyordu. Her şeyiyle benimsemiş olduğum kavram, antropolojinin tüm insani çabaların, ya da insanlığın ölçütleri için matris oluşturması gerekliliğiydi.

Mükemmel bir pragmatist, bilinmeyenin gerçek bir gezgin-savaşçısı olan don Juan, bana budalalık ettiğimi söyledi. Bana sunulan antropolojik konuların sözler ve kavramlar manevraları biçiminde olmaları dert değildi ona göre; önemli olan şey disiplin alıştırması yapmaktı.

"Hiç fark etmez," dedi bir keresinde, "istediğin kadar iyi bi okuyucu ol, kaç tane harika kitap devirmiş olursan ol. Asıl önemli olan, okumak istemediklerini okuma disiplinin olmasıdır. Büyücülerin okula gitme disiplinlerindeki can alıcı nokta, reddettiklerinde yatar; kabul ettiklerinde değil."

Çalışmalarıma biraz ara vermeye karar verdim ve çıkartma imal eden bir firmanın resim bölümünde çalışmaya başladım. Tüm gayretimi, tüm zihnimi vakfetmem gereken bir işti bu. Bana verilen işleri en mükemmel ve hızlı şekilde başarmam gerekiyordu. Serigrafi yöntemiyle çıkartmalara dönüştürülecek figürleri taşıyan plastik sayfaları hazırlamak, hiçbir yeniliğe yer bırakmayan son derece standart bir işlemdi; ve çalışanın verimlilik ölçütü hatasızlığı ve süratiydi. Tam bir iş-kolik olmuştum, yaptığım işe bayılıyordum.

Resim bölümünün müdürü ile hemen dost olduk. Beni nerdeyse kanadının altına almıştı. Adı Ernest Lipton'du. Ona hayranlık ve büyük bir saygı besliyordum. İyi bir ressam ve mükemmel bir sanatkârdı. Tek kusuru yumuşaklığıydı; başkalarının istek ve duygularına karşı pasiflik sınırlarına varan inanılmaz bir anlayış gösteriyordu.

Örneğin, bir gün öğle yemeği yediğimiz lokantanın park yerinden arabasıyla çıkıyorduk. Gayet kibarca durup bir başka arabanın park ettiği yerden çıkmasını bekledi. Arabanın sürücüsü besbelli bizi görmemişti, geriye doğru hızla üzerimize geliyordu. Ernest Lipton pekâlâ korna çalıp adamı uyarabilirdi. Bunun yerine, geri zekâlı gibi sırıtarak, adam bizim arabaya toslayana kadar oturup bekledi. Sonra dönüp benden özür diledi.

"Vay anasını, kornaya basabilirdim aslında," dedi, "ama siktirici şey öyle bir bangırdıyor ki mahçup oluyorum."

Ernest'in arabasına bindiren adam küplere binmişti, onu yatıştırmak zorunda kaldık.

"Kaygılanmayın," dedi Ernest, "Arabanızda hasar yok. Benim de sadece farlarım kırıldı; ben onları değiştirecektim zaten."

Başka bir gün, aynı lokantada öğle yemeğinde Ernest'in konukları olan, çıkartma firmasının müşterilerinden birkaç Japon'la hararetli bir sohbete dalmıştık.Yemekleri getiren garson masadaki salata tabaklarından birkaçını kaldırıp, elindeki kocaman sıcak antre tabakları için dar masada yer açmaya çalışıyordu. Japon müşterilerden biri de kendi önünü boşaltmak istedi. Tabağını öne iterken Ernest'inkine çarptı, ve tabak masanın kenarına doğru kaymaya başladı. Ernest adamı uyarabilirdi, ama yapmadı. Tabak kucağına düşene kadar öylece oturup sırıttı.

Cvp: 14 - Berrak Görünüm

Başka bir seferinde evine yardıma gitmiştim, avlusuna bir çardak yapacaktık, gölge yapması ve üzüm vermesi için asma yetiştirmek istiyordu. Direkleri önceden geniş bir çerçeve halinde hazırladık; sonra bir kenarını kaldırıp tavandaki yatay kirişlere cıvataladık. Ernest uzun boylu, çok kuvvetli bir adamdı, çerçevenin öbür tarafını kaldırıp, kirişlerde önceden açmış olduğumuz deliklere cıvataları yerleştirmem için tuttu. Ama ben daha başlayamadan kapı ısrarla vurulmaya başlamıştı, Ernest çerçeveyi tutacağını söyleyerek gidip kapıya bakmamı rica etti.

Kapıdaki Ernest'in karısıydı, elleri yiyecek paketleriyle doluydu. Beni öyle bir lafa tuttu ki, Ernest aklımdan çıktı. Aldıklarını kaldırmasına yardım bile ettim. Kereviz demetlerini yerleştirirken, arkadaşımı çerçeveyi tutar vaziyette bıraktığımı hatırlayıverdim, onu bildiğim için, herkesin kendisi kadar düşünceli olduğunu varsayarak hâlâ aynı pozisyonda dikildiğini tahmin etmem zor değildi. Deli gibi arka bahçeye koştum, Ernest yere serilmiş yatıyordu. Ağır tahta çerçeveyi havada tutmaktan bitkin düşüp sonunda yere yıkılmıştı. Kımıldayacak hali kalmamış görünüyordu. Çardağı kaldırmak için arkadaşlarını çağırmak zorunda kaldık—artık hiçbir şey yapacak durumda değildi. Gidip yattı. Fıtık olduğundan kuşkusu yoktu.

Ernest Lipton hakkında anlatılanlar içinde en ünlü öykü, arkadaşlarıyla San Bernardino dağlarına yürüyüşe gittiği hafta sonu başına gelenlerle ilgiliydi. Gece dağda kamp kurmuşlardı. Herkes uyurken Ernest Lipton çalılıklarda tuvaletini yapmak için kalkmış, ve son derece düşünceli bir adam olduğu için, kimseyi rahatsız etmesin diye kamptan bir hayli uzaklaşmıştı. Karanlıkta kaymış ve yamaçtan aşağıya yuvarlanmıştı. Sonradan arkadaşlarına anlattığına göre, vadinin dibine kadar düşüp öleceğinden emindi. Şans eseri, bir kaya çıkıntısına parmaklarının ucuyla tutunmuş, karanlıkta ayaklarıyla destek arayarak saatlerce orada asılı kalmıştı, kolları artık kaya çıkıntısını bırakmak üzereydiler—bu da ölüm demekti. Bacaklarını mümkün mertebe uzatarak tutunabilmesine destek olacak minicik çıkıntılar bulmuştu. Tıpkı çizdiği çıkartmalar gibi, kayaya yapışıp kalmıştı, en sonunda ortalık aydınlanıp da yerden sadece otuz santim yukarıda olduğunu görünceye kadar.

"Ernest, bağırıp imdat isteyebilirdin," diye yakındı arkadaşları.

"Yaa, ama yararı olmaz diye düşündüm," diye cevap verdi. "Kim duyardı ki beni? Vadinin içine en az bir mil yuvarlandığımı sanıyordum. Üstelik, herkes uykudaydı."

Ernest Lipton son darbeyi, kendine ekonomik bir araba, bir Volkswagen Beetle almaya kalktığında yedi; her gün eviyle işi arasında iki saat araba kullanıyordu; onun için bir galon benzinle kaç mil gittiğine kafayı takmıştı. Bir sabah gelip de bir galonla 125 mil gittiğini ilan ettiğinde son derece şaşırdım. En küçük ayrıntıları hesap eden bir adam olduğu için, inceden inceye anlattı; yolun büyük kısmını şehir içinde değil, otobanda yapmıştı, ancak trafiğin en yoğun saatlerinde olduğundan sık sık yavaşlaması, ardından tekrar hızlanması gerekmişti. Bir hafta sonra, galon başına 250 mile çıktığını söylüyordu.

Bu hayret verici olay, Ernest inanılmaz bir rakama ulaşana dek sürüp gitti: galon başına 645 mil. Arkadaşları ona bu rakamı Volkswagen firmasının kayıtlarına geçirtmesi gerektiğini bildirdiler. Ernest Lipton mutluluk ve gururla ışıldayarak, bin mile ulaşırsa ne yapacağını bilmediğini anlatıyordu. Dostları bunu bir mucize olarak ilan etmesi gerektiğini söylediler ona.

Bu olağanüstü durum, Ernest bir sabah dostlarından birini iş üstünde yakalayıncaya kadar devam etti; en eski oyunlardan biri oynanmıştı ona; arkadaşı deposuna benzin ekliyordu. Her sabah üç-dört maşrapa benzin koyuyordu arabaya; böylece deponun ibresi asla boş göstermiyordu.

Emest Lipton nerdeyse kızmıştı. En sert tepkisi şu oldu: "Vay canına! Komik olduğunu mu sanıyorsun?"

Arkadaşlarının ona oynadığı oyundan haftalardır haberim vardı, ama müdahale edememiştim. Benim üstüme vazife olmadığını düşünüyordum. Ona bunu yapanlar Ernest'in ömrünce dostu olmuşlardı. Bense yeni katılmıştım aralarına. Bakışındaki düş kırıklığını ve incinmişliği, öfkelenmedeki âcizliğini görünce, beni bir suçluluk ve huzursuzluk dalgası kapladı. Gene o eski düşmanımla yüzyüze gelmiştim. Onu hor görüyordum, ve aynı zamanda da çok seviyordum. Çaresizdi.
İşin aslı şuydu; Ernest Lipton babama benziyordu. Kalın camlı gözlükleri ve açılan alnı, hiçbir zaman doğru dürüst traş edemediği hafif uzamış kır sakalları babamın hatlarını canlandırıyordu zihnimde. Düz, sivri burnuyla sivri çenesi de aynıydı. Ama onun babamla benzerliğini alabildiğine kuvvetlendiren, Ernest Lipton'un öfkelenmekten, ve şakacıların suratlarına bir tane yapıştırmaktaki âcizliğini görmekti aslında; beni baş edemeyeceğim duygulara götüren asıl buydu işte.

Babamın, en iyi arkadaşının kız kardeşine nasıl çılgınca âşık olduğunu anımsıyordum. Bir gün bir tatil kasabasında bu kızı genç bir adamla el ele görmüştüm. Kızın annesi de refakatçi olarak yanlarındaydı. Kız öyle mutlu görünüyordu ki. İki genç kendilerinden geçmiş bir halde, göz gözeydiler. Görebildiğim kadarıyla doruktaki bir gençlik aşkıydı bu. Babamı görür görmez hepsini anlattım, on yaşımın bütün hainliğiyle öykümün her anının tadını çıkararak, kız arkadaşının gerçek bir erkek arkadaşı olduğunu söyledim ona. Çok şaşırmıştı. Bana inanmadı.

"Ama kızla hiç konuşmuş muydun?" diye sordum, korkusuzca. "Senin kendisine âşık olduğunu biliyor mu?"

"Aptallaşma, seni küçük hınzır," diye atıldı. "Hiçbir kadına gidip de böyle boktan bir şey söyleyemem!" Şımarık bir çocuk gibi huysuz huysuz baktı bana, öfkesinden dudakları titriyordu.

"O, benim! Benim ona bir şey söylemem gerekmeden benim kadınım olduğunu bilmesi lazım!"

Hayatı boyunca her şeyi hiç çaba göstermeden elde etmiş bir çocuğun güveni vardı sesinde.

Ben de formumun zirvesindeydim, son cümlemi patlattım. "Eh," dedim, "sanırım birinin bunu söylemesini bekliyordu, ve birisi de senden önce davranmış."

Zıplayıp kaçmaya hazırlandım, çünkü bütün öfkesiyle bana bir tane indirmesini bekliyordum, ama bunu yapmak yerine büzülüp kaldı ve ağlamaya başladı. Kontrol edemediği hıçkırıklar arasında benden bir ricada bulundu, her şeyi becerebildiğime göre, kızı gözetleyip neler olduğunu ona anlatabilir miydim lütfen?

Anlatamayacağım kadar hakir görüyordum babamı, ve aynı zamanda tarifsiz bir hüzünle seviyordum. Onu böyle bir utanca sürüklediğim için lanet okudum kendime.

Ernest Lipton bana öylesine babamı hatırlatıyordu ki, okula geri dönmem gerektiği bahanesiyle işi bıraktım. Zaten sırtımda taşıdığım o yükü büsbütün ağırlaştırmanın anlamı yoktu. Babama verdiğim ıstıraptan dolayı hiç affetmemiştim kendimi; bu kadar korkakça davrandığı için babamı da affetmemiştim.

Okula geri döndüm ve tekrar antropoloji çalışmalarımla kaynaşabilmek için muazzam bir uğraşa giriştim. Bu kaynaşmayı çok zorlaştıran bir şey vardı; kolaylıkla ve keyifle birlikte çalışabileceğim birini bulmuştum, hayranlık duyduğum bir tarzı, atılgan bir merakı vardı bu kişinin, bocalamadan ve savunulamayacak noktaları savunmaya kalkmadan bilgisini aktarabiliyordu, ama sorun benim bölümümde olmamasıydı; bir arkeologdu bu adam. Zaten ilk başta alan çalışması yapmakla ilgilenmemin nedeni de onun üzerimdeki etkisiydi. Belki de, gerçekten alana çıkıp bilgiyi kazarak çıkarıyor olduğu gerçeği, bu eylemselliği onu benim için bir sağduyu vahası haline getirmişti. Alan çalışması yapmam için beni teşvik eden ve yitireceğim hiçbir şey olmadığını söyleyen tek kişiydi, o.

"Ancak her şeyi kaybettiğinde bir şeyler kazanabilirsin," demişti bir keresinde; akademik hayatımda aldığım en doğru öğüttü bu. Don Juan'ın da öğüdünü tutarak özün-yansıtılması ile ilgili saplantımı düzeltme yolunda çalışırsam gerçekten kaybedeceğim hiçbir şey yoktu; üstelik kazanacağım dünya kadar şey vardı. Ama o zamanlar bu benim olasılıklarım arasında yer almıyordu.

Birlikte çalışabileceğim bir profesör bulmakta zorlandığımı don Juan'a anlattığımda gösterdiği tepki bana acımasızca geldi. Dar görüşlü bir hıyar, hatta daha da beter bir şey olduğumu söyledi. Zaten bildiğim bir şeyi söylüyordu bana; o kadar gergin olmasaydım okulda da, iş hayatında da herkesle başarılı bir şekilde çalışabilirdim.

"Savaşçı-gezginler şikâyet etmezler," diye devam etti don Juan. "Onlar, sonsuzluğun sunduğu her şeyi bi meydan okuma diye alırlar. Meydan okuma meydan okumadır. Kişisel değildir. Bi lanet ya da bi lütuf olarak alınamaz. Bi savaşçı-gezgin ya bu meydan okumayı başarır, ya da mahvolur. Kazanmak daha heyecan vericidir, onun için git ve kazan!"

Cvp: 14 - Berrak Görünüm

Onun için ya da bir başkası için böyle konuşmanın kolay olduğunu söyledim, ama bunu becermek öyle zordu ki, hele de benimkiler gibi istikrarsız arkadaşlardan kaynaklanan bir sürü çözümsüz dertle uğraşırken.

"Hatalı olan çevrendeki insanlar değil," dedi. "Onların çıkar yolu yok. Hata sende, çünkü senin çıkar yolun var, ama sen ta içinde onları yargılamakla meşgulsün. Her geri zekâlı yargılamayı becerebilir. Onları yargıladığın sürece sadece en kötü yanlarını ortaya çıkarırsın. Biz insanoğulları, hepimiz mahpusuz, ve bu kadar acınası davranmamızın nedeni mahpushanemiz. Senin meydan okuman, insanları oldukları gibi kabul etmek! Rahat bırak onları."

"Bu kez tümüyle yanılıyorsun, don Juan," dedim. "İnan bana, onları yargılamaya da, ayağıma dolanmalarına izin vermeye de kesinlikle niyetim yok."

"Neden bahsettiğimi anlıyorsun aslında," diye üsteledi inatla. "Eğer onları yargılama arzunun bilincinde değilsen," diye devam etti, "düşündüğümden de berbat durumdasın demektir. Yolculuklarına yeniden başlayan sayaşçı-gezginlerin kusurudur bu. Burunları havadadır, kontrolsüzdürler."

Şikâyetlerimin son derece küçük hesaplara dayandığını itiraf ettim don Juan'a. Farkındaydım bunun. Günlük olaylarla yüz yüze geldiğimde, çirkinliklerinin bütün gücümü tükettiğini, zihnime bütün ağırlığıyla çöken bu olayları kendisine aktarmaktan utandığımı söyledim.

"Hadi," diye sıkıştırdı beni. "Çıkar hepsini! Benden sır saklama. Boş bi tübüm ben. Bana söylediğin her şey sonsuzluğa yansıtılacaktır."

"Bütün yaptığım, sefil bir şekilde sızlanmak," dedim.

"Ben de tıpkı tanıdığım tüm o insanlar gibiyim. Gizli ya da açık bir yakınma işitmeden bir tekiyle bile konuşamazsın." Arkadaşlarımın en basit sohbete bile sayısız şikâyet sokuşturmayı nasıl becerdiklerini anlattım don Juan’a; örneğin şu konuşmadaki gibi:

"Nasıl gidiyor, Jim?"
"Eh, iyi, iyi, Cal." Bunu kocaman bir sessizlik izler. Sormaya mecbur olurum, "Bir şey mi var, Jim?"
"Hayır! Her şey harika. Mel'le biraz sorun yaşıyorum, ama Mel nasıldır, bilirsin—bencil ve boktan herifin tekidir. Ama dostları olduğu gibi kabul etmeli, değil mi? Biraz daha anlayışlı olabilirdi tabii. Ama siktir et. Neyse o, işte. Her şeyi sana yükler hep—ya yap, ya git. Bunu on iki yaşımızdan beri yapıyor, o yüzden aslında hata bende. Ne halt etmeye taşıyorum ki onu?"

"Eh, haklısın, Jim. Mel'le geçinmek çok zordur. Öyle!"

"Eh, boktan heriflerden bahis açılınca, sen de Mel'den iyi sayılmazsın, Cal. Sana da hiç güven olmuyor," vb.

Başka bir klasik diyalog örneği:
"Ne var ne yok, Alex? Evlilik hayatın nasıl?"
"Ah, harika. Hayatımda ilk kez, düzenli yemek yiyorum, ev yemekleri, ama kilo alıyorum. Televizyon seyretmekten başka yapacak işim yok. Sîzlerle çıkardım eskiden, ama artık yapamam. Theresa bırakmaz. Siktir olmasını söyleyebilirim elbette, ama onu kırmak istemem. Hayatımdan memnunum, ama acınacak haldeyim."

Oysa Alex evlenmeden önce daha da acınacak haldeydi. Her karşılaştığımızda yaptığı bir klasik şakası vardı, "Hey, arabaya gelin de sizi benim kaltakla tanıştırayım," derdi.

Arabadakinin Alex'in dişi köpeği olduğunu görüp de hayallerimiz yıkılınca keyfinden geçilmezdi. "Kaltağını" bütün dostlarına tanıştırmıştı. Bir uzun mesafe koşucusu olan Theresa'yla evlendiğinde hepimiz şok geçirdik. Alex’in baygınlık geçirdiği bir maraton sırasında tanışmışlardı. Dağlardaydılar, ve Theresa'nın onu bir şekilde ayıltması gerekmiş, bunun için suratına işemişti. Ondan sonra Alex onun tutsağı olmuştu. Theresa mıntıkasını işaretlemişti. Arkadaşları "Theresa'nın çiş tutsağı" diyorlardı Alex'e. Hepsi Theresa'nın antika Alex'i şişko bir köpeğe çeviren gerçek bir kaltak olduğunda hemfikirdiler.

Don Juan'la bayağı güldük. Sonra yüzüme ciddi bir ifadeyle baktı.

"Bunlar gündelik yaşamın iniş çıkışları," dedi don Juan. "Kazanırsın, kaybedersin, ve ne zaman kazanıp ne zaman kaybettiğini bilmezsin. Özün-yansıtılması kuralının altında yaşayan birinin ödediği bedeldir bu. Benim sana söyleyebileceğim hiçbi şey yok, senin de kendine söyleyebileceğin hiçbi şey yok. Bi hıyar olduğun için suçluluk duymamanı, ama özün-yansıtılmasının hâkimiyetini bitirmek için de canını dişine takmanı salık verebilirim sana yalnızca. Okula geri dön. Daha pes etme."

Eğitimimi sürdürmeye olan ilgim iyice zayıflamaya başlamıştı. Otomatik pilota takılı gibi yaşıyordum. Sıkıntılı ve karamsardım. Ancak buna zihnimin katılmadığının da farkındaydım. Hiçbir şey tasarlamıyor, hiçbir amaç ya da beklenti oluşturmuyordum. Saplantılı olan düşüncelerim değil, duygularımdı. Sakin zihnimle çalkantılı duygularım arasındaki bu ikili durum için bir kavram oluşturmaya çalışıyordum. Bir gün bu zihinsel boşluk ve ezici duygular içinde antropoloji bölümünün bulunduğu Haines Hall'dan çıkmış, öğle yemeğim için kafeteryaya yürümekteydim.

Birbenbire garip bir titreme her yanımı kapladı. Bayılacağımı sandım ve oradaki tuğla basamaklara iliştim. Gözlerimin önünde sarı lekeler vardı. Fırıl fırıl dönerek düşüyormuşum duygusuna kapıldım. Kusmak üzere olduğumdan emindim. Görüşüm bulandı ve sonunda hiçbir şey göremez oldum. Fiziksel rahatsızlığım öyle mutlak ve yoğundu ki tek bir düşünceye bile yer bırakmıyordu. Sadece bedensel duyumlarım kalmıştı; bunlar korku ve endişe ile, devasa bir olayın eşiğinde olduğuma dair garip bir önsezinin karışımıydı. Bu duyumların düşünce olarak bir karşılığı yoktu. Sonra bir an geldi ki, artık oturuyor muydum yoksa ayakta mıydım, ayırdına varamaz oldum. İnsanın hayal edebileceği en zifiri karanlıkla kuşatılmıştım; ve ardından, enerjiyi evrendeki akışı içinde gördüm.

Bana doğru, ya da benden uzağa yürüyen art arda ışıltılı küreler görüyordum. Don Juan'ın bana hep anlattığı şekilde, teker teker görmekteydim onları. Farklı boyutlarından ötürü ayrı ayrı bireyler olduklarını anlamıştım. Yapılarının ayrıntılarını inceliyordum. Işıltıları ve yuvarlaklıkları, bir araya yapışmış gibi duran lifçiklerden oluşmuştu. İnce ya da kalın lifçiklerdi bunlar. Bütün o ışıltılı figürlerin her birinin kalın, salkımsaçak bir mahfazası vardı. Garip, ışıltılı, tüylü hayvanlara benziyorlardı, ya da ışıltılı tüylerle kaplı, yuvarlak devasa böceklere.

Beni en fazla şoka uğratan şey, bu tüylü böcekleri tüm ömrümce görmüş olduğumu idrak etmemdi. O anda bana öyle geldi ki, don Juan’ın onları istemli bir şekilde görmemi sağladığı her durumda, ben onunla birlikte dolambaçlı bir yol izlemiştim. İnsanları ışıltılı küreler olarak görmeme yardım ettiği her olayı anımsıyordum, ve onların hepsi o anda erişmiş olduğum görmenin özünden ayrıydı. O anda hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde anladım ki, ben enerjiyi evrendeki akışı içinde tüm ömrümce algılamıştım, hem de kendi başıma, kimsenin yardımı olmadan.

Bunu anlamak üzerimde dayanılmaz bir etki yaptı. Kendimi son derece zayıf, savunmasız hissettim. Bir şeylerin altına girmek, bir yerlere kaçıp saklanmak istiyordum. Çoğumuzun arada sırada gördüğü bir rüyaya benziyordu bu tıpkı; hani kendimizi çırılçıplak bulur da ne yapacağımızı bilemeyiz. Çıplaktan da öte bir şeydim, korunmasız, zayıf hissediyordum kendimi ve normal halime dönmekten de ödüm kopuyordu. Belirsiz bir biçimde, uzanıyormuşum duygusuna kapıldım. Normale dönüş için kendimi hazırladım. Kocaman bir izleyici halkasıyla çevrili olarak kaldırım taşlarına boylu boyunca uzanmış, kasılmalar geçirir vaziyette canlandırdım kendimi.

Yatmakta olduğum duygusu gittikçe kuvvetlenmeye başladı. Gözlerimi hareket ettirebildiğimi hissettim. Kapalı göz kapaklarımın arasından ışığı seçebiliyor, ama gözlerimi açmaktan korkuyordum. İşin tuhafı, çevremde olduğunu hayal ettiğim insanların sesleri çıkmıyordu. Hiçbir şey işitmiyordum. En sonunda gözlerimi açmaya cesaret edebildim. Wilshire ve Westwood bulvarlarının kesiştiği köşedeki büro evimde, yatağımdaydım.

Kendimi yatağımda bulmak beni iyice çıldırttı. Ama anlayamadığım bir nedenden ötürü, nerdeyse anında sakinleştim. Çılgınlığım bedensel bir kayıtsızlıkla yer değiştirmişti; ya da bedensel bir haz duygusuyla, örneğin iyi bir yemekten sonra hissedildiği gibi. Ancak zihnimi susturamıyordum. Enerjiyi tüm ömrüm boyunca doğrudan algılamış olduğumu anlamam, düşünebileceğim en büyük şoka uğratmıştı beni. Nasıl olurdu da farkına varamazdım bunun? Varlığımın bu cephesine ulaşmamı ne engellemiş olabilirdi? Don Juan her insanoğlunun enerjiyi doğrudan görme potansiyeli olduğunu söylemişti. Söylemediği şey ise, her insanoğlunun enerjiyi zaten doğrudan gördüğü, ama bunu bilmediğiydi.

Bu sorunu bir psikiyatr arkadaşıma açtım. Kuşkularıma ışık tutacak hiçbir çözüm getiremedi. Tepkimin bitkinlikten ve aşırı uyarılmaktan kaynaklandığını düşünüyordu. Bir Valium reçetesi yazıp dinlenmemi söyledi.

Nasıl geldiğimi bilmediğim yatağımda uyanışımı kimseye anlatmaya cesaret edememiştim. Bu yüzden don Juan'ı görme telaşım son derece haklı nedenlere dayanmaktaydı. Elimden geldiği kadar çabuk Mexico City'ye uçtum, bir araba kiraladım ve yaşadığı yerde aldım soluğu.

"Bütün bunları daha önce de yapmıştın!" dedi don Juan gülerek, ona akıl durdurucu deneyimimi anlattığımda. "Yeni olan iki şey var yalnızca. Biri, bu kez enerjiyi tamamen kendi başına algılamış olman. Yaptığın, dünyayı durdurmaktı, ve o zaman enerjiyi evrendeki akışı içinde daima görmüş olduğunu anladın; tıpkı her insaoğlunun yaptığı, ama istemli olarak bilmeksizin yaptığı gibi. Öbür yenilik ise, tümüyle kendi başına içsel sessizliğinden yola çıkmış olman.

"Benim söylemem gerekmeden biliyorsun ki, kişi içsel sessizliğinden yola çıkarsa her şey mümkündür. Bu kez korkun ve savunmasızlığın kendini ancak yatağında bulmana olanak verdi; bu da UCLA kampusundan pek uzak sayılmaz. Eğer şaşkınlığından ötürü düşkünlük göstermeseydin, yaptığının hiçbi şey olmadığını, bi savaşçı-gezgin için hiç de olağanüstü bi şey olmadığını anlardın.

Ama son derece büyük önem taşıyan asıl mesele, senin her zaman enerjiyi doğrudan algılamış olduğunu anlaman değil; içsel sessizliğinden yola çıkman da değil; iki yanlı bi olay, daha çok. Birincisi, eski çağ Meksika'sı büyücülerinin berrak görünüm, ya da insan formunu yitirme dedikleri bi şeyi yaşamış olman: insani dar kafalılığımızın yok olduğu an bu; sanki üzerimizi kaplayan bi sis tabakasının yavaş yavaş açılıp dağılması gibi. Ama hiçbi koşulda bunun tamamlanmış bi başarı olduğunu zannetmeyesin. Büyücülerin dünyası günlük yaşamın dünyasına benzemez; orada bi amaca ulaştın mı ebediyen başardığını söylemezler sana. Büyücüler dünyasında bi amaca ulaşmak, asla bitmeyecek savaşını sürdürmek için en verimli araçları elde etmiş olmak demektir yalnızca.

"Bu iki yanlı meselenin ikinci kısmı ise, insanoğullarının kalplerindeki en çıldırtıcı soruyla ilgili deneyimindir. Bunu kendine şu soruları sorduğunda dile getirdin: bütün ömrümce enerjiyi doğrudan algıladığımı nasıl olur da bilemem? Varlığımın bu cephesine erişmemi ne engellemiş olabilir?"

Cvp: 14 - Berrak Görünüm

.