1

Konu: 15 - Yapmama

Çarşamba, 11 Nisan 1962
Evine döner dönmez don Juan, bana hiçbir şey olmamış gibi notlarım üzerinde çalışmamı, başımdan geçmiş olan olaylardan hiç söz etmememi, hatta onlarla ilgilenmememi önerdi.
Bir günlük bir dinlenmeden sonra, don Juan, o “varlıklarda aramıza mesafe koymanın akıllıca bir hareket olacağını belirterek o yöreden birkaç günlüğüne ayrılmamız gerektiğini açıkladı. Don Juan o varlıkların beni çokça etkilemiş olduğunu, ama bedenimin yeterince duyarlı olmamasından dolayı etkilerinin farkına varamadığımı söylüyordu. Ancak, arınmak ve güçlenmek amacıyla “gözümün bebeği gibi sevdiği yere” gitmediğim takdirde ağır bir şekilde hastalanabilirmişim.
Güneş doğmadan önce arabamla kuzeye doğru yollandık, yorucu bir araba yolculuğundan, ve süratli bir yürüyüşten sonra, akşama doğru tepe doruğuna vardık.
Don Juan, daha önce de yaptığı gibi, uyumuş olduğum o noktaya ince dallarla yapraklar serdi. Sonra bana bir avuç yaprak vererek göbeğime yakın tenimin üzerine koymamı, yatıp dinlenmemi söyledi. Soluma yakın bir yerde başıma bir buçuk metre kadar mesafede bir yer seçerek oraya uzandı.
Daha birkaç dakika geçmeden nefis bir ılıklık, görkemli bir esenlik duyumsamaya başladım. Bedensel huzur diyebileceğim bir duyguydu bu, havada asılı dururmuşçasına bir duyumsama. Don Juan’ın, “ip yatağı”nın beni havada asılı tutacağı şeklindeki sözleri hiç de yalan değildi. Bu duyusal deneyimimin inanılmaz niteliğinden söz ettim don Juan’a. Don Juan, üzerinde durmaksızın, zaten bu “yatağın” o amaçla yapıldığını söyledi.
Ben de konuşurken belagatli ifadeler kullanmanın bir mahzuru olmadığını anlatmaya çalıştım. O da, öyleyse o takdirde başka bir anlatım tarzı seçmem gerektiği karşılığını verdi. Onu ciddi bir şekilde taciz ettiğim belliydi. Yarı doğrularak özür dilemeye başladım, ama don Juan gülerek ve, benim konuşma biçimime öykünerek, onun yerine kullanabileceğim bir dizi gülünç belagatli ifadeyi art arda sıraladı. Önerdiği örneklerden bazılarının hedeflediği anlamsızlığa gülmeden edemedim.
Don Juan kıkır kıkır gülerek yumuşak bir sesle kendimi asılı durma duyusuna terk etmem gerektiğini anımsattı.
O giz dolu yerde duyumsadığım bu barış ve bereket duygusu ta derinlere gömülü birtakım coşkularımı uyandırdı. Yaşamımdan söz etmeye başladım. Hiçbir kimseyi, hatta kendimi bile saymamış ve sevmemiş olduğumu, hep özde kötü bir kimse olduğuma inandığımı, bu yüzden başkalarına karşı davranışlarımda her zaman belli bir efelik taslama, avurtlama kisvesinin ardına gizlendiğimi itiraf ettim.

“Doğru,” dedi don Juan. “Kendini hiç sevmiyorsun sen.”
Kesik kesik gülerek, benim anlattığım sırada kendisinin “görmekte” olduğunu söyledi. Önerisi şöyleydi: yapmış olduğum hiçbir şey yüzünden pişmanlık duymamalıymışım, zira insanın kendi edimlerini kaba, çirkin ya da kötü, diye etiketlemesi, kendi kendine yersizcesine önem vermek sayılırmış.
Asabi bir hareket yaparak, üzerinde yattığım yaprakları hışırdattım. Don Juan, dinlenmek istediğim takdirde, yapraklarımı taciz etmemem gerektiğini, kendisine öykünerek tek bir hareket dahi yapmamamı öğütledi. Sonra, “görmesi” sırasında benim havalarımdan birine rastladığını anlattı. Bir an uygun sözcük ararcasına duraladı—havanın, sürekli olarak içine düştüğüm zihinsel bir durum olduğunu belirtti. Bunu, beklenmedik zamanlarda açılıp beni yutan bir tuzağın kapısına benzer bir şey olarak tanımladı.
Daha belirgin bir şekilde açıklamasını istedim Ondan. Don Juan, “görme” konusunda belirgin olunamayacağı yanıtını verdi.
Ben daha başka bir şey demeden, don Juan gevşemem ama uyumamam, elimden geldiğince uzun bir süre bir bilinçlilik durumunda kalmam gerektiğini söyledi. O “ip yatağımın” bir savaşçının belli bir barış ve esenlik durumuna ulaşmasını sağlamak amacıyla kurulduğunu bildirdi.
Don Juan heyecanlı bir sesle, esenliğin, aranabilmesi için insanın kendisini hazırlaması ve onunla tanışması gereken bir durum olduğunu belirtti.
“Sen esenliğin ne olduğunu bilmiyorsun, zira hiç tatmış değilsin ki onu,” dedi.
Hemen itiraz ettim. Ama o sürdürerek esenliğin, insanın tasarlayarak ulaştığı bir ergi olduğunu ileri sürdü. Benim aramayı bildiğim şeylerin ise sadece dağınıklık, keyifsizlik, sıkıntı olduğunu ekledi.
Don Juan alaylı bir şekilde gülerek, benim kendimi perişan etme gibi büyük bir başarıyı gerçekleştirebilmek amacıyla son derece yoğun bir gayret sarfetmekte olduğumu, ve aynı gayreti kendimi bütünleştirip güçlendirmek amacıyla sarfetmeyi hiç aklıma getirmeyişimin delilikten başka bir şey olmadığını ileri sürdü.
“İşin püf tarafı insanın neyin önemli olduğunu bilmesidir,” dedi don Juan. “Biz kendimizi ya mutsuz ya da güçlü kılarız. Her ikisi için de harcadığımız çaba aynıdır.”
Ben gözlerimi kapayarak tekrar gevşedim, havada asılıymışım duygusuna kavuştum; kısa bir süre boyunca kendimi, bir yaprak gibi, boşlukta gerçekten uçmaktaymışım gibi algıladım. Her ne kadar çok zevkli ise de, bu duygu bana hastalandığım ya da gözlerimin karardığı, ve başımın fırıldak gibi döndüğünü hissettiğim zamanları anımsattı. Acaba dokunacak bir şey mi yedim, diye düşündüm.
Don Juan’ın benimle konuştuğunu biliyor ama onu dinlemek için bir çaba sarf etmiyordum. O gün yemiş olduğum her bir şeyi zihnimde sıralamaya çalışıyordum, ama sonra ilgimi çekmez oldu da vazgeçtim. Bunun önemi yokmuş gibi bir duyguya kapılmıştım.
“Güneş ışığındaki değişimlere bak,” dedi don Juan.
Sesi çok net gelmekteydi. Su gibi akan bir ses, akıcı ve ılık.
Batı yönünde gökyüzü tamamıyla bulutluydu, güneşin ışıkları görkemli bir manzara oluşturmaktaydı. Belki de don Juan’in anıştırmalarından ötürü akşam güneşinin sarımtırak kızartısı gerçekten muhteşemdi.
“Kızartı seni tutuştursun,” dedi don Juan. “Güneş bugün batmadan önce son kerte dingin ve tazelenmiş durumunda olmalısın, zira yarın ve öbür gün, yapmamayı öğreneceksin.”
“Neyi yapmamayı öğreneceğim?” Diye sordum.
“Bırak şimdi,” dedi don Juan. “Şu volkanik dağlara tırmanalım da hele.”
Don Juan kuzeyde ta uzaklardaki sivri, kapkara, ürkünç görünümlü dağların tepelerini gösterdi.

Cvp: 15 - Yapmama

Perşembe, 12 Nisan 1962
Akşama yakın volkanik dağları çeviren yüksek çöle ulaştık. Uzaktaki koyu kahverengi volkanik dağların meşum bir görüntüsü vardı. Güneş ufukta epey alçalmıştı; dorukların katılaşmış lavlardan oluşan batı yamaçlarının koyu kahverengi yüzeyini göz kamaştırıcı yansımalarla yaldıza boyuyordu.
Gözlerimi oradan ayıramıyordum. Bu doruklar insanı gerçekten ipnotize ediyordu.
Gün bitiminde dağların dip yamaçları görünmeye başladı. Yüksek çölde pek az bitki vardı; sadece kaktüslerle öbekler halinde yetişen uzun otlar görebiliyordum.
Don Juan dinlenmek amacıyla durdu. Yere oturup, yiyecek taşıyan sukabaklarını dikkatlice bir kayaya yaslarken, bu gece burada kamp kuracağımızı söyledi. Nispeten yüksekçe bir yer seçmişti. Durmakta olduğum noktadan dört bir yanımızdaki çok uzak yerleri görebiliyordum.
Bulutlu bir gündü, alacakaranlık ortalığı çabucak kuşatıvermişti. Batıdaki koyu kırmızı bulutların kalın tekdüze koyu kurşuni bir renge nasıl hızla büründüklerine bakmakla meşguldüm.

Don Juan ayağa kalkarak çalılığa doğru gitti. O döndüğünde, volkanik dağların silueti artık kapkara bir kütleydi. Don Juan yanıma oturarak dikkatimi dağların üzerine, kuzeydoğu istikametindeki doğal bir oluşuğa benzeyen bir yere doğru çekti. Çevresindeki yerlerden çok daha açık renkli bir noktaydı orası. Alacakaranlıkta volkanik dağ siluetlerinin her tarafı tekdüze bir koyu kahverengi görünümde olduğu halde, don Juan’ın gösterdiği nokta sarımtırak ya da koyu bej renkteydi. Orasının nasıl bir yer olduğunu kestiremiyordum. Uzun süre oraya baktım durdum. Deviniyormuşa benziyordu; hatta nabız gibi attığını bile düşünmedim değil. Gözlerimi kıstığımda, rüzgâr orayı sürüklüyormuş gibi dalgalanıyordu.
“Gözünü ondan ayırma!” diye buyurdu don Juan.
Gözlerimi onun üzerinde tutmaya başladıktan epey bir süre sonra, bir an geldi, tüm dağ silsilesinin bana doğru yaklaştığını duyumsadım. Bu duygu eşliğinde midemde alışık olmadığım bir karıncalanma peyda oldu. Artarak beni son derece rahatsız etmeye başlayınca ayağa kalktım.
“Otur yere!” diye haykırdı don Juan, ama ben hâlâ ayaktaydım.
Bulunduğum bu yeni bakış açısından o sarımtırak oluşuk, dağların yamaçlarından daha aşağıdaki bir yerde görünmekteydi. Gözlerimi oradan ayırmaksızın tekrar oturdum, bu defa o oluşuk daha yüksek bir yere çıktı. Bir süre oraya baktım, birden her şey yerli yerine oturdu. Bakmakta olduğum şeyin, dağlarda olan bir şey değil de, aslında önümdeki yüksekçe bir kaktüsten sarkan sarımtırak yeşil renkte bir kumaş parçası olduğunu kavradım.
Kahkahayı bastırarak don Juan’a alacakaranlığın bir optik yanılma oyunu oynadığını anlattım.
Don Juan ayağa kalkarak o kumaş parçasının sarktığı yere gitti, onu çıkarıp katladı, kesesinin içine yerleştirdi.
“Niçin öyle yapıyorsun?” diye sordum.
“Çünkü bu kumaş parçasında erk var,” dedi üzerinde durmaksızın.
“Bir ara gayet iyi gidiyordun, hep oturarak kalsaydın kimbilir daha neler olacaktı.”
Cuma, 13 Nisan 1962
Tan ağırırken dağlara yöneldik. Şaşırtıcı bir şekilde uzaktaydılar. Öğleyin derin vadilerden birine girdik. Sığ gölcüklerde biraz su vardı. Dinlenmek için bir yarın gölgesinde oturduk. Dağlar, küme küme devasa lav akıntılarından oluşmaktaydı. Taşlaşan püsküllüler binlerce yıldır havanın etkisiyle gözenekli koyu kahverengi kayalara dönüşmüştü. Yarıklardaki kayaların arasında sadece birkaç dayanıklı yabani ot yetişiyordu.
Derin vadinin handıysa duvar gibi dimdik yamaçlarından yukarılara baktığımda, midemde tuhaf bir sancılanma hissettim. Birkaç yüz metre yüksekliğindeki bu duvarımsı yamaçlar sanki üzerimizde kapanacakmış hissini vermekteydiler. Güneş nerdeyse tepemizde, biraz güneybatı istikametindeydi.
“Burda ayakta dur,” dedi don Juan, ve bedenimi güneşe bakabileceğim bir konuma getirdi.
Gözlerimi dikerek tepemdeki dağ duvarlarına bakmamı istedi.
Manzara harikuladeydi. Püskürtünün o muazzam yükseklikten akışı zihnimi allak bullak etmişti. Ne müthiş bir volkanik patlama cereyan etmiş olduğunu hayret içinde düşlemeye başladım. Kanyonun duvarlarından bir yukarıya bir aşağıya doğru baktım durdum. Kayalık duvarın o renk zenginliği içinde kaybolup gittim. Tasavvur edilebilecek her renkten çizgiler, benekler vardı. Her kaya açık gri renkte yosun ya da liken parçalarıyla kaplıydı. Tam tepeme doğru baktım— güneş ışıklarının donmuş lavların üzerindeki parlak pulcuklara çarparak son derece nefis yansımalar yarattığına tanık oldum.
Gözlerimi dağlardaki, güneş ışığını yansıtan bir alana çevirdim.
Güneş hareket ederken, ışınların yoğunluğu da azaldı; sonunda tamamıyla yok oldu.
Kanyon boyunca göz gezdirirken nefis ışık oyunları sergileyen bir alan daha gördüm. Don Juan’a bunu anlatırken, bir ışıklı alan daha dikkatimi çekti, sonra değişik bir yerde bir başkası bir başkası daha, tüm vadi dev ışıklı alanlara gark oluverdi.
Başım dönmekteydi, gözlerimi kapattığım halde o parlak ışıkları hâlâ görebiliyordum. Başımı ellerimin arasına alıp bir kayanın gölgesine sığınmaya çalıştım, ama don Juan kolumu sıkıca yakalayıp buyurgan bir sesle dağların duvarlarına bakmamı, ordaki ışık alanlarının içinde koyu karanlık benekleri belirlememi istedi.
Parıltılar gözlerimi kamaştırdığından, bakmak istemedim. Duyumsadığım şeyin bir pencereden güneşli bir sokağa bakıp sonra her yerde o pencere şeklinin koyu renkli siluetini görmek gibi bir şey olduğunu söyledim.
Don Juan başını iki yana sallayarak kıkırdamaya başladı. Sonra kolumu bıraktı; tekrar yarın dibine oturduk.
Ben çevreme ilişkin izlenimlerimi defterime kaydederken, don Juan, uzun bir sessizlikten sonra, birden heyecanlı bir sesle konuşmaya başladı.

Cvp: 15 - Yapmama

“Ben seni buraya bi şey öğretmek amacıyla getirdim,” dedi, ve bir süre duruladı. “Yapmamayı öğreneceksin sen. Konuşmaktan başka çarem yok, zira sen başka türlüsünü ne yazık ki anlamaktan acizsin. Ben senin yapmamayı benim bi şey anlatmama gerek kalmadan anlayabileceğini sanmıştım. Yanılmışım.”
“Neden söz ettiğini anlamadım, don Juan.”
“Aldırma,” dedi. “Ben şimdi sana uygulaması çok basit ama pek zor olan bi şeyden söz edeceğim; gerçi bu iş, sırf bedenle yapılacak bi şey olduğundan ötürü konuşmakla açıklanabilecek bi şey değildir ama ben gene de yapmamayı anlatacağım sana.”
Don Juan bir iki kez gözlerini bana doğru dikti, ardından, söylediklerini can kulağıyla dinlememi istedi.
Defterimi kapattım, ama don Juan ısrarla yazmayı sürdürmemi söylediğinde kulaklarıma inanmamıştım.
“Yapmama öyle zor ve öyle güçlü bi şeydir ki ondan kesinlikle söz etmemelisin,” diye devam etti don Juan. “Dünyayı durdurana dek, yani, ancak o zaman ona ilişkin özgürce konuşabilirsin, şayet konuşmadan edemiyorsan elbet.”
Don Juan çevresine şöyle bir baktı, irice bir kayayı gösterdi.
“Şuradaki kaya, yapma yüzünden bi kayadır,” dedi.
Birbirimize doğru baktık, don Juan gülümsedi. Ben bir açıklama yapmasını bekliyordum, ama o sessizce kaldı. Nihayet, ne demek istediğini anlamadığımı söyledim ona.
“Bu yapmadır işte!” diye ünledi.
“Affedersin?”
“Bu da yapmadır.”
“Ne diyorsun sen, don Juan?”
“Yapma, o kayayı kaya, şu çalıyı da çalı kılan şeydir. Yapma, seni sen, beni de ben kılan şeydir.”
Açıklamalarının hiçbir şey açıklamadığını anlattım ona.
Don Juan gülerek şakaklarını kaşımaya başladı.
“Konuşunca böyle olur elbet,” dedi, “insanın aklını karıştırır hep. Yapma üzerinde konuşmaya başlayınca, insan hep başka bi şeye atlamış olduğunu görür. Yalnızca eyleme geçmek en iyisidir.
“Örneğin şu kayayı ele alalım. Ona bakmak, yapmadır, ama görmek, yapmamadır.”
Sözlerinden hiçbir şey anlamadığını itiraf etmek zorunda kaldım.
“Anlıyorsun, anlıyorsun!” diye bastırdı don Juan. “Ama anlamadığına inanıyorsun, bu da senin yapmandır işte. Bana karşı da, dünyaya karşı da davranış biçimin bu senin.”
Don Juan gene kayayı gösterdi.
“Bu kaya, senin birçok şey arasından yapmayı en iyi bildiğin şeyin bu olması yüzünden bi kayadır,” dedi. “Ben buna yapma, diyorum. Bi bilgi adamı, örneğin, bu kayanın bi kaya olduğunu sırf yapma yüzünden bilir, bu durumda bu kayanın bi kaya olmasını istemediği takdirde yapması gereken tek şey yapmamaktır. Şimdi anladın mı?”
Dediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. Don Juan gülerek bir açıklama girişiminde daha bulundu.
“Bu dünya bu dünyadır, zira sen onu öyle kılmak için gereken yapmayı bilmektesin,” dedi. “O yapmayı bilmeseydin, dünya bambaşka bi şey olurdu.”
Don Juan merakla beni inceledi. Yazmayı kesmiştim. Onu sadece dinlemek istiyordum. Don Juan açıklamasını sürdürerek, o mahut yapma olmadan çevremizde aşina olduğumuz hiçbir şey kalmayacağını anlattı.
Uzanarak yerden bir taş aldı, onu sol elinin başparmağıyla işaretparmağmın arasında tutarak, taşı gözlerimin önüne doğru kaldırdı.
“Bu bi çakıldır, çünkü sen onu bi çakıla çeviren yapmayı bilmektesin,” dedi.
“Ne diye şaşırmaktasın, bilmiyorum,” dedi. “Sen sözcükler olmadan edemiyorsun. Kendi cennetinde yaşıyorsun.”
Don Juan giz yüklü bir bakışla beni süzerek iki üç kez kaşlarını kaldırdı. Sonra gözlerimin önünde tuttuğu o küçük taşı tekrar gösterdi.
“Senin bunu bi çakıl kıldığını söylüyorum, zira bunun için gerekli olan yapmayı durdurmam gerekiyor.” Dünyayı durdurman için, senin önce yapmayı durdurman gerekiyor.
Don Juan’ın hâlâ anlamamış olduğumu bildiği belli olmaktaydı; gülerek başını sallamaya başladı. Sonra yerden bir dal parçası alıp çakılın pürüzlü kıyısını imledi.
“Bu küçük taşçağızı ele alalım,” diye sürdürdü, “yapmanın gerçekleştirdiği ilk şey onu bu boyuta indirgemektir. O hal de, bi savaşçının dünyayı durdurma amacıyla yapacağı ilk şey, bu küçük taşı, ya da başka herhangi bi şeyi, yapmama ile genişletmektir.”
Don Juan ayağa kalkarak çakılı iri bir kayanın üzerine yerleştirdi, sonra da bana, oraya yaklaşıp onu incelememi söyledi, çakılın üzerindeki deliklerle girintilere bakmamı, onlardaki en ince ayrıntıları belirlememi istedi. Ayrıntıları üzerinde yoğunlaştığım takdirde o deliklerin de, girintilerin de ortadan kaybolacağını, o zaman “yamamanın” ne anlama geldiğini anlayacağımı söyledi.
“Bu Allah’ın belası çakıl bugün sana aklını kaçırtacak,” dedi.
Şaşkınlığım yüzümden açıkça okunuyor olmalıydı. Don Juan bana bakarak kahkahayı koyuverdi. Sonra güya çakıla kızmış gibi şapkasıyla ona üç kez vurdu.
Biraz daha açıklaması için dayattım. Biraz gayret gösterdiği takdirde istediği her şeyi açıklamasının mümkün olduğu görüşünü savundum.
Don Juan şeytanca bir nazarla beni süzdü—umutsuz bir vaka karşısındaymışçasına başını salladı.

“Elbet her şeyi açıklayabilirim,” dedi, gülerek. “Ama sen anlayabilecek misin?”
“Onun bu iğneli sözü beni hayrete düşürmüştü.
“Yapma, senin bu çakılı şu koca kayadan ayırmanı sağlar,” diye sürdürdü don Juan. “Yapmamayı öğrenmek istiyorsan, diyebiliriz ki, onları birleştirmen gerekir.”
Don Juan çakılın, o iri kayanın üzerine vuran küçücük göl gesini gösterdi; onun bir bölge değil de, onları birbirine bağlayan bir tutkal olduğunu söyledi. Ardından geriye doğru dönüp, daha sonra geri gelip beni sınayacağını söyleyerek uzaklaştı.
Uzun bir süre çakılı seyrettim. Dikkatimi deliklerdeki ve girintilerdeki ince ayrıntıların üzerinde yoğunlaştıramıyordum, ama çakılın o ipiri kayanın üzerine vuran gölgesi ilgimi çokça çekmeye başlamıştı. Don Juan haklıydı; bir tutkal gibiydi o gölge. Deviniyor, yer değiştiriyordu. Sanki çakılın altından sıkılarak akıtılan bir zamk gibiydi.
Don Juan döndüğünde, gölgeye ilişkin gözlemlerimi ona anlattım.
“İyi bi başlangıç bu,” dedi don Juan. “Bi savaşçı gölgelere bakarak biçok şeyi anlayabilir.” Sonra don Juan o çakılı alarak bir yere gömmemi söyledi.
“Neden?” diye sordum.
“Uzun bi süredir bakmaktaydın ona sen,” dedi. “Şimdi senden bi şeyler var onda. Bi savaşçı her zaman yapmanın gücünü, onu yapmamaya çevirerek dengeler. O çakılı sırf küçük bi taştır, diye ortalıkta bırakırsan, bu yapma olur. Ama o çakılı, sırf bi kaya parçası olmanın ötesinde bi şey olarak alırsan, bu da yapmama olur. Bu durumda, o çakıl seni uzun süre emmiştir, ve sen şu anda, onu ortalıkta öylece bırakamazsın, onu gömmelisin. Ama sende kişisel erk olsaydı, yapmama o çakılı bi erk nesnesine çevirmiş olurdu.”
“Bunu yapmam mümkün mü şimdi?”
“Senin yaşamın bunu yapabilecek denli arı değil. Şayet görebilseydin, senin yoğun ilginin o çakılı çekimsiz bi şeye dönüştürdüğünü bilirdin; onun için, yapabileceğin en iyi şey bi çukur kazıp onu gömmen, toprağın onun ağırlığını emmesini sağlamandır.
“Bütün bunlar doğru mu, don Juan?”
“Senin soruna karşı evet ya da hayır demek, yapmadır. Ama, yapmamayı öğrenmekte olduğuna göre sana anlatmam gerekir ki, bunların doğru olup olmamasının bi önemi yoktur. Bi savaşçının sıradan bi kimseye olan üstünlüğü buradadır. Sıradan bi insan her bi şeyin doğru ya da yanlış olmasına özen gösterir, ama bi savaşçı öyle yapmaz. Sıradan bi adam, doğru olduğunu bildiği şeylere ilgili olarak belli bi şekilde, doğru olmadığını bildiği şeylerle ilgili olarak da başka bi şekilde davranır. Şayet kimi şeylerin doğru olduğu söyleniyorsa, o kimse belli birtakım eylemlere geçer, ve yaptığı şeye inanır. Ama kimi şeylerin doğru olmadığı söyleniyorsa, o takdirde o kimse eyleme geçmeye gerek görmez, ya da yapmakta olduğu şeye inanmaz. Öte yandan, bi savaşçı her iki durumda da eyleme geçer. Şayet kimi şeylerin doğru olduğu söylenmekteyse, yapma amacıyla eyleme geçecektir. Şayet kimi şeylerin doğru olmadığı söylenmekteyse, o takdirde, bu kez yapmama amacıyla, gene eyleme geçecektir. Anlıyor musun beni?”
“Hayır, ne demek istediğini kesinlikle anlayamıyorum,” dedim.
Don Juan’ın anlattıkları öfkelenmeme yol açmıştı. Onun anlattıklarından bir anlam çıkaramıyordum. Bütün bunların saçma olduğunu söyledim ona. Don Juan benimle dalga geçerek, en çok sevdiğim şey olan konuşmayı dahi gerçekleştirebilecek kusursuz bir tine sahip olmadığımı bildirdi. Hatta konuşma tarzımla düpedüz alay ederek doğru dürüst konuşmaktan aciz olduğumu belirtti.
“Şayet sırf çenene yükleneceksen, bi çene savaşçısı ol sen,” diyerek müthiş bir kahkaha patlattı.
Keyfim kaçmıştı. Kulaklarım uğuldamaktaydı. Başımın içi yanıyormuşçasına ağrıyordu. Aslında fena halde utanmıştım, yüzüm belki de kıpkırmızı kesilmişti.
Ayağa kalkarak çalılığa doğru yürüdüm; orada çakılı gömdüm.
“Bi parça takılayım dediydim,” dedi don Juan dönüp de tekrar oturduğunda. “Ama bilmekteyim ki, sen konuşmadığın takdirde anlayamıyorsun. Konuşma, senin için yapmadır, ama konuşma yeterli olmaz ki, yapmama ile neyi kastettiğini öğrenmek istiyorsan basit bi alıştırma var, onu yapmanı öneririm. Biz şimdi yapmama ile ilgilendiğimiz için bu alıştırmayı ister şimdi yap ister on yıl sonra yap, fark etmez.”
Don Juan beni yere yatırarak sağ kolumu yakalayıp dirseğimden kıvırdı. Sonra elimi, ayası önüme bakana dek çevirdi; parmaklarım, elim bir kapı tokmağını tutarmış gibi görünene dek kıvırdı, ve sonra kolumu bir çarka takılı bir kolu itip çeker gibi dairesel bir hareketle ileri geri devindirdi.
Don Juan bi savaşçının ne zaman kendi bedeninden, bir hastalık ya da nahoş bir duygu gibi bir şeyi defetmek istese bu hareketi yaptığını anlattı. İşin püf yanı, insanın kendi elinin özgürce hareket etmesini engelleyici ağır bir nesnenin ya da yoğun bir kütlenin varlığını hissedene dek direnen muhayyel bir gücü itip çekmesiymiş. Bu alıştırma bağlamında, “yapmama”, hissedilmesinin mümkün olduğuna inanmamasına karşın insanın eliyle ağır bir kütle hissetmesine dek yinelenmesiymiş.
Kolumu devindirmeye başladım; kısa bir süre sonra elim buz gibi oldu. Elim lapalaşmış gibi geliyordu bana. Sulu, hamurumsu bir ortamda kürek çekiyor gibiydim.
Don Juan ani bir hareketle kolumu yakalayıp, devindirmemi durdurdu. Tüm bedenim görünmeyen bir güçle çarpışmışçasına sallandı. Ben doğrulup otururken don Juan beni merakla inceledi; sonra ayağa kalkıp etrafımda birkaç adım attıktan sonra yeniden aynı yerine oturdu.
“Bu kadarı kâfi,” dedi. “Bu alıştırmayı başka zaman da yaparsın, daha çok kişisel erke sahip olduğun zaman.”
“Yanlış bir şey mi yaptım?”
“Yo. Yapmama yalnızca çok güçlü savaşçılar içindir, onunla baş edebilecek erkin henüz yok senin. Şu anda sen elinle yalnızca korkunç şeyleri yakalayabilirsin. Onun için, bi daha elin soğumadan dur. Elin ılık kaldıkça, onunla dünyanın çizgilerini gerçekten hissedebilirsin.”

Don Juan, çizgilere ilişkin soru sormamı beklermiş gibi duraladı. Ama ben daha soru sormaya fırsat bulamadan, bizi her şeye bağlayan sayısız çizgilerin varlığını açıklamaya başladı. Az önce anlatmış olduğum “yapmama” alıştırmasının bir kimsenin devinen bir elden çıkan bir çizgiyi duyumsamasına yardımcı olacağını, böylece o kimsenin o çizgiyi istediği yere atabileceğini ya da yerleştirebileceğini anlattı. Don Juan bunun yalnızca bir alıştırma olduğunu, ve elle oluşturulan çizgilerin yeterince dayanıklı olmaması nedeniyle günlük yaşamda gerçek bir yarar sağlamayacağını da ekledi.
“Bi bilgi adamı, dayanıklı çizgiler üretmek için bedeninin öbür bölümlerini kullanır,” dedi.
“Hangi bölümlerini mesela, don Juan?”
“Bi bilgi adamının ürettiği en dayanıklı çizgiler bedeninin ortasından çıkar,” dedi don Juan. “Ama gözleriyle de yapabilir onları.”
“Gerçekten çizgi midir onlar?”
“Elbette.”
“Yani onları görmek, onlara dokunmak mümkün müdür?” “Onları hissedebilirsen, diyelim. Bi savaşçı yaklaşımının en zor yanı dünyanın bi duygu olduğunu kavramaktır. İnsan yapmamayı uygularken dünyayı duyumsamaktadır; ve insan dünyayı çizgileri aracılığıyla duyumsar.
Don Juan durdu—merakla beni inceledi. Kaşlarını kaldırıp gözlerini açtı, sonra kapattı. Bu hareketinin bende bıraktığı etki bir kuşun göz kırpması şeklindeydi. O anda tedirginleşiverdim; midem bulanır gibi oldu. Sanki görünmez bir varlık midemin üzerine bastırmaktaydı.
“Gördün mü?” diye sordu don Juan gözlerini benden uzaklaştırırken.
Ben midemin bulandığını söyleyince, don Juan sıradan bir şeymişçesine bunu bildiğini, ve gözleriyle bana dünyanın çizgilerini duyumsatmaya çalışmakta olduğunu anlattı. O şeklide hissetmeme onun yol açmış olduğu savını kabul edemezdim. Duyduğum kuşkuları dile getirdim. Bulantı hissimi onun yaratmış olduğu fikri inanmayacağım bir şeydi, öyle ya, üzerimde fiziksel herhangi bir etki uygulamamıştı.
“Yapmama çok basit ama çok zordur; sonra, görmeye anca, insanın yapmama yöntemiyle dünyayı durdurmasından sonra erişilebilir.”
Kendimi tutamayarak güldüm. Ne demek istediğini anlamamıştım.
“Bi kimse başka insanlarla bi şey yaptığı zaman,” dedi don Juan, “Onların bedenini göz önünde bulundurmalıdır. Ben de seninle hep böyle yapagelmekteyim şu ana dek, yani senin bedenine seslenmekteyim. Sen anlamışsın ya da anlamamışsın, ırgalamaz o beni!”
“Ama haksızlık bu, don Juan. Ben her şeyi anlamak istiyorum, yoksa buraya gelişim sırf zaman israfı demek olur.”
“Zaman israfı ha!” diye sesimi gülünç bir şekilde taklit ederek bağırdı don Juan. “Amma da kendini beğenmişsin ha.” Don Juan ayağa kalkarak sağımızdaki volkanik doruğun
tepesine doğru bir yürüyüşe çıkacağımızı söyledi.
Doruğa tırmanış meşakkatli bir işti. Gerçek bir dağcılıktı bu yaptığımız şey, yalnız güvenliğimizi sağlayacak iplerimiz yoktu, o kadar. Don Juan sık sık aşağıya bakmamamı söylemekteydi; ben bir kayadan aşağıya kaymaya başladığımda, kendisi birkaç kez gövdemi bilfiil yukarıya doğru çekmek zorunda kalmıştı. O yaşlı haliyle bana yardım etmek mecburiyetinde olmasından dolayı son derece utanmıştım. Tembelliğim yüzünden beden egzersizleri yapmadığım için fiziki kondisyonumun kötü olduğunu söyledim ona. O da insanın belli bir kişisel erk aşamasına erişmesinden sonra egzersizin de herhangi bir çalışmanın da gereksiz olduğu yanıtını verdi; zira kusursuz bir formda olabilmek için insanın gereksindiği tek şey kendisi ni “yapmama” işine vermekmiş.
Doruğa vardığımızda hemen yere uzandım. Bitkin vaziyetteydim. Don Juan ayağıyla, daha önce yaptığı gibi beni ileri geri yuvarladı. Bu devinme azar azar beni kendime getirmişti. Ama sinirlerim bozulmuştu. Bir şeyin ansızın ortaya çıkıvermesini bekler bir halim vardı. Elimde olmadan sağıma ve soluma birkaç kez baktım. Don Juan bir şey demedi ama o da benim baktığım yöne doğru baktı.
“Tuhaftır şu gölgeler,” dedi birden. “Bi tanesi bizi izlemekte, farkındaysan.”
“Öyle bir şeyin farkında filan değilim ben,” diye yüksek sesle karşı çıktım.
Don Juan, ısrarla karşı çıkmama rağmen bedenimin izleyen varlığın farkına varmış olduğunu söyleyerek kendinden emin bir sesle bir gölge tarafından izlenmenin anormal bir yanı olmadığını söyleyerek beni sakinleştirmeye çalıştı.
“Yalnızca bi erktir o,” dedi. “Bu dağlar onlarla doludur, geçen gece seni korkutan o varlıklar gibidir onlar da.”
Onları benim de sezmemin mümkün olup olmadığını öğrenmek istedim. Don Juan gündüzün onların varlığını sadece hissedebileceğimi bildirdi.

Cvp: 15 - Yapmama

Onlar belli ki bir kayanın gölgesi gibi olmadıkları halde onlara niçin gölge dediğini açıklamasını istedim. Don Juan, her ikisinin de aynı çizgilere sahip oldukları, onun için ikisinin de gölge oldukları yanıtını verdi.
Tam önümüzde duran yüksekçe bir kayayı gösterdi.
“Şu kayanın gölgesine bak,” dedi. “Gölgesi o kayadır, ama değildir de. Kayanın ne olduğunu anlamak için kayaya bakmak, yapmadır.; ama onun gölgesine bakmak da, yapmamadır.
“Gölgeler kapıya benzer, yapmamanın kapıları. Örneğin bi bilgi adamı, gölgesine bakarak insanların en gizli duygularını bilebilir.”
“Hareket eder mi gölgeler?” diye sordum.
“Devindiklerini ya da dünyanın çizgilerinin onların içinde gösterildiğini söyleyebiliriz.”
“Ama gölgelerin içinden duygular nasıl çıkabilir ki, don Juan?”
“Gölgelerin salt gölge olduklarına inanmak yapmadır,” diye açıkladı don Juan. “Aptalca bi inançtır bu. Şu şekilde düşün bi de: dünyadaki her bi şey göründüğünden çok daha fazlasını içerdiğine göre gölgeler de herhal bi şeyler içermeli. Öyle ya, onları gölge kılan şey yalnızca bizim yapmamızdır.”
Uzun bir sessizlik oldu. Başkaca ne diyeceğimi bilemedim.
“Günün sonu yaklaşıyor,” dedi don Juan gökyüzüne bakıp. “Bu güzelim güneş ışığını son bi alıştırma yapmak için kullanmalısın.”
Don Juan beni bir buçuk iki metre arayla birbirine paralel duran iki kayalığın bulunduğu bir yere götürdü. Kendisi o iki kayadan on metre kadar uzakta, yüzü batıya dönük, durdu. Üzerinde duracağım bir noktayı işaretleyerek o iki kayanın gölgelerine bakmamı istedi. Onlara, dinlenecek bir yer ararken genellikle gözlerimi odaklamaksızın nasıl bakıyorsam öyle bakmamı söyledi. Yönergesini açıklamak amacıyla, dinlenecek bir yer ararken insanın gözlerini odaklamadan bakması gerektiği, lâkin gölgeleri gözlemleyerek gözlerin hem şaşı bakar duruma getirilmesi, üstelik net bir imge elde edebilecek kadar odaklanması gerektiği açıklamasını yaptı. Önemli olan şey, insanın gözlerini şaşı bakar gibi yapıp bir gölgenin ötekinin üzerine getirilmesini sağlamak imiş. Don Juan bu süreçle insanın gölgelerden yayılan kimi duyguları algılayabileceğini de açıkladı. Anlattıklarını müphem bulduğumu söylediğimde, don Juan anlatmak istediği şeyi başka bir biçiminde tasvir edebilecek bir yolun bulunmadığını ileri sürdü.
O alıştırmayı yapma çabalarım boşunaydı. Başım ağrıyana dek çabaladım. Don Juan’ın başarısızlığımla ilgilendiği yoktu. Kubbemsi bir doruğa tırmanmış, haykırarak iki küçük ince uzun kaya parçası bulmamı söylüyordu. İstediği kayanın boyutunu elleriyle göstermekteydi.
İki kaya parçası bulup onları don Juan’a uzattım. Don Juan her bir kayayı otuz santimetre arayla iki yarığın içine yerleştirdi, yüzüm batıya dönük onların üzerinde durmamı, aynı alıştırmayı onların gölgeleriyle uygulamamı buyurdu.
Bu kez bambaşka bir şey olmuştu. Daha ilk denemede gözlerimi şaşılaştırabilmiş, her bir kayanın gölgesini üst üste bir gölgeymiş gibi algılayabilmiştim. İmgelere onları birleştirmeksizin bakmanın tek bir gölgeye inanılmaz bir derinlik, ve bir bakıma, saydamlık kazandırdığına tanık oldum. Baktım, baktım, hayretten donakaldım. Kayanın, gözlerimi üzerinde odakladığım her bir deliği net bir şekilde ayırt edilebiliyordu; onların üzerinde üst üste getirilmiş olan bileşik gölge ise tanımlanamaz saydamlıktaki bir film gibiydi.
Öylesine zorlukla yakalamış olduğum imgeyi yitirmek korkusuyla gözlerimi kırpmak istemiyordum. Nihayet gözlerim acımaya başladı da onları kırptım, ama ordaki ayrıntıların görüntüsünü yitirmemiştim. Aslında, korneamı yeniden nemlendirdiğim için görüntü daha da netleşmişti. O aşamada, ölçüsüz bir yükseklikten o zamana dek hiç görmediğim bir âleme bakıyormuşum duygusuna kapıldığımı fark ettim. O gölgenin çevresini de görsel algılamamdaki odaklamayı yitirmeksizin tarayabildiğim bilincine vardım. Sonra, bir an için, bir kayaya bakmakta olduğumu unutuverdim. O zamana dek tasavur dahi edemediğim denli vasi bir dünyaya inmekte olduğumu duyumsadım. Bu olağandışı sezgim bir saniye kadar sürdü, sonra her şey normale döndü. Gayri ihtiyari başımı kaldırdım, don Juan’ın tepemdeki kayalıklarda durmuş bana baktığını gördüm. Güneşi gövdesiyle kapamıştı.
Don Juan’a o harika duyumsamamı betimledim, o da, o manzaranın içinde kaybolmak üzere olduğumu “gördüğünden” dolayı bu deneyimimi kesmek zorunda kaldığını açıkladı. O şekildeki duyular baş gösterdiğinde hepimizin kendimizden geçme eğiliminde olduğumuzu söyleyerek, kendimi o şekilde kaptırarak handıysa “yapmamayı” eski alışkanlığım olan “yapmaya” dönüştüreceğimi de ekledi. Yapmam gereken şeyin o manzaraya kendimi teslim etmeksizin bakmayı sürdürmek olduğunu söyledi; zira “yapma” da bir tür kendimi teslim etme sayılırmış.
Nelerle karşılaşabileceğim hususunda bana daha önceden bilgi vermiş olması gerektiğini söyleyerek yakındım, ama don Juan gölgeleri birbirine kaynaştırmayı başarıp başaramayacağımı bilmesinin imkânsız olduğu yanıtını verdi.
“Yapmama” konusunda zihnimin eskisinden daha çok karışmış olduğunu itiraf etmek zorunda kaldım. Don Juan bunun üzerine yapmış olduğum şeyden memnunluk duymam gerektiğini söyledi, zira bir kere olsun yöntemini doğru olarak izlemiş, ve dünyayı azaltarak genişletebilmişim; üstelik, dünyanın çizgilerini hissedememiş olmama karşın kayaların gölgelerini “yapmama”ya giriş kapısı olarak kullanabilmişim.
Dünyayı azaltarak genişletmiş olmama ilişkin sözleri merakımı çokça çekmişti. Gözenekli kayanın gözlerimi odaklamış olduğum alanındaki ayrıntılar öyle canlı, öyle kesin hatlardan oluşmuşlardı ki, yuvarlak doruğun üst bölümü benim için vasi bir dünya haline gelmişti; gene de, kayanın azaltılmış bir görüntüsü olmaktaydı bu. Don Juan ışığı engellediğinde, normal zamanlarımdaki gibi baktığımı anladım—kesin hatlı ayrıntılar belirginleşmiş, gözenekli kayanın küçücük delikleri irileşmiş, kemikleşmiş püskürtünün kahverengisi donuklaşmış, kayayı gerçek bir âleme çeviren o parlak saydamlık yok olmuştu.
Don Juan sonra iki kayayı alıp, onları derin bir çukurun içine yatırarak yüzü batıya dönük kayaların bulunduğu ilk yere bağdaş kurup oturdu. Sol yanındaki bir noktaya vurarak benim de oturmamı söyledi.
Uzun süre konuşmadık. Sonra, gene sessiz kalarak, bir şeyler yedik. Güneş battıktan az sonra don Juan ansızın bana doğru dönüp “rüya görmeye” ilişkin gelişmelerim var mı, diye sordu.
Ben de ona başlangıçta “rüya görme”nin bana kolay geldiğini, ama o sıralarda rüyalarımda artık ellerimi bulamaz olduğumu anlattım.

“Sen rüya görmeye ilk başladığında benim kişisel erkimi kullanmaktaydın, o yüzdendi kolay gelmesi sana,” dedi don Juan. “Ama şimdi boşsun sen. Ama kendin yeterli erk kazanana dek çaba göstenneyi sürdürmelisin. Bilesin ki, rüya görme, rüyaların yapmamasıdır; sen yapmama konusunda ilerledikçe rüya görmede de ilerleyeceksin. İşin püf noktası, yapmakta olduğun şeyin bi anlamı olmadığı düşüncesine kapılsan bile ellerine bakmayı boşlamamandır. Aslında, daha önce de anlatmıştım sana, bi savaşçının inanmaya gereksinmesi yoktur; zira, inanmaksızın eylemi sürdürdükçe gene de yapmamaktadır.
Bir an karşılıklı bakıştık.
“ ‘Rüya görme’ye ilişkin sana anlatacak başka bi şey kalmadı,” diye sürdürdü don Juan. “Söyleyebileceğim her bi şey yalnızca yapmama olacaktır. Ama yapmamayı dolaysız olarak gerçekleştirebilirsen, rüya görmede ne yapman gerektiğini sen kendin bilebilirsin. Ama şu aşamada, ellerini bulmak çok önemlidir, bunu başaracağından da eminim.”
“Bilmiyorum, don Juan. Kendime güvenim yok.”
“Bunun bi kimseye güvenmekle bir ilintisi yok. Bu iş, bi savaşçının verdiği mücadeledir; sen de mücadeleni sürdürmelisin, bunu kendi erkinle yapamazsan, o takdirde ola ki buna layık bi rakibinin darbesiyle, ya da şu anda seni izlemekte olan kimi dostların yardımıyla başarabilirsin.”
Sağ kolumla gayri ihtiyari bir silkinme hareketi yaptım. Don Juan, bedenimin kendi zannettiğimden fazlasını bildiğini söyledi, zira beni izlemekte olan güçlü varlık sağ tarafımdaymış. Don Juan bir sır verircesine sesini alçaltarak o gün dostun bana iki kez yaklaşmış olduğunu, kendisinin araya girerek onu durdurduğunu açıkladı.
“Gün boyunca gölgeler yapmamanın kapılarıdır,” dedi. “Ama geceleyin, karanlıkta pek az yapma kaldığı için, dostlar dahil her şey bi gölgedir. Erk tırısını öğretirken bundan söz etmiştim sana.”
Yüksek sesle güldüm, ama kendi kahkahamdan ürkmüştüm.
“Şu ana dek sana öğrettiğim her bi şey yapmamanın bi
veçhesi olmuştur,” diye sürdürdü don Juan. “Bi savaşçı yapmamayı dünyadaki her bi şeye uygularsa da, bugün sana anlattıklarımdan fazlasını anlatamam. Sen kendi bedeninin erki, ve yapmama duygusunu keşfetmesine izin vermelisin.”
Asabi bir gülme nöbetine yakalanmıştım gene.
“Sen sırf istihfaf yapmasını biliyorsun, diye dünyanın gizlerini küçümsemem aptalca bi şey,” dedi don Juan ağırbaşlı bir edayla.
Ben de hiçbir şeyi ya da kimseyi küçümsemediğim hususunda onu temin ettim ve onun zannettiğinden çok daha sinirli ve yetersiz bir kimse olduğumu söyledim.
“Yaşamım boyunca hep böyleydim ben,” dedim. “Ama değişmek istiyorum, ama nasıl, bilemiyorum. Öyle beceriksizim ki.”
“Kendini berbat hissettiğinin farkındaydım zaten,” dedi don Juan. “Senin yapmanın bi sonucudur bu. Şimdi o yapmayı halletmek için sana başka bi yapmayı daha öğrenmeni önereceğim. Şu andan başlayarak, sekiz günlük bi süre boyunca, kendine yalan söylemeni istiyorum. Kendine gerçeği, yani çirkin, berbat ve beceriksiz olduğunu söyleyeceğin yerde, bunların tam karşıtı olduğunu söyleyeceksin, ama yalan söylediğini ve umutsuz bir vaka olduğunu aklından hiç çıkarmayacaksın.”
“Ama kendime o şekilde yalan söylemenin ne anlamı var, don Juan?”
“Öyle yaparsan, başka bi yapmaya takılmış olur ve her iki yapmanın da yalan ve gerçekdışı olduğunu, kendini bunların ikisine de bağlamanın zaman israfından başka bi şey olmadığını, gerçek olan tek şeyin içindeki ölecek olan varlık olduğunu anlarsın. O varlığa ulaşmak, özün yapmamasıdır ”

Cvp: 15 - Yapmama

.