Bir an için sustu. Kesinlikle soru ya da yorum bekler gibiydi. Ama benim ne soracak sorum ne de yapacağım bir yorum vardı. Gene de, kendimi soru sormaya zorunlu hissedip, uygun bir soru hazırlamaya çabaladım. Başaramadım. Söyleşiyi açarken getirdiği uyarıların belki de bendeki soruşturma isteğini engellemek amacıyla yapıldığını hissettim. Alışılmadık biçimde sersemlemiştim. Ne yoğunlaşabiliyor, ne de düşüncelerimi bir düzene sokabiliyordum. Düşünmekten âciz olduğumu en küçük bir kuşkuya yer vermeyecek biçimde anlamıştım. Ve sanki, böyle bir olasılık varmış gibi bunu düşünmeden biliyordum.
Don Juan’a bir göz attım. Bedenimin orta kısmına bakıyordu. Gözlerini kaldırdığı an zihnimin berraklığı geri geldi.
“Bildiğimiz her şeydir, tonal” diye yavaşça yineledi, “ve bu, kişiler olarak yalnızca bizleri değil, dünyamızdaki her şeyi de içerir. Göze görünen her şey tonaldır da denebilir.
“Onu, doğumla birlikte büyütmeye başlarız. İçimize havayı ilk çektiğimiz o an, tonal için de erkle nefes almaya başlamış oluruz. Yani, bi insanın tonalı, doğumuna yakından bağlıdır demek, uygun düşer.
“Bu noktayı unutmamalısın. Tüm bunların anlaşılması açısından çok önemli bu. Tona! doğumla başlar, ölümle biter.”
Tüm bu aşamaları bir araya getirmek istedim. Söyleşinin can alıcı noktalarını yinelemesini istemek amacıyla ağzımı açmıştım ki, şaşkınlıkla sözcüklerimi seslendiremediğimi gördüm. Çok ilginç bir yetersizlik örneği yaşıyordum; sözlerim bana ağır geliyordu, bu duyguyu denetim altına alamıyordum.
Konuşamadığımı imlemek amacıyla don Juan’a baktım. Gözlerini mide bölgeme dikmişti.
Gözlerini kaldırıp kendimi nasıl hissettiğimi sordu. Sözler, ipim çekilmiş gibi, ağzımdan dökülmeye başladı. Yabansı bir konuşamama ya da düşünememe duygusu yaşamış olduğumu, gene de, aynı anda düşüncelerimin çok berrak olduğunu söyledim.
“Düşüncelerin çok mu berraktı,” diye sordu.
Neden sonra, bu berraklığın düşüncelerime değil de dünyayı algılamama özgü olduğunu ayrımsadım.
“Bana bir şey mi yapıyorsun, don Juan?” diye sordum.
“Yorumlarının gerekli olmadığına inandırmaya çalışıyorum seni,” deyip güldü.
“Soru sormamı istemiyorsun anlamına mı geliyor bu?”
“Hayır, hayır. Ne istersen sor, ama dikkatini dağıtma.”
Konunun enginliğinin beni dağıttığını itiraf etmeliydim.
“Tonal her şeydir, anlatımıyla ne söylemek istediğini gene de anlamış değilim don Juan,” dedim, bir anlık suskunluğun ardından.
“Tonaldır, dünyayı yapan.”
"Tonal, dünyanın yaratıcısı mı?”
Don Juan, tırmalarcasına şakaklarını kaşıdı.
"Tonalın dünyayı oluşturması sözün gelişi. Hiçbi şeyi yaratamaz ya da değiştiremez, ama gene de oluşturur dünyayı; yargılamak, değer biçmek, tanıklık etmektir işlevi, çünkü. Tonal, dünyayı yapar, diyorum, zira tona/, kurallarını uyum içinde değerlendirir ve tanıklık eder. Tonal çok ilginçtir, hiçbi şey yaratmayan bi yaratıcıdır. Başka bi deyişle, tonal, dünyayı anlaması için gereken kuralları koyar. Yani, deyim yerindeyse, dünyayı yaratır.”
Parmaklarıyla, iskemlesinin kenarında belirli bir tartım tutturarak tanınmış bir havayı mırıldanmaya başladı. Gözleri parlıyordu; sanki kıvılcımlar çıkıyordu. Başını sallayarak kıkırdadı.
“Beni pek izleyemiyorsun,” dedi, gülerek.
“İzliyorum, canım. Sorun yok,” dedim ama sesim inandırıcı değildi.
“Tonal, bi adadır,” diye açıkladı. “Bunu tanımlamanın en iyi yolu, tonalın bi ada olduğunu söylemek.”
Elini masanın üstünde gezdirdi.
“Tonal, bu masanın üstü gibidir diyelim. Bi ada. Bu adanın üstünde de her şeyimiz var. Bu ada da aslında dünya.
“Her birimizin bi tonalı var, bi de her ana özgü ortak bi tonal var. Buna da zamanın tonalı diyebiliriz.”
Lokantadaki masa kümelerini gösterdi.
“Bak! Her masanın biçimi aynı. Kimi eşyalar hepsinin üzerinde bulunmakta. Gene de kişisel açıdan farklılar; kimi masaların üstü daha kalabalık; değişik yemekler var üstlerinde, değişik tabaklar, değişik bi hava, bununla birlikte, bu lokantadaki masaların oldukça benzeştiğini söyleyebiliriz. Aynı durum tonal için de geçerli. Nasıl bu lokantanın masaları benzeşiyorsa, bizleri de benzeştiren zamanların tonalıdır. Ayrı ayrı her masa hiç kuşkusuz kişisel bi durumdur, tıpkı her birimizin kişisel tonalı gibi. Akılda tutulması gereken en önemli nokta şu: kendimizle ve dünyayla ilgili bildiğimiz her şey tonal adası üzerinde yer alır. Anlıyor musun?”
“Kendimizle ve dünyayla ilgili olduğunu bildiğimiz her şey tonalsa, nagual nedir, peki?”
“Nagual, bizim hiç ilgilenmediğimiz parçamızdır.”
“Anlayamadım?”
“Nagual, bizim betimleyemediğimiz bölümümüzdür— isim yok, söz yok, duygu yok, bilgi yok.”
“Burada bir çelişki var don Juan! Fikrimce, hissedilemez, betimlenemez ya da adlandırılamaz ise, var olamaz demektir.”
“Çelişki senin fikrinde var. Seni uyarmıştım, anlamaya çabalarken kendini nakavt etme.”
“Nagual, zihindir diyebilir misin?”
“Hayır. Zihin masanın üzerindeki bi nesnedir. Zihin tonalın bi parçasıdır. Zihin acılı sostur diyelim.”
Bir sos şişesi alıp önüme bıraktı.
“Nagual, tin midir?”
“Hayır. Tin de masanın üstünde. Küllük de tin olsun.”
“İnsan düşüncesi midir, peki?”
“Hayır. Düşünceler de masanın üstünde. Düşünceler çatal bıçak takımı gibidir.”
Bir çatal alıp, sos şişesiyle küllüğün yanına koydu.
“İlahiyat mı? Cennet mi?”
“Onlar da değil. Bu dediklerin her neyse, o da masanın üzerinde; peçeteler örneğin.”
Sözünün ettiği şeyi betimleyebilmek amacıyla, olası her yolu denemeye giriştim; saf bilinç, insan ruhu, yaşam gücü, ölümsüzlük, yaşam ilkesi. Sözünü ettiğim her şey için, masanın üstünden bir nesneyi her şey önümde toplanıncaya dek benim tarafıma koydu.
Don Juan son kerte eğleniyormuş gibiydi. Kıkırdıyor, dile getirdiğim her yeni olasılığın ardından ellerini ovuşturuyordu.
“Nagual, Ulu Varlık, Kadir-i Mutlak, ya da Tanrı mı?” diye sordum.
“Hayır, Tanrı da masanın üstünde. Masa örtüsü de Tanrı’dır diyelim.”
Örtüyü kaldırıp, içindeki tüm nesnelerle birlikte çıkın yaparmış gibi gülünç bir öykünmede bulundu.
“Ama, sen Tanrı yok mu demek istiyorsun?”
“Hayır. Ben bunu demedim. Tüm söylemek istediğim, nagualın Tanrı olmadığıdır, çünkü Tanrı kişisel temalımızın ve zamanların tonalının bi nesnesidir. Tonal ise, daha önce de söylediğim gibi, dünyayı oluşturduğunu sandığımız her şeydir, tabii, Tanrı da dahil buna. Tanrının zamanımızın temalının bi parçası olmaktan başka bi önemi yoktur.”
“Don Juan, benim anlayışıma göre Tanrı her şeydir. Aynı şeyden söz etmiyor muyuz?”
“Hayır. Tanrı, düşünebildiğin her şeydir yalnızca. Doğru konuşmak gerekirse, o da masanın üstündeki başka bi nesne. Tanrı’ya her istediğinde tanık olamazsın, onun hakkında konuşabilirsin yalnızca. Öte yandan, nagual, savaşçının hizmetindedir. Tanık olunabilir, ama hakkında konuşulamaz.”
“Nagual, söylediğim hiçbir şeyin kapsamına girmiyorsa,” dedim, “Belki bana yerini söyleyebilirsin. Nerede bu?”
Don Juan, eliyle her tarafı süpürürmüş gibi yapıp, masanın sınırları ötesindeki bölgeyi gösterdi. Elini, tersiyle masanın ötesindeki imgesel bir yüzeyi temizliyormuşçasına devindirdi.
“Nagual, orda,” dedi. “Orda, adayı çevreliyor. Nagual, erkin olduğu yerdir.
“Daha doğduğumuz anda aslında iki parça olduğumuzu hissederiz. Doğum anında ve sonraki kısa sürede tümüyle nagualızdır. Sonra da, işlev görebilmek amacıyla, sahip olduğumuz parçanın bi karşı parçası olması gerektiğini hissederiz. Aranan, tonaldır; bu da, ta başından bizde bi eksiklik hissi yaratır. Sonra, tonal gelişmeye başlar ve bize işlev sağladığı için öylesine önem kazanır ki, nagualın parıltısı körelir; onu tümüyle kaplar. Artık tümüyle t o nal olduğumuz anda ise doğum anından başlayarak bize eşlik eden, ve bizi bütünleyen bi başka parça olduğunu sürekli anımsatan o eski yetersizlik duygusunun arttığını seyretmekten başka bi şey yapamayız.
“Tümüyle tonal olduğumuz andan başlayarak, eşler oluşturmaya koyuluruz. İki yanımız olduğunu hep duyumsarız ama bunu tonalın nesneleriyle dile getiririz. Bi yanımızın ruh, diğerinin beden olduğunu söyleriz. Zihin ve madde. Ya da, iyi ve kötü. Tanrı ve Şeytan. Aslında adanın üzerindeki şeyleri eşleştirdiğimizin ayırdına varamayız; bu, çayla kahveyi, ekmekle tortilla’yı, hardalla acılı sosu eşleştirmeye çok benzer. Diyorum sana, bizler tekinsiz hayvanlarız. Aklımız başımızdan gitmiştir; ama hâlâ, çılgınlar gibi, anlamlı şeyler yaptığımıza inanırız.”
Don Juan ayağa kalkıp bir konferansçı gibi konuşmaya başladı benimle. İşaret parmağını bana doğrultarak başını titretti.
“İnsan iyi ile kötü arasında değil, artı kavramı ile eksi kavramı arasında gidip gelir,” dedi, sesinde komik bir belagat titreşimiyle; bir eliyle tuzluğu diğeriyle biberliği kavramıştı. “Gerçek devinim artı ile eksi arasındadır.”
Tuzluğu ve biberliği bırakıp, bir çatalla bir bıçak kaptı.
“Yanlış diyorsun! Devinim yoktur,” diye sürdürdü, kendini yanıtlarmışçasına, “İnsan yalnızca zihindir.”
Sos şişesini tutup kaldırdı. Sonra, yerine bıraktı.
“Senin de gördüğün gibi,” dedi, yavaşça, “kırmızıbiber sosuyla zihnin yerlerini kolaylıkla değiştirip, sonra da, “İnsan yalnızca kırmızıbiber sosudur!” diyebiliriz, bu da bizim eskisinden daha kaçık olduğumuz anlamına gelmez.”
“Doğru soruyu soramadım, galiba,” dedim. “Adanın ötesindeki yerin neresi olduğunu anlamak amacıyla doğru soruyu sorabilseydim eğer, daha iyi bir anlayış yakalayabilirdik belki?”
“Bunu yanıtlamanın yok bi yolu. Bunu, hiçlik diye yanıtlasaydım bile, nagualı, o saat tonalın bi parçası durumuna sokmuş olurdum. İnsan adanın ötesinde bulur nagualı, tüm diyebileceğim bu.”
“Peki, ona nagual dediğin an, tonalın bir parçası konumuna getirmiş olmuyor musun?”
“Hayır. Böyle bir şey olduğunun bilincine varasın diye söyledim adını onun.”
“Peki! Ama nagualın bilincine varmak onu tonalın bir parçası konumuna getiren adımı atmak olmuyor mu?”
“Yazık, anlamıyorsun. Tonal ve nagualı gerçek bi çift olarak dile getirmiştim. Tüm yaptığım buydu.”
Bir zamanlar ona, anlam konusundaki ısrarcılığımın nedenini açıklamaya çalışırken, çocukların, anlamın üstesinden gelinceye dek “anne” ile “baba” arasındaki farkı anlayamadıklarını, bunu belki de yalnızca “babanın” pantolon, “annenin” ise etek giydiği ya da saç biçimi gibi farklar yoluyla kavrayabildikleri fikrini tartışmış olduğumu anımsattı.
“İki parçamızı betimleyebilmek için, bizler de kesinlikle aynı şeyi yaparız,” dedi. “Bi başka yanımız daha olduğunu duyumsarız. Ama ne zaman bu öbür yanımızı saptamak istesek, tonal, sopasını gösterir. Kıskanç, sıradan bi yöneticidir o. Kurnazca yanıltır bizi, gerçek çiftin öteki tekinden, nagualdan geldiğine inandığı en ufak imgeyi bile ezip geçmeye zorlar bizi.”