Hafifçe sırtımı ve ensemi ovaladı ama ben titremekten kendimi alamıyordum. Bir anda istemeden ağlamaya başladım.
Özür diler gibi “seni kendi başına bırakmamalıydım” dedi, “Musiya’nın onu göreceği kimin aklına gelirdi?”
Toplantıya katılanların çıkıp ne olup bittiğini görmelerine vakit kalmadan Candelaria beni mutfağa götürdü. Bir iskemleye oturmama yardım etti ve bir bardak rom verdi. İçtim ve avluda olanları ona anlattım. Rom bardağı ve olayları anlatmam bittiğinde uykulu ve şaşkın hissetim ama sarhoş olmaktan uzaktım.
Candelaria beni yatağa yatırmakla kalmadı, ayrıca uyandığımda yanımda olabilmesi için bir karyola yerleştirdi.
Dona Mercedes odama girerek “Bizi yalnız bırak, Candelaria,” dedi. Uzun bir sessizlikten sonra dona Mercedes “Bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama sen bir medyumsun,” diye söze başladı. “Bunu başından beri biliyordum” dedi.
Yüzümü dikkatle incelerken ateşli gözleri sanki bir kristal nesneye bakar gibi idi. “Senin seansta oturmana izin vermelerinin tek nedeni şanslı oluşundur. Medyumlar şanslıdır.” Tedirginliğime rağmen gülmek zorunda kaldım.
“Buna gülme, ciddidir” diye uyardı. “Avluda kendi başına bir ruh çağırdın ve en önemli olanı geldi; atalarımdan birinin ruhu. Sık gelmez ama geldiğinde önemli bir nedenden dolayıdır.” dedi.
“O bir hayalet miydi?” diye salakça sordum. Ciddiyetle “elbette ki hayaletti” dedi. “Bizler şeyleri öğretildiğimiz şekilde algılarız. Bundan kaçış yoktur.” Son derece korkunç bir hayalet gördüğüne ve canlı bir medyumun ölü bir medyumun ruhuyla iletişime geçebileceğine inanıyoruz.”
“Bu hayalet bana neden gelsin?” diye sordum.
“Bilmiyorum. Beni ikaz etmek için bir kere bana geldi ama onun nasihatini dinlemedim.” diye yanıtladı. Dona Mercedes’in gözleri yumuşadı ve nazikleşerek:
“Buraya geldiğinde sana ilk dediğim şey senin talihli olduğundur. Ben de talihli idim, ta ki biri talihimi kırana kadar. Bana o insanı hatırlatıyorsun. O da senin gibi sarışındı. Adı Frederico idi ve onun da talihi vardı ama hiç gücü yoktu. Hayalet bana onu kendi haline bırakmamı söyledi, dinlemedim ve hâlâ o hatamı ödüyorum.”
Ona çöken hüznün ve olayları nasıl yorumlamam gerektiği konusundaki şaşkınlığımın etkisiyle elimi onun eli üstüne koydum. “Onun hiç gücü yoktu, hayalet biliyordu” diye tekrarladı.
Mercedes Peralta kendi şifa pratikleri ile ilgili her konuyu konuşmakta arzulu olmasına rağmen, kendi geçmişi ile ilgili merakımdan beni vazgeçirmek için ısrarla gayret gösterirdi. Bir kere, onu habersiz mi yakalamıştım veya kasıtlı mı yapmıştı bilmiyorum, bana birçok yıl önce çok büyük bir kayıp yaşadığından söz etmişti.
Şahsi bir soru sormamı cesaretlendirdiğine karar vermeme vakit kalmadan elimi yüzüne doğru kaldırıp yanağına tuttu. “Bu yara izlerini hisset” dedi.
Yanaklarındaki ve boynundaki pütürlü yara izlerinin üzerinde parmaklarımı gezdirerek, “Sana ne oldu?” diye sordum.
Dokunduğum ana kadar yara izlerini yüzündeki kırışıklıklardan ayırt etmek mümkün değildi. Koyu derisi o derece gevrek bir his veriyordu ki elimde dağılacağından korktum. Tüm bedeninden gizemli bir titreşim yayılıyordu. Bakışlarımı onun gözlerinden ayıramadım.
Kararlı bir şekilde “Senin avluda gördüğünle ilgili konuşmayacağız. Böyle şeyler yalnızca medyumların dünyasına aittir ve o dünyadan hiçbir zaman hiç kimseye söz etmemelisin. Sana o hayaletten kesinlikle korkmamanı tavsiye ederim ama onu düşüncesizce davet etme” dedi.
Yataktan çıkmama yardım etti ve beni dışarıdaki avluya, kadını gördüğüm aynı noktaya götürdü. Orada durup etrafımızdaki karanlığı teftiş ederken, birkaç saat mi yoksa bir tüm gün ve gece mi uyuduğum hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
Dona Mercedes şaşkınlığımın farkına varmış gibi “Sabahın dördü, hemen hemen beş saat uyudun,” dedi. Kadının bulunduğu yere çömeldi. Ben de, örgülü tahta desteklerin arasından parfümlü bir perde gibi sarkan yasemin fundalıkları arasına, yanına sindim.
“Senin sigara içmeyi bilmediğin hiç aklıma gelmedi” dedi ve kuru, çatlak gülüşüyle güldü. Eteğinin cebine erişip bir puro çıkardı ve yaktı.
“Ruhsalcıların toplantısında el yapımı purolar içeriz. Ruhçular tütün kokusunun ruhların hoşuna gittiğini bilir.”
Bir kısa aradan sonra yanan puroyu ağzıma soktu ve “içmeyi dene,” diye emretti. Derin bir nefesle dumanı içime çektim. Ağır duman beni öksürttü.
“Ciğerine çekme. Bak sana göstereyim” dedi sabırsızlıkla. Puroya uzandı ve defalarca, kısa eşit nefeslerle, içe çekip dışa üfledi. “Dumanın ciğerlerine değil başına gitmesini istersin. Medyumlar ruhları bu şekilde çağırır. Bundan böyle ruhları bu noktadan çağıracaksın ve bu konudan ruhsalcıların toplantısını kendi başına yöneteceğin zamana kadar hiç kimseye söz etme.” diye açıkladı.
Ben gülerek itiraz ettim “Ama ben ruhları çağırmak istemiyorum ki. Tek isteğim bu toplantıların birinde oturup izlemek.” Bana tehditkâr bir kararlılıkla baktı “Sen bir medyumsun ve hiçbir medyum böyle bir toplantıya izlemek için gitmez.”
Konuyu değiştirerek, “Toplantının amacı nedir?” diye sordum. “Ruhlara soru sormak,” diye hemen yanıtladı “Bazı ruhlar fevkalade nasihatlerde bulunur, bazıları ise kötü niyetlidir.” Hafif garez içeren bir kıkırdamayla “Hangi ruhun geleceği medyumun o andaki durumuna bağlıdır” dedi.
“O halde medyumlar, ruhların isteklerine mi boyun eğerler?” diye sordum.
Yüzüne herhangi bir duygu yansıtmadan uzun bir süre bana bakıp sessiz kaldı. Sonra meydan okuyan bir tonla “Eğer güçlüyseler, boyun eğmezler” dedi.
Bana şiddetle bakmaya devam etti, sonra gözlerini kapadı. Gözlerini açtığında her türlü ifadeden yoksundular. “Odama gitmeme yardım et” diye fısıldadı.
Başıma tutunarak doğruldu. Eli önce omzuma sonra koluma, aşağı doğru kaydı. Bileğimi saran sert parmakları kömürleşmiş köklere benziyordu. Keçi derileriyle örtülü sedir ve iskemlelerin duvara dayalı olduğu koridoru, küçük adımlarla ve sessizce geçtik. Kendi yatak odasına adım attı. Kapıyı kapamadan önce medyumların, dünyaları hakkında söz etmediklerini yeniden hatırlattı. “Senin medyum olduğunu ve beni görmeye geleceğini meydanda gördüğüm an biliyordum” diye onayladı.
Yüzünde kısa süre anlam veremediğim bir gülümseme belirdi “bana geçmişimden bir şey getirmek için buraya geldin” dedi.
“Ne?” diye sordum. Belli belirsiz “Ben de bilmiyorum, hatıralar belki. Belki de eski şansımı geri getiriyorsun”
Yüzümü elinin tersi ile okşadı ve yavaşça kapıyı kapadı.
Sokakta oynayan çocukların gülüşlerinden ve hafif rüzgârdan uyuşmuş vaziyette, tüm öğleden sonra avluda iki tropikal ağaç arasına gerili hamak içinde uyudum. Calendrianın günde iki kere, kirli olup olmadıklarına bakmadan yıkadığı zeminden yayılan toz deterjan ile karışık keskin kreozol kokularının bile farkında değildim. Saat altı olana kadar bekledim.
Sonra, Mercedes Peralta’nın istemiş olduğu gibi, onun yatak odasının kapısını tıklattım. Hiç yanıt yoktu. Sessizce içeri girdim. Genellikle bu saate kendisine, herhangi bir hastalık için gelmiş olanların tedavisini bitirmiş olurdu. Günde iki kişiden fazla asla kabul etmezdi. Kötü hissettiği günler ki bunlar da oldukça sık idiler, hiç kimseyi kabul etmezdi. Böyle günlerde onu arabamla dolaştırır ve çevredeki tepelerde uzun yürüyüşlere çıkarırdım.
Dona Mercedes, duvardaki metal halkalara bağlı alçakta asılı duran hamak içinde gerilerek “Sen misin Musiyua?” diye sordu. Onu selamladım ve pencerenin yanındaki çift kişilik yatağa oturdum. İçinde hiç uyumazdı. İnsanın yataktan, yatağın eninden bağımsız olarak, ölümcül bir şekilde düşebileceğini savunurdu. Onun kalkmasını beklerken tuhaf bir şekilde donatılmış ve beni her seferinde büyülemekten geri kalmayan odaya baktım.
Eşyalar sanki amaçlı olarak, aykırılık sergilemeleri için oraya yerleştirilmişlerdi. Üzerlerinde karışık halde aziz figürleri ve mumlar bulunan, yatağın iki başındaki gece masaları sunak görevi yapıyorlardı. Tahtadan yapılmış, mavi ve pembe boyalı, alçak elbise dolabı sokağa açılan kapıyı iptal ediyordu. İçinde ne olduğunu hep merak etmişimdir. Dona Mercedes sadece siyahlarla giyinirdi ve elbiseleri her yerde, duvarlardaki ve kapının ardındaki kancalarda, demir karyolanın baş ve ayak kısmında, hatta hamağı tutan iplerde, asılı idi. Çalışmayan bir avize, kamış tavandan güvensiz bir şekilde sarkıyordu. Tozdan sararmış kristalleri arasında örümcekler ağlarını germişlerdi. Her gün bir sayfası koparılan cinsten bir takvim, kapının arkasında asılıydı.
Mercedes Peralta parmaklarıyla beyaz saçlarını taradı, derin bir nefes çekti, bacaklarını hamağın dışına savurarak kumaş terliklerini ayaklarıyla araştırdı. Bir süre hareketsiz durdu, sonra sokağa bakan yüksek ve dar bir pencereye yönelerek tahta panjurlarını açtı. Odaya giren geç öğleden sonra güneşinin ışınlarına uyum sağlayana kadar, defalarca gözlerini kırptı. Batan güneşten bir mesaj bekler gibi göğü dikkatle süzdü.
“Bir yürüyüşe çıkıyor muyuz?” diye sordum.
Yavaşça geri döndü ve kaşlarını hayretle yükselterek “Bir yürüyüş mü? Beni bekleyen biri varken nasıl yürüyüşe gidebilirim” dedi. Dışarıda kimsenin bulunmadığını bildirmek üzere ağzımı açtım ama yorgun gözlerindeki alaycı ifade susmama beni zorladı. Elimden tuttu ve birlikte odasından çıktık.
Mercedes Peralta’nın yardım için gelen insanları tedavi ettiği odanın dışında duran tahta bankın üzerinde çenesi göğsüne gömülü vaziyette yaşlı ve çelimsiz görünümlü bir adam uyukluyordu. Varlığımızı hissederek doğruldu ve yanında duran yürüyüş bastonu ile hasır şapkasına uzanarak, monoton bir sesle “Çok iyi hissetmiyorum” dedi. Mercedes Peralta onun elini sıkarken bana hitaben “Octavio Cantu” dedi. Onu odanın eşiğindeki iki basamağa yöneltti.
Ben de onlara katıldım. Geriye dönüp sorgulayan bir ifade ile bana baktı.
Mercedes “O bana yardım ediyor ama bizimle kalmasını istemiyorsan dışarı gidecektir” dedi.
Adam bir süre başını sinirli bir şekilde sallayarak öylece durdu. Ağzı çarpık bir gülümsemeye dönüştü. Biraz ümitsizlik içeren bir mırıldanmayla “Eğer sana yardım ettiyse, sanırım uygundur” dedi.
Hızlı bir baş işaretiyle Mercedes Peralta önce beni sunağın yanındaki tabureme yöneltti, sonra da adamı yüksek dikdörtgen masanın karşısındaki iskemleye oturmasına yardım etti. Kendisi adamın sağına, yüz yüze gelecek şekilde oturdu.
Masanın üzerine yayılmış, kuru kökler, kavanozlar, mumlar ve purolara arasında aranarak “nerde olabilir ki?” diye defalarca geveledi. Deniz pusulasını bulup Octavio Cantu’nun önüne koyduğunda bir rahatlama iç çekişi saldı. Dikkatle, yuvarlak madeni kutuyu inceledi. Yakına gelmemi işaret ederek “şuraya bak” diye seslendi.
Odasına girdiğim ilk gün, dikkatle odaklanarak incelediğini gördüğüm pusulanın aynısı idi. Fena halde çizilmiş camın altından ancak görülen pusula iğnesi, sanki Octavio Cantu’dan yayılan görünmez bir kuvvetin etkisindeymiş gibi şiddetle sağa sola hareket ediyordu.
Mercedes Peralta, pusulayı bir teşhis aleti olarak, kişinin doğalığı olmayıp sadece ruhsal sorunu olduğuna inandığı durumlarda kullanıyordu. Şimdiye kadar iki tür hastalığı ayırt etmek için hangi kıstasları kullandığını tespit edememiştim. Ona göre ruhsal bir sorun, bir talihsizlik nöbeti şeklinde veya şartlara bağlı olarak doğal bir hastalıkmış gibi teşhis edilebilecek, bir soğuk algınlığı şeklinde belirebilirdi.
İğneyi hareket ettiren bir mekanizma bulmak ümidiyle pusulayı her fırsatta incelemiştim. Hiç böyle bir şey olmadığına göre onun açıklamasını güvenilir olarak kabullenmiştim: Bir insan dengede olduğunda, yani ruh, beden ve tin uyum içinde olduklarında aletin iğnesi hiç kıpırdamaz. İddiasını kanıtlamak için aleti sırayla kendine, Candelaria’ya ve bana tutmuştu. Pusula sadece benim önümde iken iğnenin hareket ettiğini, şaşkınlık içinde görmüştüm.
Octavio Cantu alete bakmak için boynunu uzattı ve “Hasta mıyım?” diye dona Mercedes’e, yukarı doğru bakarak yumuşakça sordu. “Senin tinin” diye fısıldadı, “tinin çok kargaşa içinde”.
Pusulayı cam dolaba iade etti ve yaşlı adamın arkasında pozisyon alarak iki elini başının üstüne koydu. Uzun bir süre öylece durdu, sonra emin ve hızlı hareketlerle parmaklarını omuz ve kollarının üzerinde gezdirdi. Hızla adamın önüne geçti, elleri hafifçe göğsünden bacaklarına, ayaklarına kadar süpürdü. Kısmen kilise ilahisine kısmen sihirli bir şarkıya benzeyen bir dua okuyarak – ruhçulukla Hıristiyanlığın birbirlerini tamamladıklarını her iyi şifacının bildiğini iddia ederdi – adamın sırtını ve göğsünü yaklaşık yarım saat süreyle, sırayla ovaladı. Yorulan ellerine anlık rahatlama sağlamak için aralıklı olarak arkasında silkeledi. Bu silkeleme hareketini biriken negatif enerjinin atılması olarak tanımlıyordu. Şifa seansının birinci bölümünün bitişini sağ ayağını üç kere yere vurarak belirtti.
Octavio Cantu kontrolsüz bir şekilde ürperdi. Mercedes, adam yavaşça ve zorlukla nefes alana kadar başını arkadan tutarak şakaklarını avuçlarıyla bastırdı. Bir dua mırıldanarak sunağa gitti, önce bir mum yaktı, ardından mumla yaktığı puroyu eşit ve kısa nefeslerle içmeye başladı.
Adam dumanlı sessizliği bozarak “Şimdiye kadar alışmalıydım” dedi. Sesten irkilen Mercedes yanaklarından yaşlar akana kadar öksürdü. Acaba dumanı kazara içine mi çekti diye merak ettim. Octavio Cantu onun öksürüğüne aldırmadan konuşmaya devam etti. “Sana defalarca söyledim ki sarhoş olsam veya olmasam da tek bir rüya görüyorum. İçi boş olan kulübemde ayakta duruyorum. Rüzgârı hissediyorum ve her yöne doğru hareket eden gölgeler görüyorum. Fakat boşluğa ve gölgelere havlayacak köpekler artık yok. Korkunç bir baskı ile uyanıyorum. Sanki biri göğsümün üstünde oturuyormuş gibi bir his duyuyorum. Bir köpeğin sarı gözbebeklerini görüyorum. Gittikçe büyüyorlar ve sonunda beni yutuyorlar.” derken sesi gittikçe zayıfladı.
Nefes için soluyarak odanın içine bakındı. Nerde olduğunu bilmiyor gibiydi. Mercedes Peralta puronun izmaritini yere attı. İskemlesini arkadan tutarak hızla çevirdi, böylece adam sunakla yüz yüze geldi. Yavaş ve büyüleyici hareketlerle gözlerinin etrafını ovaladı.
Herhalde uyuya kalmış olmalıyım ki kendimi odada yalnız başıma buldum. Süratle etrafıma bakındım. Sunaktaki mum hemen hemen tükenmişti. Tam tepemde, bana yakın olan duvarın köşesinde küçük bir kuş boyunda bir güve vardı. Kanatlarında büyük siyah daireler bana meraklı gözler gibi bakıyorlardı. Ani bir hışırtı dönüp bakmamı sağladı. Mercedes Peralta sunağın yanındaki iskemlede oturuyordu. Boğuk bir çığlık attım. Biraz önce orda olmadığına yemin edebilirdim.
“Orda olduğunu bilmiyordum” dedim ve “başımın üzerindeki büyük güveye bak” diye ekledim. Böceği aradım ama gitmişti. Kadının bakış tarzında beni ürperten bir şey vardı. “Çok yorgun düştüm ve uyuya kaldım. Octavio Cantu’nun derdinin ne olduğunu bile duymadım” diye açıkladım.
“Arada bir beni ziyaret eder” dedi. “Bana bir şifacı ve ruhçu olarak gereksinimi vardır. Ruhu üzerine çökmüş olan yükü hafifletirim.”
Sunağa yöneldi ve üç tane mum yaktı. Titreyen ışıkta gözleri güvenin kanatları rengindeydi. “Uyumaya gitsen iyi olur” diye teklifte bulundu. “Unutma yarın şafak vakti yürüyüşe çıkacağız” diye ekledi.
Uykuya dalmış olduğumdan emin, süratle giyindim ve koridor boyunca yürüdüm. Menteşelerin gıcırdadığını bildiğimden dikkatle kapıyı açtım, odaya girip hamağa doğru parmak uçlarında ilerledim. Cibinliğini oluşturan şeffaf kumaşı kenara iterek “Uyanık mısın, hâlâ bir yürüyüşe çıkmaya istekli misin?” diye fısıldadım.
Gözleri anında açıldı ama henüz tam uyanık değildi. Gözleri ileriye doğru sakince bakmaya devam ediyordu. Nihayet, cibinliği tümüyle kenara iterek, kısık bir sesle “İstiyorum” dedi. Boğazını temizledi, yerdeki leğene tükürdü ve bana yer açmak için hamakta biraz geri çekildi. Haç çıkartarak, “yürüyüşümüzü hatırladığına sevindim” diye mırıldandı. Gözlerini kapatarak ellerini birleştirdi ve meryemana ile gökteki bazı azizlere dua etti. Her birine, tedavi sırasındaki rehberlikleri ve yardımları için ayrı ayrı teşekkür etti ve aflarını diledi.
Uzun duasını bitirdikten sonra hemen “neden af diledin?” diye sordum. Ters çevrilmiş ellerini kucağıma koyarak “Avuçlarımdaki çizgilere bak” dedi.
İşaret parmağımla, avuçlarına sanki dağlanmış gibi görünen soldaki belirgin V ve sağdaki M çizgilerin üzerinden geçtim. Sözcükler üzerinde durarak “V çizgisi yaşamı ‘vida’ ve M çizgisi ölümü ‘muerte’ tanımlar. Ben tedavi etme ve zarar verme yetileriyle doğdum” diye açıkladı.
Ellerimi kucağımdan çekerek sözlerini silmek ister gibi havayı fırçaladı. Odaya göz gezdirdi, zayıf etsiz bacaklarını hamaktan yere indirerek ayaklarını önü kesilmiş ve ayak parmaklarının göründüğü terliklere dikkatle geçirdi. Giymiş olduğu siyah bluz ve eteği düzeltirken gözleri eğlenceli bir şekilde pırıldadı. Koluma girerek beni dışarı çıkardı ve çalışma odasına yönelerek “yürüyüşe çıkmadan önce sana bir şey göstereyim” dedi.
Doğrudan tümüyle erimiş mumla kaplı büyük sunağa yöneldi. Bu sunak, bir şifacı olan onun büyük-büyük-annesi tarafından tek bir mumla başlatılmış olduğunu söyledi. Elini sevgiyle, parlak ve adeta şeffaf olan yüzey üzerinde gezdirdi.
“Renkli çizgiler arasından siyah mumdan olanı bul” diye istekte bulundu. “Bu da, cadıların güçlerini kötülük yapmak için kullandıklarında siyah bir mum yaktıklarının kanıtıdır”. Renkli çizgiler arasında siyah mumdan sayısız iplikçik bulunuyordu.
“Tepeye yakın olanlar benim” dedi. Gözleri farklı bir sertlikle parlarken “gerçek bir şifacı aynı zamanda bir cadıdır” diye ekledi. Dudaklarında bir an için hafif bir gülümseme parladı; sonra da sadece bölgesinde tanınmış olmadığını, insanların tedavi için Caracas, Maracaibo, Merinda ve Cumana’dan da kendisine geldiklerini söyledi. Yurt dışından Trinidad, Cuba, Colombia, Brezilya ve Haiti’de de tanınıyordu. Evin bir tarafında bulunan ve bu durumu onaylayan resimler arasında bakanlar, büyük elçiler ve hatta bir de piskopos vardı. Esrarengiz bir şekilde bana baktı, sonra omuzlarını silkti.
“Şansım ve gücüm emsalsizdi bir zamanlar, her ikisini de kaybettim ve şimdi sadece şifa verebiliyorum” dedi. Sırıtışı yayıldı ve gözleri alaylı bir parıltı ile aydınlandı. Bir çocuğun saf merakıyla “ya çalışmaların nasıl gidiyor?” diye sordu. Ani konu değişikliğine uyum sağlamama vakit kalmadan ekledi “Mülakat yapacağın şifacı ve hasta sayısı ne kadar olursa olsun, bu şekilde hiçbir zaman öğrenmeyeceksin. Gerçek bir şifacı önce bir medyum, sonra da bir ruhçu, bir cadı olmalıdır.”
Göz kamaştırıcı bir gülümseme yüzünü aydınlattı. Doğal bir ifadeyle “Bu günlerin birinde yazı defterlerini yakarsam fazlaca üzülme. Bu saçmalıklarla vakit kaybediyorsun” dedi. Bir anda panikledim. Çalışmamın alevler arasında yok olması olasılığını hoş karşılamadım.
“Asıl önemli olan nedir biliyor musun?” diye sordu ve sonra kendi sorusunu yanıtladı.
“Şifanın görünen basit yüzünün ötesine geçen meseleler. Açıklanamayan ama yaşanarak tecrübe edilen şeyler. Şifacıları inceleyen pek çok kişi oldu. Gözleyerek ve soru sorarak medyumların, cadıların ve şifacıların yaptıklarını anlayabileceklerini sandılar. Onlarla tartışmanın bir anlamı olmadığına göre, onları yapmak istedikleri ile baş başa bırakmak çok daha iyidir. Senin durumun aynı olamaz. Senin çöpe gitmene izin veremem. Şu halde, şifacıları inceleme oyunu yerine, bu evin verandasında her gece atamın ruhunu çağırma pratiği yapacaksın. Bu süre içinde not tutamayacaksın çünkü hayaletler için zaman farklıdır. Göreceksin, ruhlarla ilgilenmek toprağa girmeye benzer.”
Avluda gördüğüm kadının hatırası beni korkunç tedirgin etti. O anda tüm arayışımı ve Florinda’nın planlarını terk edip kaçmak istedim. Dona Mercedes tüm korkularımı dağıtan bir kahkaha ile güldü. “Musiyua, yüzünü görmeliydin. Bayılmak üzeresin, diğer özelliklerinden öte, bir korkaksın” dedi. Sesindeki alaycı tona rağmen, gülümsemesinde sempati ve şefkat vardı.
“Seni zorlamamam gerek. Bu bakımdan sana hoşlanacağın bir şey vereceğim –çalışma planından daha değerli bir şey; kendi seçimim olan bazı kişilerin yaşantılarından görüntüler. Onlara senin için öyküler örmelerini sağlayacağım. Kader öyküleri, şans öyküleri ve aşk öyküleri” dedi. Yüzünü benimkine yaklaştırdı ve yumuşak bir fısıldamayla “Güç ve zaaf öyküleri. Seni yatıştıracak olan hediyem bu olacak” dedi. Kolumdan tutup beni dışarı yöneltti ve “bir yürüyüşe çıkalım” dedi.
Yüksek beton kaldırımlarla sınırlanmış sessiz caddede sadece adımlarımız çınlıyordu. Geçmekte olduğumuz evlerdeki insanları uyandırmamak için dikkatli davranan Mercedes Peralta, genç bir şifacı iken evinin -caddedeki en büyük olanı- o dönemde bağımsız olarak, kasabanın kenarı olarak kabul edilen bölgede durduğunu fısıldadı.
Etrafındaki her şeyi süpüren bir hareketle “şimdi, öyle görülüyor ki kasabanın merkezinde yaşıyorum” dedi.
Ana caddeye döndük ve meydana kadar yürüyüp at üstünde duran Bolivar’ın heykeline bakan bir bankoya oturduk. Şehir meclis binası meydanın bir kenarında, çan kulesiyle kilise diğer kenarındaydı. Orijinal binalardan pek çoğu yıkılmış, yerlerine kutu gibi yapılar dikilmişti. Buna rağmen, dövme-demir ızgaraları, zamanla grileşmiş kırmızı kiremitten damları ve parlak renklerle boyanmış duvarlardan yağmuru uzak tutan geniş saçakları ile eski evler, şehir merkezindeki belirgin sömürge dönemini hatırlatıyordu. Düşünceli bir şekilde “Bu kasaba şehir meclisi binasının kulesindeki saat tamir edildiğinden bu yana değişti” diye mırıldandı. Uzun zaman önce, sanki gelişmelere içerlemiş gibi, saatin tam on-iki iken durmuş olduğunu söyledi. Yerel eczacı saatin tamirini sağladı ve hemen ardından, sanki bir sihirli el değmiş gibi, caddelere lamba direkleri kondu ve çimenin yıl boyu yeşil kalması için meydana fıskiyeler yerleştirildi. Kimse ne olduğunu anlamadan, birden her yanda endüstri merkezleri mantar gibi büyüdü.
Nefeslenmek için bir an durdu ve kasabayı çevreleyen gecekondu kaplı tepeleri göstererek “Ardından gecekonduda yaşayanların mahalleleri büyüdü” diye ekledi. Oturduğu bankodan kalktı ve tepelerin başladığı anayolun sonuna doğru yürüdük. Teneke levhalardan, sandıklardan, oluklu saçtan ve kartondan yapılmış kulübeler dik yamaçların kenarında tehlikeli bir şekilde asılı duruyorlardı. Kasabanın sokaklarına yakın gecekonduların sahipleri lamba direklerinden cesurca kaçak elektrik çekmişlerdi. Yalıtılmış teller renkli şeritlerle kabaca gizlenmişlerdi. Önce bir yan sokağa sonra dar bir yola saptık ve nihayet bir patika izleyerek henüz gecekondular tarafından işgal edilmemiş tek tepeye döne döne ulaştık. Gecenin çiğiyle nemli hava biberiye kokuyordu. Üzerinde yalnız bir güney Amerika akasyasının bulunduğu tepeye nerdeyse varmıştık. Küçük sarı papatyalarla kaplı rutubetli zemine oturduk. Mercedes Peralta “denizi duyabiliyor musun?” diye sordu.
Hafif esinti, örgülü ağaç dallarının arasından hışırdayarak geçerken, altın tozlarına benzeyen çiçekleri üstümüze saçıyordu. Çiçekler onun saçlarında ve omuzlarında kelebekler gibi parlıyorlardı. Yüzünü sınırsız bir sükûnet kaplamıştı. Ağzı hafifçe açıldı ve tütünün sararttığı birkaç diş göründü. Uykulu ve hafif buğulu gözlerini bana çevirerek “Denizi duyabiliyor musun?” diye yineledi. Ona denizin dağların ötesinde çok uzakta olduğunu söyledim.
Yumuşak bir sesle “Denizin çok uzakta olduğunu biliyorum ama bu erken saatlerde, kasaba hâlâ uyurken, rüzgârın taşıdığı dalgaların sesini her zaman duyarım” dedi. Gözlerini kapatarak uyumak ister gibi ağacın gövdesine yaslandı. Sabahın sessizliğini aşağıda döne döne yolunu arayan bir kamyonun gürültüsü bozdu. Acaba taze pişmiş ekmekleri dağıtan Portekizli fırıncı mı, yoksa geceden kalma sarhoşları toplayan polis mi diye merak ettim. “Bak bakalım kimmiş” diye beni iteledi. Patikada aşağı doğru birkaç adım attım ve tepenin dibinde park etmiş yeşil bir kamyondan çıkan yaşlı bir adam gördüm. Ceketi kambur omuzlarından gevşekçe sarkıyordu ve hasır bir şapka başını örtüyordu. İzlendiğinin farkına varıp yukarı doğru baktı ve selam niyetine yürüme bastonunu salladı. Ben de onu selamladım.
“Dün akşam tedavi ettiğin yaşlı adam” dedim. “Ne şans, çağır onu, buraya yukarı gelmesini söyle, onu görmek istediğimi söyle. Sana vereceğim armağan şimdi başlıyor” diye mırıldandı. Kamyonun park etmiş olduğu aşağıdaki yere yürüdüm ve yaşlı adama benimle birlikte tepeye tırmanmak isteyip istemediğini sordum. Tek bir söz etmeden beni izledi. Mercedes Peralta’ya selam yerine “bugün hiç köpek yok” dedi ve yanına oturdu.
Mercedes, karşısında oturmamı işaret ederek “sana bir sır vereyim Musiyua” dedi. “Ben bir medyum bir cadı ve bir şifacıyım. Üçünden ikincisi hoşuma gider çünkü cadılar kaderin sırlarını değişik bir şekilde anlarlar. Neden bazı insanlar zengin, başarılı ve mutlu olurlarken bazıları sadece zorluk ve acı ile karşılaşırlar? Bunları kararlaştıran senin kader dediğin şey değildir. Bundan daha gizemli bir şeydir ve sadece cadılar onun hakkında bilgi sahibidirler.”
Yüz hatları anlam veremediğim bir ifadeyle gerildi ve Octavio Cantu’ya dönerek,
“Bazı insanlar kaderimizle doğduğumuzu söyler, bazıları da kaderimizi davranışlarımızla oluşturduğumuzu iddia eder. Cadılar her ikisinin de doğru olmadığını ve köpek avlayıcısının köpeği yakaladığı gibi bir şeyin bizi yakaladığını söyler. İşin sırrı bizim yakalanmak istediğimizde orada olmamız, yakalanmak istemediğimizde orada olmamamızdır.”
Bakışları amaçsızca uzak dağların ardından güneşin yükseldiği doğu göğüne doğru kaydı. Bir süre sonra yaşlı adama bir kere daha yüzünü döndü. Gözleri sanki güneşin ışıltısını emmiş gibiydiler, çünkü ateşle sıvanmış gibi parlıyorlardı.
“Octavio Cantu evime mevsimlik tedaviler için gelir. Belki sana yavaş yavaş senin için bir hikâye örecektir. Şansın yaşamları nasıl bir araya getirdiği ve sadece cadıların bildiği bir şeyin nasıl onları bir demet haline getirdiği hakkında bir hikâye” dedi. Octavio Cantu başını onaylar şekilde salladı. Belli belirsiz bir gülümseme dudaklarını araladı. Çenesindeki seyrek sakalı hasır şapkasının altından sarkan saçları kadar beyazdı.
Octavio Cantu dona Mercedes’in evine sekiz kere geldi. Anlaşılan, onu delikanlılığından beri belirli zamanlarda tedavi ediyordu. Yaşlı ve yıpranmış olmasından öte alkolikti. Dona Mercedes’e göre hastalıklarının kaynağı ruhsaldı. İlaçlara değil, ilahilere ihtiyacı vardı.
Önceleri benimle çok az konuştu, sonraları açılmaya başladı; daha güvende hissettiği için olsa gerek. Onun yaşamı hakkında uzun saatler konuştuk. Her seansın başında ve her seferinde kaçınılmaz olarak umutsuzluğa, yalnızlığa ve şüpheye yeniliyordu. Onun yaşamıyla neden ilgilendiğimi bilmek istiyordu. Fakat her seferinde kendini denetleyerek çeki düzen veriyor ve seansın geri kalan zamanında –bir saat veya tüm öğleden sonra olabilir- kendisi hakkında, sanki başka bir kişiden söz eder gibi konuşuyordu.
***+++***+++***
Octavio yassı karton parçasını kenara iterek kulübenin dar girişinden içeri süzüldü. İçerde ışık yoktu ve taş ocaktaki sönmekte olan ateşten yayılan keskin kokulu duman gözlerini yaktı. Gözlerini kapadı ve yolunu karanlıkta el yordamıyla aradı. Ayağı teneke kutulara takıldı ve bacağını tahta bir sandığa çarptı.
“Lanet kokulu yer” diye alçak sesle küfür etti. Bir süre sert toprak zemine oturdu ve bacağını ovaladı. Sefil kulübenin uzak köşesinde, aşınmış ve atık edilmiş bir otomobil arka koltuğunda uyuyan adamı gördü. Eğilerek ve yerde dağınık olarak yayılmış olan sandıklara, iplere, kilimlere ve kutulara çarpmamaya dikkat ederek, yavaşça yaşlı adamın yattığı yere yürüdü. Octavio bir kibrit çaktı. Loş ışıkta yaşlı adam ölüye benziyordu. Göğsünün iniş-çıkış hareketi o derece zayıftı ki, nefes almıyor gibiydi. Bir deri bir kemik kalmış zayıf ve kara yüzünde fırlak elmacık kemikleri vardı. Kirli haki renkli yırtık pantolonu baldırlarına doğru kıvrılmıştı. Haki renkli, uzun kollu gömleği buruşuk boynunda sıkıca düğmelenmişti.
Şiddetle sarsarak “Victor Julio, uyan ihtiyar adam” diye seslendi. Victor Julio’nın titrek ve buruşuk göz kapakları bir an aralandı. Gözlerini tekrar kapamadan önce rengi değişmiş gözlerinin beyazı kısa bir süre göründü. “Uyan” diye Octavio sinirli bir şekilde bağırdı. Yerde duran dar çeperli hasır şapkaya uzandı ve onu yaşlı adamın bakımsız beyaz saçlarının üzerine sertçe bastırdı.
Victor Julio “Sen kimsin? Ne istiyorsun?” diye geveledi.
Önemli bir hava takınarak “Ben Octavio Cantu’yum ve belediye başkanı tarafından senin yardımcın olarak atandım” dedi. Yaşlı adam kararsız bir tavırla doğruldu ve “Yardımcı mı? Benim yardımcıya ihtiyacım yok” dedi. Bağsız, aşınmış ayakkabılarını giydi ve sendeleyerek karanlık odada gazyağı fenerini bulana kadar odada dolandı. Feneri yaktı. Gözlerindeki son uyku kalıntılarını atmak için defalarca gözlerini kırptı ve genç adama dikkatle baktı.
Octavio Cantu orta boylu idi. Güçlü adaleleri, aşınmış ve iliklenmemiş mavi ceketinin altından belli oluyordu. Kendisine büyük gelen pantolonunun paçaları, parlak ve yeni ayakkabıları üzerine kıvrılmıştı. Victor Julio, ayakkabıların çalıntı olduklarını düşünerek kıkırdadı. Octavio Cantu’nun bir beyzbol şapkasının gölgelediği gözlerinin rengini seçmeye çalışarak hırıltılı bir sesle “Demek, yeni adam sensin” dedi. Değişken renkli gözlerdi, rutubetli toprağın rengi.
Victor Julio genç adamla ilgili kesinlikle şüpheli bir şeylerin bulunduğuna karar verdi. “Seni bu civarlarda hiç görmedim. Nerden geliyorsun?” dedi. Octavio sertçe “Paraguana” diye yanıtladı. “Bir süredir buradayım. Seni meydanda birçok kere gördüm.”
Yaşlı adam “Paraguana” diye dalgın bir şekilde tekrarladı. “Paraguana’nın kum tepelerini gördüm” dedi. Başını sallayarak sert bir sesle sordu “Allahın terk ettiği bu yerde ne yapıyorsun? Bu kasabanın hiçbir geleceği olmadığını bilmiyor musun? Genç insanların şehirlere göç ettiklerine dikkat etmedin mi?
Octavio, konuyu kendinden uzaklaştırmak isteği içinde “Her şey değişecek” diye bildirdi. “Bu kasaba büyüyecek, yabancılar kakao bahçelerini ve şeker kamışı tarlalarını satın alıyorlar. Fabrikalar inşa edecekler. İnsanlar zengin olacak.”
Victor Julio alaycı bir kahkaha ile iki büklüm oldu. “Fabrikalar bizim gibiler için değildir. Eğer buralarda yeteri kadar uzun zaman kalırsan sonun bana benzer.” Elini Octavio’nun koluna koyarak ve genç adamın huzursuz gözlerinin içine bakarak “Paraguana’dan neden bu kadar uzakta olduğunu biliyorum. Bir şeyden kaçıyorsun, değil mi?” diye sordu.
Octavio huzursuzca kıpırdandı ve “Öyle bile olsa, ne olmuş?” dedi. Octavio adama herhangi bir şey söylemek zorunda olmadığını düşündü. Bu kasabada onun hakkında kimse bir şey bilmiyordu. İhtiyarın bakışındaki bir şey onu etkiledi ve “Evde bazı sorunlarım oldu” diye kaçamak bir yanıt geveledi.
Victor Julio kulübenin girişine doğru küçük adımlarla ilerledi, paslı bir çiviye asılı çuvaldan torbasını aldı ve içinden ucuz bir şişe rom çıkardı. Damarları belirgin elleri şişeyi açarken kontrolden çıkmış halde titriyordu. Düzensiz sakalından süzülen kehribar rengi sıvıya aldırmadan peş peşe yudumladı.
Octavio “Yapılacak çok iş var. Gitsek iyi olur” dedi. Victor Julio geçmişi hatırlayarak “Ben de başka bir belediye başkanı tarafından yaşlı bir adama yardımcı olarak atandığımda, senin gibi gençtim. Ben de güçlü ve çalışmaya istekliydim, çalışmaya arzuluydum ve güçlüydüm, şimdi şu halime bak. Artık rom genzimi bile yakmıyor” dedi.
Victor Julio, yere çömelerek yürüme bastonunu aradı. “Bu baston yaşlı adama aitti. Ölmeden önce bana verdi” dedi. Cilalı ve sert bastonu Octavio’ya uzatarak “Amazon ormanlarının sert kerestesinden yapılmıştır. Asla kırılmaz,” dedi.
Octavio bastona bir göz attı ve “İhtiyacımız olan malzeme burada mı? Yoksa onu hâlâ almamız mı gerekecek?” diye sabırsızlıkla sordu. İhtiyar adam sırıttı “Et dünden beri terbiye edilmiş durumda. Artık hazır olmuş olması gerekir. Kulübenin arkasında bir çelik bidonun içinde duruyor.”
“Etin nasıl hazırlandığını bana gösterecek misin?” diye Octavio sordu. Victor Julio güldü. Ağzında hiç diş yoktu. Geriye kalmış olan iki sarı azı dişi de mağaramsı ağzında iki direğe benziyorlardı. Kıkırdamalar arasında “Gösterecek gerçekten hiçbir şey yok” dedi. “Eti hazırlamak istediğimde eczacıya giderim. Ete yumuşatıcıyı karıştıran odur. Aslında, daha çok terbiyeye benzer.” diye açıklarken ağzı geniş bir sırıtışla yayıldı.
“Eti her zaman, belediye başkanının selamlarıyla mezbahadan alırım”. Şişeden bir yudum daha aldı. “Rom kendimi hazırlamama yardım eder” dedi ve çenesini sildi.
“Köpekler yakında bir gün benden intikamlarını alacaklardır” diye alçak sesle mırıldandı ve yarı boş şişeyi Octavio’ya uzatarak “biraz sen de alsan iyi olur,” dedi.
“Hayır, teşekkür ederim. Boş mide ile içemem” diye Octavio kibarca reddetti.
Victor Julio bir şey söylemek için ağzını açtı ama onun yerine çuvalını ve bastonunu alıp Octavio’nun onu izlemesi için dışarıyı işaret etti. Victor Julio, dalgın bir halde bir süre göğü izledi. Ne karanlıktı ne de aydınlık, gün ışımadan önceki tuhaf bunaltıcı gri hâkimdi. Uzaktan bir köpeğin havlamasını duydu.
“Et orada,” diye çenesiyle bir ağaç kütüğünün üzerinde duran çelik bidonu işaret etti. Octavio’ya bir yumak ip vererek “bidonu sırtına bağlayıp taşırsan daha kolay olacak” dedi. Octavio, uzmanca bidonu iple sardı, sırtına kaldırdı, ipleri göğsünde çaprazladı ve göbeğinin altında sıkıca düğümledi. İhtiyarın bakışlarından kaçınarak “İhtiyacımız olan bu kadar mı?” diye sordu.
Victor Julio şişesinden bir yudum rom daha alarak “Torbamda bir miktar daha ip ve bir kutu gazyağı var” diye açıkladı. Dalgınca, şişeyi cebine yerleştirdi. Sessizce kamış tarlasının içinden geçen kuru kanaldan ilerlediler. Çekirgelerin azalmakta olan cızırtısı ve kamış yapraklarının arasından geçen rüzgârın sesinden başka hiçbir ses duyulmuyordu. Victor Julio nefes almakta zorlanıyordu. Göğsü ağrıyordu. O derece yorgun hissediyordu ki hemen oracıkta sert zemine uzanmak istedi. Sık sık geri dönüp uzaktaki kulübesine baktı. Rahatsız edici bir şey sezdi, sonu yakındı.
Yapması gereken iş için çok yaşlı ve güçsüz olduğunu uzun zamandan beri biliyordu. Yerine yeni bir kişi almaları sadece zaman meselesiydi. Octavio sabırsızlıkla “Victor Julio, hadi gel, geç oluyor” diye seslendi.
Kasaba hâlâ uyuyordu. Sadece kiliseye gitmekte olan birkaç yaşlı kadın gördüler. Yüzleri koyu peçelerle örtülü olarak iki adamın yanından selamlarına karşılık vermeden aceleyle geçtiler. Dar beton kaldırımlarda, cılız ve hastalıklı görünüşlü köpekler, sessiz evlerin dibine sığınarak kapalı kapıların önünde kıvrılmış yatıyorlardı. Victor Julio’nun isteği üzerine Octavio çelik bidonu yere indirdi ve sıkıca kapanmış kapağını açtı. Çuvalından çıkardığı tahta maşa ile bidondan et parçaları çıkardı. Octavio ile birlikte kasabanın sokaklarında dolaşarak karşılaştıkları her başıboş köpeği besledi. Aç hayvanlar, kuyruklarını sallayarak, öldürücü eti iştahla yediler.
“Köpekler cehennemde seninle beslenecekler” diyen şişman bir kadın, meydanın öte tarafındaki eski sömürge dönemi kilisenin tahta kapısından kaybolmadan önce seslendi. Victor Julio burnunu gömleğinin yenine silerken “Bu yıl hiç kuduz vakası yok” diye geri bağırdı. “Sanırım öteki dünya için onları iyi besledik”
Octavio ağrıyan sırtını gererek “On yedi tane saydım. Taşınması gereken çok fazla köpek yapar” diye şikâyet etti.
Uğursuz bir gülümseme Victor Julio’nun yüzünü buruşturdu ve “En büyüğünü taşımamız gerekmeyecek. Sokakta ölmeyecek olan bir köpek var.” dedi.
Başındaki kırmızı beyzbol kasketini arkaya doğru çevirerek ve yüzünde şaşkın bir ifadeyle Octavio “Ne demek istiyorsun?” diye sordu.
Victor Julio’nun gözleri küçüldü, gözbebekleri kem bir ışıltı ile parladı. Yaşlı zayıf bedeni heyecanla ürperdi. “Havasına girdim. Şimdi, Lübnanlı dükkân sahibinin siyah Alman çoban köpeğini öldüreceğim” dedi.
Octavio “Bunu yapamazsın,” diye itiraz etti. “O sahipsiz değil, hasta değil ve iyi besleniyor. Belediye başkanı sadece sahipsiz ve hastalıklı olanları dedi”.
Victor Julio yüksek sesle küfür etti ve yardımcısına hain bir bakış attı. Köpek zehrine son kez ulaşmakta olduğundan emindi. Octavio olmasa da bir başka kişi, gelecek kurak mevsimde köpeklerden kurtulmakla görevlendirilecekti. Genç adamın kasabada herhangi bir sorun yaratmak istememesini anlıyordu, ama bu durum onun derdi değildi. Lübnanlı’nın köpeğini, kendisini ısırdığından beri öldürmek istiyordu ve bu da onun son şansıydı.
“Bu köpek saldırmak için eğitilmiş. Her serbest kaldığında birini ısırdı. Beni de birkaç ay önce ısırdı” dedi. Pantolonunun bacağını sıyırarak, “bu yara izine bak” diye mor yara izini ovalayarak kızgınca söylendi. “Lübnanlı beni bir doktora bile götürmek zahmetine katlanmadı. Kanımca köpeğin kuduz olması ihtimali vardı”.
Octavio “Ama değildi ve sen de onu öldüremezsin” diye ısrar etti. “Köpek sokakta değil. Bir sahibi var. Sen sadece başına bela arıyorsun,” diye yalvaran gözlerle ihtiyar adama baktı.
Victor Julio “Bana ne. O hayvandan nefret ediyorum ve onu öldürmek için başka şansım olmayacak” diye sert bir şekilde tersledi. Çuvalını omzuna vurdu ve “Haydi, gidelim” dedi. Octavio isteksizce, kasabanın kenarına erişen dar yan yolda ihtiyar adamı izledi. Yeşil renkli, sıvalı, büyük bir evin önünde durdular.
Victor Julio “Köpek arka tarafta olmalı. Bir bakalım” dedi. Tuğla duvarın etrafında yürüdüler. Köpekten iz yoktu. Octavio “Gitsek iyi olur. Köpeğin evin içinde uyuduğundan eminim” diye fısıldadı. Victor Julio bastonunu duvara sürterek “Çıkacaktır” dedi.
Yüksek sesli havlamalar sabahın sessizliğini böldü. Yaşlı adam heyecanla bastonunu başının üzerinde havada sallayarak, zayıf bacakları üzerinde defalarca sıçradı. “Etin gerisini ver” dedi.
Octavio göğsündeki ipleri çözdü ve isteksizce çelik bidonu yere indirdi. Yaşlı adam son kalan et parçalarını tahta maşası ile alarak duvarın üzerinden fırlattı. Victor Julio mutlu bir şekilde “Hayvanın zehirli etleri yutuşunu dinle. Bu vahşi canavar diğerleri kadar aç” dedi.
Octavio çelik bidonu sırtına yükleyerek “Çabuk buradan uzaklaşalım” diye tısladı. Victor Julio “Acelesi yok” diyerek güldü. Vücudunu bir sevinç dalgası kapladı ve tırmanacak bir şey aradı. “Gidelim. Yakalanacağız” diye Octavio ısrar etti.
Victor Julio bulduğu sallantılı tahta sandığı duvara yaslayarak üstüne tırmandı ve “Yakalanmayacağız” diye güven verdi. Ayak parmaklarının üstünde yükselerek azgın köpeğe baktı. Öfkeli havlamaları arasında boğazına takılmış olanı çıkarmak için kan ve köpük saçıyordu. Birden bacakları katılaştı, yana devrildi, vücudunu güçlü kasılmalar sardı.
Victor Julio ürperdi. Sandıktan aşağı inerek “Ölmek bile zor” diye mırıldandı. Lübnanlı’nın Alman çoban köpeğini öldürmüş olmaktan dolayı herhangi mutluluk hissetmedi. Köpekleri zehirlediği bunca yıl boyunca onları ölürken izlemekten kaçınmıştı. Başıboş melez köpekleri öldürmekten hiçbir zaman zevk almamıştı ama ona sunulan tek uygun iş teklifi buydu. Victor Julio’nun kalbini belli belirsiz bir korku kapladı. Boş yola baktı. Sol başparmağını geriye doğru bükerek yürüyüş bastonunu parmağıyla bileği arasına sıkıştırdı. Kolunu ileri doğru gererek bastonu ileri-geri o derece hızlı salladı ki, baston havada asılı durur gibi göründü.
Octavio büyülenmiş gibi izleyerek “Bu nasıl bir hile?” diye sordu.
“Bu hile değil, bir sanattır. En iyi yaptığım şeydir.” diye Victor Julio hüzünle açıkladı.
“Sabahları ve öğleden sonraları dans eden bastonumla küçük çocukları meydanda eğlendiririm. Bazıları bana dostça davranır” .
Bastonu Octavio’ya uzatarak “Dene, bak bakalım yapabiliyor musun?” dedi. Victor Julio, Octavio’nun bastonu düzgün tutamayan beceriksiz girişimine güldü. Yaşlı adam “Yılların pratiği gerekir. Başparmağı bileğine değene kadar bükmen gerekir ve kolunu çok daha hızlı hareket ettirmen gerekir ki baston yere düşecek vakit bulamasın”. Octavio bastonu iade ederek ve sabahın parlaklığı ile doğu göğünde beliren alev renkli lekelere şaşırarak “Şu köpekleri toplasak iyi olur” diye haykırdı.
“Victor Julio beni bekle,” diye bir çocuk arkalarından seslendi. Karışık siyah saçları atkuyruğu şeklinde bağlanmış yalın ayak altı yaşında bir kız adamlara yetişti. Adamın görmesi için bir Alman çoban köpeği yavrusunu yüksekte tutarak “Bak, teyzem oynamam için ne getirdi. Ona kelebek adını koydum. Benziyor değil mi?” dedi.
Victor Julio kaldırıma oturdu. Küçük kız yanına oturup küçük sevimli, tombul köpek yavrusunu kucağına verdi. Dalgın bir şekilde parmaklarını siyah ve açık sarı tüyler üzerinde gezdirdi. Kız, “Bastonunu nasıl dans ettirdiğini Kelebek’e göster” diye rica etti. Victor Julio köpeği yere koydu ve rom şişesini cebinden çıkardı. Şişenin tümünü bir dikişte, nefes almadan içti. Sonra boş şişeyi çuvalına bıraktı. Çocuğa bakarken yüzünde hüzünlü bir ifade vardı.
Yakında büyüyecek ve meydandaki ağaçların altında onunla oturup sararmış yaprakları çöp tenekesine doldurmasına yardım etmeyecek, onların gece altına dönüşeceklerine inanmayacaktı. Daha büyük çocuklardan çoğunun yaptığı gibi, ona bağırıp alay edip etmeyeceğini merak etti. Gözlerini sıkıca kapattı. “Bakalım baston dans etmek istiyor mu?” diye mırıldandı. Kütürdeyen dizlerini ovalayarak ayağa kalktı.
Octavio ve çocuk büyülenmiş gibi bastonu izledi. Baston kendiliğinden dans ediyormuş gibiydi. Sadece Victor Julio’nun hızlı ve zarif kol hareketleri değil, aynı zamanda ritmik olarak ayağını yere vuruşu ve boğuk olmakla birlikte ahenkli sesiyle söylediği bir çocuk tekerlemesi de bastona can veriyordu.
Octavio bidonu yere koydu ve yaşlı adamın becerisini izlemek için üzerine oturdu. Victor Julio şarkısını yarıda kesti. Bastonu yere düştü. Şaşkınlık ve dehşetle köpek yavrusunun bidondan sızan zehirli sıvıyı yaladığını gördü.
Küçük kız bastonu yerden aldı, baş kısmını okşadı Victor Julio’ya geri verdi.
“Senin onu düşürdüğünü hiç görmedim. Acaba yoruldu mu?” diye kaygılı bir yorum yaptı. Victor Julio titreyen elini kızın başına koydu. Atkuyruğunu hafifçe çekerek, “Kelebek’i bir yürüyüşe çıkaracağım. Annen seni burada ortalıkta bulmadan yatağına dön. Daha sonra meydanda buluşuruz. Birlikte yaprak toplarız” dedi. Kırçıl köpek yavrusunu yerden kaldırdı ve onu izlemesi için Octavio’ya işaret etti.
Sahipsiz köpekler kapalı kapıların önünde artık kıvrılmış yatmıyorlardı. Bacakları gergin durumda, göğe bakan buzlu gözler ve boş bakışlarla sokağa serilmişlerdi. Octavio, onları teker teker Victor Julio’nın çuvalında getirmiş olduğu iple bağladı.
Kelebek, tüm vücudu titreyerek ve kasılarak yaşlı adamın pantolonundan aşağı bir kanlı akıntı gönderdi. Zehirlenmiş köpek yavrusunu diğerlerine bağlayarak “Çocuğa ne diyeceğim?” diye mırıldandı.
Ölü köpekleri kasabanın dışına, Lübnanlı’nın evinin önünden, boş tarlalardan geçerek ve iki sefer yaparak, bir koyak içine sürüklediler. Victor Julio onları kuru dallarla örttü, sonra birlikte getirmiş olduğu gaz yağını üzerlerine serpti ve tümünü ateşe verdi. Ölü köpekler havayı yanık et ve kıl kokularıyla doldurarak yavaş yavaş yandılar.
Boğazları tozdan ve dumandan kurumuş halde, nefes nefese iki adam koyaktan dışarı tırmandılar. Kırmızı çiçek açmış akasya ağacının gölgesine çökmeleri için fazlaca yürümeleri gerekmedi. Victor Julio geceden serin kalmış sert toprağa uzandı. Bastonunu midesi üzerine sıkıca bastırırken elleri titriyordu. Gözlerini kapadı, göğsünü sıkıştıran ağrıyı dağıtır ümidiyle nefesini sakinleştirmeye çalıştı. Uyuyabilmeyi, kendini rüyalarda kaybetmeyi arzuladı.
Bir süre sonra Octavio “Gitmem gerek, yapacak başka bir işim var” dedi.
“Benimle kal, köpeği hakkında çocukla konuşmam gerekecek.” diye yaşlı adam rica etti. Oturdu ve yalvaran gözlerle Oktavio’yu süzdü.
“Bana yardım edebilirsin. Çocuklar benden çabucak korkuyorlar. O, bana dostça davranan az sayıdakilerden biri”.
Victor Julio’nun sesindeki biçarelik Octavio’yu korkuttu. Ağaca doğru yaslanarak gözlerini kapadı. Yaşlı adamın yüzüne yansıyan korku ve çaresizlik ifadesine bakmaya dayanamadı.
Victor Julio “Benimle meydana gel ve yeni adam olduğunu herkese söyle” diye rica etti. Octavio hırçın bir şekilde “Bu kasabada kalmayacağım. Bu köpek öldürme işini sevmedim” dedi.
Victor Julio, “Sevmek ve sevmemekle ilgisi yok. Kaderle ilgisi var” diye uyardı.
Victor Julio özlemle gülümsedi ve bakışlarını kasabaya doğru yöneltti. Gözlerini kapatarak “Kim bilir, belki de buralarda sonsuza kadar kalman gerekebilir” diye mırıldandı.
Sessizlik kızgın seslerin gürültüsüyle bozuldu. Lübnanlı’nın en yaşlı oğlu tarafından yönetilen bir genç grubu, yoldan geliyordu. İki adamdan birkaç adım ötede durdular.
“Köpeğimi öldürdün” dedi Lübnanlı çocuk tıslayarak ve Victor Julio’nun ayakları dibine tükürdü. Yaşlı adam bastonuna dayanarak ayağa kalktı ve zaman kazanmaya çalışarak “Benim olduğumu nerden biliyorsun?” diye sordu.
Rom şişesini torbasında ararken Victor Julio’nun elleri kontrolsüz bir şekilde titriyordu. Boş şişeye şaşkınlıkla baktı. Son damlasına kadar içtiğini hatırlamıyordu.
Delikanlılar “Köpeği öldürdün, köpeği öldürdün!” diye birlikte bağırdılar. Onu itekleyerek ve hakaret ederek elindeki bastonu ve çuvalı almaya çalıştılar. Victor Julio geri çekildi. Bastonunu yuhalayan gençlere doğru körlemesine salladı. Titreyen dudaklarının arasından “Beni rahat bırakın!” diye bağırdı. Onun öfkesinden bir an için şaşıran gençler durdular.
Aniden, Victor Julio’nun yalnız olmadığını yeni fark etmişler gibi Octavio’ya döndüler.
“Sen kimsin? İhtiyarla birlikte misin? Onun yardımcısı mısın?” dedi gençlerden biri, bir adamdan diğerine bakarak ve her ikisiyle başa çıkmanın sonuçlarını hesaplayarak.
Octavio cevap vermedi ama elindeki ipi başının üzerinde çevirerek bir kırbaç gibi ileri doğru savurdu. Gençler alayla gülüp bağırarak, kendilerine savrulan ipten kaçmayı başardılar. Fakat birkaç tanesi, sadece kalça ve bacaklarından değil, kol ve omuzlarından da iple vurulunca geri çekildiler. Bu fırsattan istifadeyle, köpeklerin hâlâ yanmakta olduğu koyağa doğru kaçmakta olan Victor Julio’ya yönelip onun peşine düştüler. Victor Julio geriye baktı ve kendisine bu kadar yaklaşmış olan gençleri görünce, ani dehşet gözbebeklerine yayıldı.
Ona insanları değil, havlayan bir köpek sürüsünü hatırlattılar. Daha hızlı koşmaya çalıştı ama göğsünü yırtan acı buna engel oldu. Çocuklar yerden küçük taşlar alıp ona atarak sataştılar. Fakat Lübnanlı büyükçe bir taşa uzanınca diğerleri, birbirlerinden üstün olmak arzusuyla, daha iri kayaları seçtiler.
Kayalardan biri Victor Julio’nun başına çarptı. Sendeledi, görüşü bulanıklaştı. Yer ayaklarının altından kaydı ve koyağın dibine doğru yuvarlandı. Rüzgâr yaşlı adamın çığlığını koyağın dışına taşıdı. Nefes nefese, yüzleri toz ve terle kaplı çocuklar durup birbirlerine baktılar. Sonra, sanki biri emir vermiş gibi farklı yönlere doğru dağıldılar.
Octavio dik yamaçtan aşağı doğru koştu ve Victor Julio’nun hareketsiz bedeninin yanına çömeldi. Onu şiddetle salladı. Yaşlı adam gözlerini açtı, nefesi kesik kesik ve sesi kısıktı.
“Sonun yakın olduğunu biliyordum ama sadece mesleğimin sonu olduğunu sanıyordum. Bu şekilde olacağı hiç aklıma gelmedi” dedi. Yardımcısının gözlerine bakarken gözbebekleri tuhaf bir ışıldama ile parladı. Yavaşça ışığı söndü.
Octavio onu şiddetle salladı. “Tanrım, öldü” diye mırıldandı. Sonra haç çıkardı. Yüzünü göğe çevirdi. Gökte kör eden güneşe rağmen solgun bir ay açıkça görünüyordu. Dua etmek istedi ama tek bir dua bile aklına gelmedi. Zihnine sadece bir görüntü geldi: tarlalar üzerinden adamı kovalayan bir köpek sürüsü.
Octavio ellerinin soğuduğunu ve bedeninin titrediğini hissetti. Başka bir kasabaya doğru yeniden kaçabileceğini düşündü. Fakat, Victor Julio’yu kendisinin öldürdüğünden şüphelenebilirlerdi. Olaylar açıklığa kavuşana kadar kalmasının daha iyi olacağına karar verdi.
Uzun bir süre Octavio ölü adama baktı kaldı. Sonra, ani bir tepki ile yakına düşmüş olan Victor Julio’nun bastonunu aldı. Onu okşadı ve maharetle oyulmuş baş kısmını sol yanağına sürttü. Sanki daima kendisine aitmiş gibi hissetti. Bastonu, günün birinde, dans ettirmeyi başarıp başaramayacağını merak etti.
Octavio Cantu mevsimin son şifasını almıştı. Şapkasını giydi ve iskemlesinden kalktı. Yılların göğsünü nasıl çukurlaştırdığını ve kollarının adalelerini nasıl erittiğini gördüm. Aşınmış ceketi ve pantolonu bedenine göre birkaç ölçü büyüktü. Sağ cebinde iri bir şişkinlik yapan bir rom şişesi vardı.
Çökmüş ve sararmış gözlerini Mercedes Peralta’ya dikerek “Tedavimi bitirdiği her seferinde aynı şey oluyor. Onu uyutuyorum” diye mırıldandı. “Seninle bugün çok fazla konuştum. Yine de, benimle neden ilgilendiğini anlayamıyorum.” Bastonunu başparmağı ile bileği arasında tutarken geniş bir gülümseme yüzünü buruşturdu. Kolunu ileri geri öylesine ustalıkla hareket ettirdi ki baston havada asılı durur gibi göründü. Başka bir söz etmeden odadan çıktı.
Kadına dönerek “Dona Mercedes, uyanık mısınız?” diye hafifçe seslendim. Mercedes Peralta başını salladı, yumuşak bir sesle “Uyanığım, her zaman uyanığım, uyurken bile. Bu şekilde kendimden bir adım ilerde dururum.”
Ona, Octavio Cantu ile konuşmaya başladığımdan beri derin ve rahatsız edici soruların etkisinde kaldığımı söyledim. Octavio Cantu, Victor Julio’nun yerine geçmeyi önleyebilir miydi? Ve neden Victor Julio’nun yaşantısını bu derece tekrarladı?
Mercedes Peralta “Bunlar yanıtlanamaz sorulardır. Mutfağa gidip Candelaria’ya soralım. O ikimizin toplamından daha anlayışlıdır. Ben duygusal olmak için çok yaşlıyım, sen de çok tahsillisin.” Yüzünde parlak bir gülümseme ile koluma girdi ve mutfağa gittik.
Kıymetli çelik kap kaçağının bakır altlarını temizlemekle meşgul Candelaria bizim yaklaştığımızı ne gördü ne de duydu. Dona Mercedes kolunu dürtünce şaşkın ve tiz bir çığlık attı.
Candelaria uzun boylu, düşük omuzlu ve geniş kalçalıydı. Yaşını tahmin etmem mümkün değildi. Otuzlu olduğu kadar ellili yaşlarında da görünüyordu. Esmer yüzü çillerle kaplı idi ve o derece eşit aralıklı idiler ki, boyanmış gibi duruyorlardı. Saçlarını havuç kırmızısına boyuyordu ve parlak çarpıcı renkli pamuklu basma elbiseler giyiyordu.
Yapmacık bir rahatsızlık ifadesiyle “Eeee? Mutfağımda ne yapıyorsunuz?” diye sordu.
Dona Mercedes “Musiya, Octavio Cantu’ya saplantılı” diye açıkladı.
Candelaria “Tanrım” diye bağırdı. Yüzünde samimi bir şok ifadesi vardı ve bana bakarak “Neden o?” diye sordu.
Onun suçlayıcı ses tonundan şaşırmış olarak dona Mercedes’e sorduğum soruyu yineledim.
Candelaria gülmeye başladı. “Bir an için endişelendim”, dona Mercedes’e dönerek “bu Misuya’lar tuhaf oluyor”. “Finlandiya’lı bir Musiyu (sarışın erkek Ç.N.) hatırlıyorum. Kilo almamak için yemekten sonra bir bardak idrar içerdi. Ayrıca, Norveç’ten balık tutmak için gelmiş olan bir kadın vardı. Bildiğim kadarıyla hiçbir şey tutmazdı ama tekne sahipleri onu açık denize götürmek için aralarında kavga ederlerdi.”
İki kadın kahkaha ile gülerek oturdular. Candelaria devamla “Sarışınların aklından ne geçtiği hiçbir zaman bilinemez. Her şey yapabilirler” dedi. Kesik kesik ve her seferinde daha da yüksek perdeden güldü ve sonra kaplarını silmeye geri döndü.
Dona Mercedes “Öyle görünüyor ki Candelaria senin sorularınla ilgilenmiyor. Benim görüşüm şu ki Octavio Cantu, Victor Julio’nun yerine geçmesini engelleyemezdi. Çok az gücü vardı, bu yüzden sana sözünü ettiğim o gizemli şey tarafından yakalanmıştı; kaderden daha gizemli olan şey. Cadılar o şeye cadıların gölgesi adını verir.” dedi.
Candelaria aniden “Octavio Cantu çok genç ve güçlüydü. Fakat Victor Julio’nun gölgesinde çok uzun zaman oturdu” dedi.
Dona Mercedes’e “Ne demek istiyor?” diye sordum. Dona Mercedes “İnsanlar silinirken, özellikle ölüm anında, diğer insanlarla o gizemli şeyin yardımıyla bir bağ oluştururlar. Bir tür süreklilik” diye açıkladı. “Çocukların ebeveynlerine veya yaşlı insanlara bakanların vesayet ettiklerine dönüşmeleri bu yüzdendir.”
Candelaria yeniden konuştu “Octavio Cantu, Victor Julio’nun gölgesinde çok fazla oturdu. Gölge de onu tüketti. Victor Julio güçsüzdü ama o şekilde ölmesiyle, gölgesi çok güçlendi.”
Candelaria’ya “Gölgeyi ruh diye tanımlar mısın?” diye sordum. Soruya canı sıkılmış olarak “Hayır, gölge her insanda olan ve ruhtan daha güçlü olan bir şeydir,” diye yanıt verdi.
Dona Mercedes “Şimdi oldu Musiuya, Octavio Cantu bir bağlantı üzerinde fazla uzun zaman oturdu – kaderin yaşamları birbirlerine bağladığı noktada. Oradan uzaklaşmak gücünü gösteremedi ve Candelaria’nın dediği gibi gölge onu tüketti. Hepimizin zayıf veya güçlü bir gölgesi vardır. Onu ya sevdiğimiz, ya nefret ettiğimiz veya orada hazır durumda bulunan birine verebiliriz. Eğer hiç kimseye veremezsek, ölünce bir süre ortalıkta dolaşır ve sonra silinir gider.” dedi.
Ona hiç anlamamış olarak bakmış olmalıyım ki güldü ve “Sana cadıları sevdiğimi söyledim. Onları anlamak zor olsa dahi, olayları açıklayış tarzları hoşuma gidiyor” dedi. “Octavio’nun, yükünü azaltmam için bana ihtiyacı var. Bunu da ilahilerim sayesinde başarıyorum. Eğer müdahale etmezsem Victor Julio’nun yaşamını tüm ayrıntılarına kadar tekrarlayacağını hissediyor” diye devam etti.
Candelaria “Bir kişinin adımlarını izlemek istemiyorsan onun gölgesinde uzun süre oturmaman önerilir” diye ortaya söz attı.