1

Konu: 19 - Dünyayı Durdurmak

Ertesi gün uyanır uyanmaz don Juan’a sorularımı sormaya başladım. Evin arkasındaki avluda yakacak odun kesmekteydi, ama don Genaro görünürlerde yoktu. Don Juan anlatacak bir şey bulunmadığını söyledi. Ben, nesnel bir yaklaşım sergilediğimi, don Genaro’nun “zeminde yüzdüğünü” herhangi bir açıklamaya ihtiyaç duymaksızın ya da onlardan bir açıklama talep etmeksizin gözlemlediğimi, ancak bu kısıtlamalarımın orada cereyan eden şeyleri anlayabilmeme yardımcı olmadığını anlattım. Ardından, arabamın yok oluşundan sonra, otomatikman mantıksal bir açıklama bulmaya çalışmadaki ısrarımın kasten tasarladığım, sırf sorun yaratmak amacıyla yaptığım bir şey değil de, bende ibiklerime işlemiş ve tüm öbür düşünceleri etkisiz kılan bir huy haline gelmiş olan bir şey olduğunu anlattım.
“Bir hastalık gibi, yani,” dedim.
“Hastalık diye bi şey yoktur,” diye yanıt verdi don Juan, dingince. “Yalnızca düşkünlük vardır. Sen, her bi şeyi açıklamaya çalışarak düşkünlüğünü sergiliyorsun. Senin durumunda açıklamalar gerekli değil artık.”
Ben, dayatarak sadece düzenli, anlayabildiğim koşullarda işlev görebildiğimi söyledim. Birlikte çalıştığımız süre boyunca kişiliğimi önemli oranda değiştirmiş bulunduğumu ve bu değişikliği mümkün kılan koşulun bu değişikliğe yol açan nedenleri kendime açıklayabilme yetimden kaynaklandığını ona anımsattım.
Don Juan sevecence güldü. Uzun süre bir şey söylemedi.
“Çok zeki bi insansın,” dedi nihayet. “Sen, her zaman yaşamış olduğun yere dön. Ama bu defa işin bitik senin. Gidecek bi yerin kalmadı. Artık sana hiçbi şeyi açıklamayacağım, dün Genaro sana her ne yaptıysa, onları senin bedenine yaptı, onun için bırak da neyin ne olduğuna bedenin karar versin.”
Don Juan’ın sesi dostçaydı ama kendini belli bir mesafede tutmaktaydı; bu bende dayanılmaz bir yalnızlık duygusu yarattı. Üzüntümü ifade ettim. Don Juan gülümsedi. Parmaklarıyla hafifçe elimin üstünü kavradı.
“İkimiz de ölecek olan varlıklarız,” dedi yumuşak bir sesle. “Eskiden yapmakta olduğumuz şeyler için zamanımız kalmadı artık. Şimdi sen, benim sana öğrettiğim olanca yapmamayı kullanarak dünyayı durdurmalısın.''
Elimi bir kez daha sıktı. Dokunuşu candandı, dostçaydı; benimle ilgilendiğini, beni sevdiğini göstermek istiyor gibiydi, ama aynı zamanda kararından dönmeyeceği izlenimini de veriyordu.
“Bu benim sana bi jestim ,” dedi, elimin üstünde duran elini bir ana gene sıkarak, “Şimdi sen o dost dağlara kendi başına gitmelisin.” Çenesiyle güneydoğu istikametindeki uzak sıra dağları imledi.
Orada, bedenim bana bırakmamı söyleyene dek kalmamı, sonra da onun evine dönmem gerektiğini söyledi. Beni arabamın bulunduğu yöne doğru hafifçe iterek başkaca bir şey söylemememi, daha fazla da beklemememi istediğini belli etti.
“Orada ne yapacağım ki ben?” diye sordum.
Don Juan yanıt vermedi ama başını iki yana doğru sallayarak bana baktı.
“Yeter artık,” dedi sonunda.
Sonra parmağıyla güneydoğuyu gösterdi.
“Oraya git,” dedi noktalayarak.
Don Juan’la dolaştığım zamanlar hep geçtiğimiz yolları izleyerek önce güneye, sonra da doğuya doğru sürdüm. Toprak yolun bittiminde arabamı park edip bildiğim bir keçiyolundan ilerleyerek yüksek yaylaya ulaştım. Orada ne yapacağıma ilişkin hiçbir fikrim yoktu. Sağa sola kıvrılarak dinlenecek bir yer aradım. Ansızın solumdaki küçük bir alanın farkına vardım. O noktada toprağın kimyasal birleşimi farklı gibiydi, ama gözlerimi o yerin üzerinde odakladığım zaman o farkı gösteren ayırt edici herhangi bir şey bulamadım. O noktadan birkaç adım ötede durup, don Juan’ın bana her zaman önerdiği gibi o farkı “duyumsamaya” çalıştım.
Belki de bir saat orada hareketsiz durdum. Kendi kendime konuşmalarım kesilene dek düşüncelerim giderek yok olmaya başladı. O zaman bir tedirginlik duydum. Sadece karnımda duyduğum bir şeydi bu ve söz konusu alana döndüğümde daha da keskinleşiyordu. O yerin beni itmekte olduğunu hissederek oradan uzaklaşmak istedim. Gözlerimi şaşı bakar duruma getirip o bölgeyi taradım; kısa bir yürüyüşten sonra genişçe düz bir kaya gördüm. Kayanın önünde durdum. Kayada beni özellikle çeken bir şey yoktu. Üzerinde herhangi özel bir renk ya da parıltı görmüş değildim, ama gene de o kaya hoşuma gitmişti. Bedenimde bir esenlik duydum. Her yanıma bir rahatlık hissi yayıldı; bir süre kayanın üzerinde oturdum.
Yüksek yaylada, ve orayı çevreleyen dağlarda ne yapacağımı ya da beklentimin ne olduğunu bilmeden bütün gün dolaştım durdum. Alacakaranlık bastırınca o düz kayaya döndüm. Geceyi orada geçirdiğim takdirde oranın güvenli olacağını kestirmiştim.

Cvp: 19 - Dünyayı Durdurmak

Ertesi gün yüksek dağlarda doğu yönünde daha da ilerilere gitmeyi göze aldım. Akşamın geç saatlerinde daha da yüksek bir yaylaya ulaşmıştım. Daha önce oraya gelmişim gibi hissettim. Anımsamak amacıyla çevreme baktım ama orayı çeviren doruklardan hiçbirini tanıyamadım. Uygun bir yer seçtikten sonra çıplak kayalık bir alanın kıyısında dinlenmek için oturdum. Çok ılık, asude bir yerdi. Sukabağımdan biraz yiyecek çıkarayım dedim, ama boşalmıştı. Biraz su içtim. Ilımış, bayatlamıştı. Don Juan’ın evine dönmekten başka çarem kalmadığını, derhal geriye dönmek için yola koyulmam gerektiğini düşündüm. Karın üstü yere uzanarak başımı koluma yasladım. Rahat edemeyip pozisyonumu birkaç kez değiştirdikten sonra batıya doğru dönmüş olduğumu gördüm. Güneş epey alçalmıştı. Gözlerim yorulmuştu. Gözlerimi yere doğru çevirip baktığımda irice siyah bir böcek gördüm. Küçük bir kayanın ardından, boyunun iki katı irilikte bir gübre parçasını iterek gelmekteydi. Uzun bir süre onun hareketlerini izledim. Böcek benim mevcudiyetimle ilgilenmeksizin yükünü yerdeki kayaların, köklerin, girintilerin ve çıkıntıların arasından habire itmekteydi. Anladığım kadarıyla, böcek benim orada olduğumun farkında değildi. Böceğin benim varlığımın farkında olmadığını bilmemin imkânsız bir şey olduğunu düşündüm; bu düşünce zihnime, benim dünyama karşı bir böceğin dünyasına ilişkin bir dizi ussal değerlendirmelerin sökün etmesine yol açtı. Böcek de ben de aynı dünyada yaşıyorduk, ama kuşkusuz ki bu dünya ikimiz için aynı dünya olmaktan uzaktı. Kendimi böceğe bakmaya kaptırıp, o yükünü kayaların arasından, yarıkların içinden taşıması için gereksindiği muazzam gücü hayretle düşündüm.
Böceği uzun süre gözlemledikten sonra çevremdeki sessizliğin farkına vardım. Sadece, çalılıklardaki dalların ve yaprakların rüzgârla titreştiğini işitebiliyordum. Yukarıya doğru baktım, birden gayri ihtiyari olarak soluma doğru döndüm, belirsiz bir gölgenin ya da birkaç adım ötedeki bir kayanın üzerinde bir şeyin titrediğini görür gibi oldum. Önce bunu önemsemedim ama o gölgenin solumda olduğu aklıma geldi. Tekrar ansızın döndüm—kayanın üzerindeki bir gölgeyi açıkça sezgiledim. Gölgenin derhal kayadan yere doğru kaydığı, toprağın da onu kurutma kağıdının mürekkebi çekivermesi gibi emdiği şeklinde tekinsiz bir duyguya kapıldım. Tüylerim diken diken olmuştu. Ölümün bana ve o böceğe bakmakta olduğunu düşündüm.
Tekrar böceğe bakayım dedim, ama onu bulamadım. Hedefine ulaşmış ve yükünü yerdeki bir deliğin içine bırakmış olabileceğini düşündüm. Yüzümü, düzgünce bir kayaya yasladım.
Böcek derin bir delikten çıkarak yüzümden beş on santimetre ötede durdu. Sanki bana bakmaktaydı, zira bir an için onun benim varlığımın farkına, belki de benim kendi ölümümün farkına vardığım şekilde vardığını duyumsadım. Gene tüylerim ürperdi. O böcekle benim aramda o kadar fark yoktu demek. Ölüm, bir gölge gibi, ikimizi de koca bir kayanın ardından kollamaktaydı. Alışık olmadığım bir sevinçle doldu içim. O böcek de ben de birbirimizden farksızdık. Hiçbirimiz, öte kinden daha üstün değildi. Ölümümüz bizi eşit kılıyordu.
İçimi dolduran sevincim, kıvancım öyle çoğaldı ki, ağlamaya başladım. Don Juan haklıydı. Her zaman haklı olmuştu o. Başka herkes gibi ben da son kerte giz dolu bir dünyada yaşıyordum, son kerte giz dolu bir varlıktım ben, ama gene de bir böcekten daha önemli değildim. Gözlerimi silerek ellerimin tersiyle onları ovalarken bir adam, ya da adam şeklinde bir şey gördüm. Elli metre kadar sağımda durmaktaydı. Doğrularak onu görmeye çalıştım. Güneş nerdeyse ufuk çizgisine ulaşmıştı, güneşin sarımtırak kızartısı net bir görüntü sağlamamı engelliyordu. Tam o anda tuhaf bir gürültü işittim. Uzaktan geçen bir jet uçağının sesine benziyordu. Dikkatimi ona yönelttiğimde, gürültü artarak uzatılmış keskin metalik bir cızırtıya dönüştü, sonra da yumuşayarak ipnotize edici bir ezgi halini aldı. Elektrik akımının titreyişini andıran bir ezgiydi bu. Bu ses, aklıma birbirine yaklaşan elektrikli iki küreyi ya da birbirine sürtünen, tam bir hizaya geldiklerinde de, birbirine vurarak çakışan kare şeklinde elektrikli iki levhayı getiriyordu. Tekrar dikkatle bakıp, benden saklanıyor gibi görünen o kimseyi görme ye çalıştım, ama çalılıkların önünde duran koyu renkli bir karaltıdan başka bir şey göremedim. Ellerimi gözlerimin üzerine koyarak siper ettim. Güneş ışığının parlaklığı o anda değişverdi de, o zaman onun sadece optik bir yanılma, gölge ve bitkilerin bir oynaşması olduğunu kavradım.

Gözlerimi oradan ayırdığımda, uzakta bir çakalın telaşsızca yürüdüğünü gördüm. Çakal, adam gördüğümü zannettiğim noktaya yakın bir yerdeydi. Güney doğrultusunda elli metre kadar ilerledikten sonra dönerek bana doğru yürümeye başladı. Korkup da kaçsın, diye birkaç kez bağırdım, ama yaklaşmaya devam etti. Bir an korkuya kapıldım. Belki de kuduzdur, diye, bana saldırdığı takdirde kendimi korumak amacıyla yerden taş toplamayı bile geçirdim. Hayvan benden dört beş metre bir uzaklığa geldiğinde onun son derece sakin olduğu dikkatimi çekti; hiç de telaşlı ya da korkmuş görünmüyordu. Adımalarını yavaşlatarak üç metre kadar önümde durdu. Birbirimize baktık, ardından çakal daha da yaklaştı bana. Kahverengi gözleri dostça ışıldıyordu. Ben kayalığa oturdum, çakal da nerdeyse bana değecek kadar yaklaştı. Hayretten donakalmıştını. Vahşi bir çakalı o kadar yakından hiç görmemiştim; o anda yapılacak tek şeyin onunla konuşmak olduğunu düşündüm. Dostça, bir köpekle konuşur gibi konuşmaya başladım onunla. Sonra da çakalın benimle “konuştuğunu” sandım. Onun bana bir şey anlattığına kesinlikle emindim. İyice afallamıştım, ama duygularımı tartacak zaman bulamadım, zira çakal benimle yeniden “konuştu”. Gerçi hayvan sözcükleri benim alışık olduğum, insanların seslendirdiği sözcükleri işitme biçiminden farklı bir şekilde seslendirmekte filan değildi; bu daha ziyade onun konuştuğuna ilişkin bir “duygu”ydu. Ama bu bir insanın evindeki kedisi ya da köpeğiyle kurduğu iletişimdekine benzeyen bir duygu değildi. Çakal gerçekten bir şeyler anlatmaktaydı, bir düşünceyi aktarmakta, o iletişim de, bir tümceye çokça benzeyen bir şekilde çıkmaktaydı. Ben ona, “Nasılsın, küçük çakal?” demiştim. Ve galiba onun bana, “İyiyim, sen nasılsın?” diye sorduğunu işitmiştim. Sonra çakal o tümceyi yineleyince, fırladığım gibi ayağa kalktım. Hayvan kılını bile kıpırdatmamıştı. Ben aniden zıpladığımda ürkmemişti bile. Gözleri hâlâ dostça ışıdamaktaydı. Karnının üzerine uzanarak başını kaldırdı; sordu: “Ne diye korkuyorsun?” Çakalın karşısında oturup onunla hayatımın en acayip sohbetini yapmayı sürdürdük. Nihayet çakal bana orada ne işim olduğunu sordu, ben de oraya “dünyayı durdurmaya” geldiğimi söyledim. Çakal, “Que bueno!” dedi. Bunun üzerine onun iki dil bilen bir çakal olduğuna hükmettim. Tümcelerindeki adlar ve eylemler İngilizce, ama çekimler ve ünlemler İspanyolcaydı. Bir Chicano (ABD'de oturan Meksika kökenli kişi) çakalın karşısında bulunduğum düşüncesi geçti zihnimden. Bütün bu cereyan eden şeylerin saçmalığını düşünerek katıla katıla gülmeye başladım. Sonra, tanık olduğum bu şeylerin imkânsızlığının tüm ağırlığı beni ezercesine kafama dank etti. Çakal ayağa dikildi, gözlerimiz birbirini buldu. Gözlerimi dikerek ona baktım. Gözlerinin beni çektiğini duyumsamaktaydım ki, birden hayvan yanardöner renklere bürünerek ışıklandı. Sanki zihnim, on yıl önce cereyan etmiş olan, peyotenin etkisinde olduğum bir sırada bir köpeğin yanardöner renklenmelerle unutulmaz bir varlığa dönüşmesi şeklindeki bir olayın anısını karşımda tekrar canlandırmaktaydı. Çakal sanki o anıları depreştirmişti—o eski olayın anısı gelmiş de çakalın şu andaki görüntüsünün üzerine çakışmıştı; akışkan, sıvı, ışıklı bir varlıktı çakal. Işıklılığı gözlerimi kamaştırıyordu. Gözlerimi kapamak için ellerimle onları örtmek istedim, ama kıpırdayamıyordum. O ışıklı varlık benim tanımlayamadığım bir yanıma dokunmaktaydı, bedenim öyle şahane, öyle tarif edilmesi imkânsız bir ılıklık ve esnekliğe gark olmuştu ki, sanki o dokunuş içimdeki bir şeyin patlamasına yol açmıştı. Mıhlanmış gibi orada kaldım, ayaklarımın, bacaklarımın ya da bedenimin öbür taraflarının nerede olduğunu hissedemiyordum; ama bir şeyler beni dimdik tutmaktaydı.
O durumda ne kadar bir süre kalmış olduğumu bilemiyorum. Bu sırada, o ışıklı çakal ile üzerinde bulunduğumuz tepe eriyip gitmişti. Düşünce, duygu, diye bir şey kalmamıştı ben de. Hepsi de yitip gitmişti— ben özgürce uçar gibiydim.
Birden bedenime bir şeyin çarptığını duyumsadım, ardından her yanım beni tutuşturan bir şeyle kaplandı. Güneşin üzerimde parlamakta olduğunu gördüm. Batı istikametinde uzak bir dağ silsilesini belli belirsiz bir şekilde ayırt edebiliyordum. Güneş ufuk çizgisinin üzerine ulaşmıştı bile. Dosdoğru ona doğru bakmaktaydım, sonra “dünyanın çizgilerini” gördüm. Çevremdeki her bir şeyi her yönden örercesine saran olağanüstü beyaz floresan ışıklanmaların bolluğunu algıladım. Bir an bunun acaba güneş ışığının kirpiklerimde yansımasından mı, kaynaklandığını düşündüm. Gözlerimi kırpıp yeniden baktım. Çizgiler oldukları gibi durmaktaydılar—çevremdeki her şeyin üzerine doğru uzanıyor ya da onların içinden çıkıyorlardı.
Tüm etrafıma bakarak bu olağandışı yeni dünyayı inceledim. Güneşten başka yerlere baktığım zaman da, çizgiler açıkça görülebiliyordu, kalıcıydı.
O tepenin üzerinde esrimiş durumda bana sonsuzmuş gibi gelen bir süre boyunca kaldım, oysa bu geçenler sadece birkaç dakika içinde, belki de güneş ufka ulaşana dek cereyan etmiş olmalıydı, ama bana sonsuz bir zaman gibi gözükmüştü. Dünyadan ve bedenimden ılık, yatıştırıcı bir şeylerin fışkırdığını hissettim. Bir sır keşfettiğimi biliyordum. Öyle yalın bir şeydi ki bu. Hiç tanımadığım bir duygu seline kapıldım. Hayatımda öylesi bir ilahi öfori duygusunu, öylesi bir dinginliği, öylesi bir her şeyi kuşatan kavrayışı daha önce hiç tatmamıştım; ama keşfettiğim sırrı kelimelerle anlatabilmem, hatta onu düşünebilmem dahi olanaksızdı, onu ancak bedenim bilmekteydi.
Ardından uyumuş ya da bayılmış olacağım. Tekrar kendime geldiğim zaman kayalıkta yatmaktaydım. Ayağa kalktım. Dünya, onu her zaman görmüş olduğum gibiydi. Hava kararmaktaydı, hiç düşünmeksizin arabama dönmek için inişe geçtim.
Ertesi sabah vardığımda, don Juan evde yalnızdı. Don Genaro’yu sorduğumda, bir iş için o yörede bir yere gittiğini söyledi. Derhal ona başımdan geçen olağandışı deneyimleri anlatmaya başladım. Beni can kulağıyla dinledi.
“Dünyayı durdurmuşsun işte,” dedi ben anlattıklarımı bitirdiğimde. Bir süre konuşmadan oturduk, sonra don Juan, don Genaro’ya bana yardım ettiği için teşekkür etmemi söyledi. Benden çok hoşnut görünüyordu. Sık sık sırtımı tıpışlıyor, neşeli neşeli gülüyordu.
“Ama bir çakalın konuşabilmesi inanılmaz bir şey,” dedim.
“Konuşma değildi ki o,” diye yanıt verdi don Juan. “Neydi ya?”
“Senin bedenin ilk kez olarak anlaşmıştı. Ama sen en başta onun bi çakal olmadığını anlayamamıştın, üstelik onunki senin ve benim konuştuğum türden bi konuşma değildi.”
“Ama çakal gerçekten konuşuyordu, don Juan!”
“Bak sen, şu aptal aptal konuşan da kimmiş. Yıllarca öğrenim görmüş bi adamsın, bilmen gerek senin. Dün sen dünyayı durdurmuştun, hatta görmüş bile olabilirsin. Sihirli bi varlık sana bi şey anlatmış, senin bedenin de, dünya çökertilmiş olduğundan ötürü onu anlayabilmişti.”
“O dünya bugün olduğu gibiydi, don Juan.”
“Yo, değildi. Bugün çakallar sana bi şey anlatmazlar, sen de dünyanın çizgilerini görmezsin. Dün sen bütün bunları yaptın, zira senin içindeki bi şey durduydu.”
“Neydi o duran şey?”
“Senin içinde duran o şey, insanların sana bu dünyanın nasıl bi yer olduğuna ilişkin anlatageldikleriydi. Anladın mı? Herkes bize, doğduğumuzdan bu yana dünyanın falanca falanca şekilde, filanca filanca biçimde olduğunu anlatıp durmuştur, elbet bizim de dünyayı onların bize anlattığı şekilde görmekten başka bi seçeneğimiz yoktur.”
Don Juan’la birbirimize baktık.
“Dün dünya büyücülerin anlattığı şekilde göründü sana,” diye sürdürdü. “Öylesi bi dünyada çakallar konuşur; bi zamanlar sana anlatmış olduğum gibi geyikler de konuşur, çıngıraklıyılanlar da, ağaçlar da— yaşayan her bi canlı da. Ama senin asıl görmeyi öğrenmen gerek. Ola ki sen görmenin, insanın yalnızca iki dünya arasına, sıradan insanla büyücülerin dünyası arasına sokulduğu zaman gerçekleştiğini öğrenmişsindir. Sen şu anda o iki dünyanın tam ortasındasın. Dün sen o çakalın seninle konuştuğuna inanmıştın. Görmeyen herhangi bi büyücü de o şekilde inanır, ama gören bi kimse bilir ki buna inanmak, büyücüler âleminde çakılıp kalmaktır.”
“Yani, don Juan, sıradan insanların da, büyücülerin de dünyaları gerçek değil, öyle mi?”
“İkisi de gerçek dünyalardır. İkisi de seni etkisi altında tutar. Örneğin, sen o çakala, öğrenmek istediğin her bi şeyi sorabilirsin, o da seni yanıtlamak zorunda kalırdı. İşin hazin tarafı şudur ki, çakallara güven olmaz. İnsanı aldatabilirler. Güvenilir bi hayvan arkadaşının olmaması, senin kaderin.”
Don Juan o çakalın hayatım boyunca benim yoldaşım olarak kalacağını; büyücüler âleminde bir çakal yoldaşa sahip olmanın arzu edilen bir şey olmadığını açıkladı. Bir çıngıraklıyılanla konuşmuş olmanın ideal olmuş olacağını, zira onların şahane yoldaşlar olduklarını anlattı.
“Ben senin yerinde olsaydım,” diye ekledi, “çakallara hiç güvenmezdim. Ama sen farklısın, hatta bakarsın bi çakal büyücüsü olup çıkarsın.”
“Çakal büyücüsü de nedir?”
“Çakal kardeşlerinden bi sürü şey çeken bi büyücü.”
Soru sormayı sürdürmek istiyordum ama o bir el hareketiyle beni önledi.
“Dünyanın çizgilerini görmüşsün,” dedi. “Işıklı bi varlık görmüşsün. Artık sen dostla karşılaşmaya hazır duruma geldin. Elbet biliyorsun ki çalıların orda gördüğün adam, dosttu. Bi jet uçağı gibi kükrediğini işitmişsin. O, seni bi ovanın kenarında bekleyecek, o ovaya ben seni kendim götüreceğim.”
Uzun bir süre sessiz kaldık. Don Juan ellerini karnının üzerinde kenetlemişti. Başparmaklarını belirsiz bir şekilde devindirmekteydi.
“Genaro da gelmek zorunda o vadiye bizimle,” dedi ansızın. “Senin dünyayı durdurmana yardım eden o, zira.”
Don Juan bana delici nazarlarla bakmaktaydı.
“Sana bi diyeceğim daha var,” diyerek güldü. “Şu anda artık önemi var. Genaro geçen gün senin arabanı sıradan insanların dünyasından yok etmiş ya da götürmüş değildi. O yalnızca seni dünyaya büyücüler gibi bakman için zorlamıştı, o dünyada da senin araban yoktu. Genaro senin her şeye kesin gözüyle bakma alışkını yumuşatmak istemişti. Onun şaklabanlıkları senin bedenine her şeyi anlamaya çalışmanın saçmalığını anlatmıştı. Uçurtmasını uçurduğunda da handıysa görmüştün sen. Arabanı bulmuştun; her iki dünyada birden bulunmaktaydın. Kasıklarımızı tuta tuta gülmemizin nedeni de senin arabayı bulunduğunu zannettiğin yerden eve doğru sürmekte olduğuna gerçekten inanmış olmandı.”
“Ama benim dünyayı büyücülerin gördüğü gibi görmem için nasıl zorlayabilmişti beni?”
“Ben de onunla beraberdim. O dünyayı ikimiz de biliriz. İnsan o dünyayı bi kez öğrendi mi, artık yapması gereken tek şey sana büyücülerin sahip olduğunu anlattığım o ilave erk halkasını kullanmaktır. Genaro bunu son kerte kolay bi şekilde yapabilir. Senin zihnini çelip dağıtmak, ve bedeninin görmesini sağlamak amacıyla taşları çevirip durduydu.”
Ben don Juan’a son üç günkü olayların dünyaya ilişkin görüşlerimi onulmaz biçimde zedelediğini söyledim. Onunla çalışmakta olduğum şu on yıl boyunca, psikotropik bitkileri yediğim sıralarda bile hiç bu kadar etkilendiğim olmamıştı.
“Erk bitkileri yalnızca bir araçtır, bi yardımcıdır,” dedi don Juan. “Gerçek olan şey, bedenin görebildiğini kavramış olduğu zamandır. İnsan yalnızca o durumda her gün seyretmekte olduğumuz dünyanın sırf bi tanımlama olduğunu anlar. Benim amacım hep sana bunu göstermek olmuştur. Ne yazık ki, dost sana musallat olmadan önce pek az zamanın kaldı.”
“Dostun bana musallat olması şart mı?”
“Bundan kaçınmanın bi yolu yoktur. Görebilmek için insanın dünyaya büyücülerin baktığı gibi bakmayı öğrenmesi, böylece dostu çağırması gerekir; öyle olunca da dost çıkar gelir.”
“Dostu çağırmaya gerek kalmadan bana görmeyi öğretemez miydin?”
“Hayır. Görebilmek için insanın dünyaya bi başka tarzda bakmayı öğrenmesi gerekir; benim bildiğim tek başka tarz da büyücünün bakış biçimidir.”

Cvp: 19 - Dünyayı Durdurmak

.