Bir süre hareket etmeden yattım, sonra yapraklardan yabansı bir ısının yayıldığını hissetmeye başladım. İlkin ısıyı avuçlarımın içinde duyumsamıştım; sonra ılıklık karnıma da yayılır oldu da, sonunda tüm bedenimi kapladı. Birkaç dakika içinde ayaklarım sıcaktan yanmaya başlamıştı ki, bu da bana ateşimin yükseldiği zamanları hatırlatmıştı.
Don Juan’a, çok rahatsızlık verdiği için ayakkabılarımı çıkarmak istediğimi söyledim. O da ayağa kalkmama yardım edeceğini, ama o söyleyene dek gözlerimi açmamamı, dinleneceğim o uygun noktayı bulmama dek yaprakları karnıma bastırmayı sürdürmem gerektiğini anlattı.
Ayağa kalktığım zaman don Juan kulağıma fısıldayarak gözlerimi açmamı, yapraklardaki erkin beni çekmesi ve gütmesiyle plansız bir şekilde yürümemi söyledi.
Amaçsızcasına yürümeye başladım. Bedenimin yükselen ısısı beni tedirgin ediyordu. Ateşimin yükseldiğine emindim; don Juan’ın bunu nasıl yapmış olabileceğini düşünmeye başladım.
Don Juan ardımda yürümekteydi. Birden, handıysa beni felce uğratan bir çığlık koyuverdi. Sonra, gülerek, ani gürültülerin nahoş cinleri kaçırttığını anlattı. Ben gözlerim kısılı yarım saat kadar bir ileri bir geri dolandım durdum. O süre boyunca bedenimdeki sıcaklık zevkli bir ılıklığa dönüşmüştü. Ben de tepe doruğunu arşınlarken, kendimi kuş gibi hafif hisseder oldum. Ama hayal kırıklığına uğramıştım; ben bir bakıma görsel bir olayla karşılaşacağımı sanmıştım, oysa görüş alanımın içindene olağandışı bir renge, ne bir parıltıya, ne kara kütlelere— hiçbir değişikliğe rastlamamıştım.
Sonunda gözlerimi kısmaktan yorulup onları açmıştım. Tepe doruğundaki birkaç kayalık yerden biri olan kumtaşından küçük bir çıkıntının önünde durmaktaydım; öbür yerler, küçük bitkilerin geniş aralıklarla yer aldığı toprak bir zeminden oluşuyordu. Buradaki bitkiler bir süre önce yanmış da yeniden sürmüş, henüz tam gelişmemiş gibi görünmekteydiler. Bilinmez bir nedenle o kumtaşı çıkıntının güzel bir yer olduğunu düşündüm. Onun önünde uzun bir süre durdum. Sonra gidip üzerinde oturuverdim.
“İyi! İyi!” dedi don Juan sırtımı tıpışlayarak.
Sonra, yaprakları giysilerimin altından özenle çıkararak, onları kayanın üzerine yerleştirmemi söyledi.
Ben yaprakları tenimin üzerinden alır almaz serinlemeye başlamıştım. Nabzıma baktım. Normal gözüküyordu.
Don Juan gülerek bana, “Doktor Carlos,” diye seslendi, onun da nabzına bakmamı istedi. Don Juan hissettiğim şeyin yapraklardaki erk olduğunu, o erkin zihnimi açarak görevimi yerine getirmemi sağladığını söyledi.
Ben bütün içtenliğimle belli hiçbir şey yapmamış olduğu¬mu, o yere sırf yorulmuş olduğumdan, kumtaşının rengini çok çekici bulduğumdan dolayı oturduğumu ileri sürdüm.
Don Juan bir şey demedi. Benden birkaç adım ötede durmaktaydı. Ansızın geriye doğru atlayarak inanılmaz bir çeviklikle kimi çalılıkların üzerinden zıpladı—biraz ötedeki bir kayalığın tepesine kondu.
“Ne oluyor?” diye telaşla sordum.
“Yapraklarına doğru esen rüzgârın doğrultusuna bak,” dedi don Juan. “Çabuk say onları. Rüzgâr geliyor. Yarısını sakla, onları gene karnının üzerine koyarsın.”
Yirmi yaprak saymıştım. Onunu gömleğimin altına soktum, sonra sert bir esintinin öbür yaprakları uçuruşunu seyrederken, gerçek bir varlık onları yeşil çalılığın şekilsiz kütlesine doğru bile bile sürüklüyormuş gibi tekinsiz bir duyguya kapılmıştım.
Don Juan benim bulundğum yere geldi; yanıma, sol tarafıma, yüzü güneye döndük, oturdu.
Uzun süre hiç konuşmadan durduk. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Bitkin bir haldeydim. Gözlerimi kapatmak istiyor ama buna cesaret edemiyordum. Don Juan benim bu halimi sezmiş olmalı ki, istersem uyuyabileceğimi söyledi. Ellerimi karnımın üzerine, yaprakların üstüne yerleştirmemi, “gözümün bebeği gibi sevdiğim o yerde” benim için yapmış olduğu o “ipten” yatağın üzerinde asılı olarak yatmakta olduğumu düşünmemi istedi. Gözlerimi kapattım, öbür tepe doruğunda uyurken duyumsamış olduğum bir huzur ve bereket duygusu gene beni kapladı. Gerçekten havada asılı mı durmaktayım, diye bakayım, derken uyumuş gitmişim.
Güneşin batımına az kala uyandım. Uyku beni tazelemiş, dinçleştirmişti. Don Juan da uyumuştu. O da gözlerini benimle aynı anda açmıştı. Hava rüzgârlıydı, ama üşümüyordum. Karnımdaki yapraklar bir fırın, bir tür ısıtıcı işlevini gömlekteydi.
Çevreye bir göz attım. Dinlenmek için seçtiğim yer küçükçe bir çanağa benziyordu. İçinde, uzun bir sedire oturur gibi durulabilirdi; sırtımızı dayayabilecek kayadan bir duvarı bile vardı. Don Juan’ın not defterimi getirip başımın altına yastık ettiğini de bulguladım.
“Tam yerini bulduydun,” dedi Don Juan, gülümseyerek.
“Her şey tam da sana söylediğim gibi gerçekleşti. Erk seni buraya senin herhangi bi plan yapmana hacet kalmaksızın getirdi.”
“Bana verdiğin o yapraklar neydi öyle?” diye sordum.
Yapraklardan yayılan, battaniye ya da kalın giysiler olmaksızın beni öyle rahat bir havaya sokan ılıklık gerçekten son kerte merak ettiğim bir olaydı.
“Yalnızca yapraklar işte,” dedi don Juan.
“Yani ben herhangi bir çalıdan yaprak koparsam onlar da aynı etkiyi gösterir mi üzerimde?”
“Yo. Bunu senin yapabileceğini söylemek değildi, meramım. Sende kişisel erk yok. Demem şu ki, her bi türlü yaprak sana yarar sağlayabilir, yeter ki onları sana veren kimsede erk bulunsun. Bugün sana yarar sağlayan şey yapraklar değil, erkti.”
“Senin erkin mi, don Juan?”
“Benim erkimdi, diyebilirsin herhal, ama bu pek doğru olmaz. Erk hiçbi kimseye ait değildir. Kimilerimiz onu devşirebilir, o zaman dolaysızcasına başka birisine aktarılabilir. Bak anlatayım, biriktirilmiş erkin gizi öyledir ki, o yalnızca başka bi kimsenin erk biriktirmesine yardımcı olmak amacıyla kullanılabilir.”
Don Juan’a, kendisindeki erkin sadece başkalarına yardım etmek amacıyla sınırlı olduğunu mu anlatmak istediğini sordum. Don Juan sabırlılıkla, kişisel erkini istediği şekilde kullanabileceğini, onunla canı ne isterse yapabileceğini, ama onu dolaysızcasına bir başka kimseye aktarmaya gelince, o kimse onu kendi kişisel erk arayışında kullanmadıkça hiçbir işe yaramayacağını anlattı.
“Bi insanın yaptığı her bi şey onun kişisel erkine bağlıdır,” diye sürdürdü don Juan. “Onun için, erkli insanların eylemleri, kişisel erki olmayan kimseleri hayretlere düşürür. Erkin ne olduğunu kavramak için bile erkli olmak gerekir. Daha ilk günden beri hep bunu anlatıyorum ya sana. Ama anlamadığını bilmekteyim; anlamak istemediğinden değil de kişisel erkinin pek az oluşundan dolayı.”
“Ne yapmam gerekir, don Juan?”
“Hiçbi şey. Şimdi olduğun gibi ilerle yeter. Erk bi yolunu bulur.”
Don Juan ayağa kalkıp, çevresindeki her bir şeye baka baka tam bir daire çizerek döndü. Gözleriyle birlikte bedeni de devinmekteydi; bu hareketi bende sabit bir hızla üç yüz altmış derece dönen mekanik bir oyuncak hissini yaratmıştı.
Ağzım açık ona bakmaktayım. Don Juan, şaşkınlığımın farkında, gülümsemesini gizledi.
“Bugün sen gece karanlığında erk avlayacaksın,” diyerek, oturdu.
“Anlayamadım, affedersin?”
“Bu gece cesaretini toplayıp o bilinmeyen tepelere gideceksin. Karanlıkta tepe değildir oralar.”
“Nedir ya?”
“Başka bir şeydirler. Senin düşünemeyeceğin bi şeyler, zira sen onların varlıklarına asla tanık olmamışsındır.”
“Ne demek istiyorsun, don Juan? Bu tekinsiz sözlerinle beni korkutup duruyorsun hep.”
Don Juan gülerek baldırımı hafifçe tekmeledi.
“Bu dünya gizemli bi yerdir,” dedi. “Senin düşlediğin gibi bi yer değildir kesinlikle.”
Zihnini toparlarcasına duraladı bir an. Bir yandan kafasını tartımlı bir şekilde bir aşağı bir yukarı oynatırken bir yandan da gülümseyerek ekledi: “Bi bakıma da senin düşlediğin gibidir, ama ondan başka şeyler de vardır bu dünyada; hem de daha pek çok şeyler... Onlardan kimilerini zaten bulgulayagelmektesin, ola ki bu gece bi yanını daha öğreneceksin dünyanın.”
Don Juan’ın sesindeki ton tüm bedenimi ürpertti.
“Neler tasarlıyorsun gene?” diye sordum.
“Bi şey tasarlamam ben. Her şey, sana bu noktayı bulduran o erkçe belirlenir.”
Don Juan ayağa kalkarak uzaklardaki bir şeyi gösterdi.
Benim de kalkıp bakmamı istediğini sandım. Sıçrayıp ayağa kalkmaya çalışırken, daha tam kalkmadan, don Juan beni büyük bir şiddetle yere doğru itti.
“Ben izle demedim ki sana,” dedi haşin bir sesle. Sonra sesinin tonunu yumuşatarak ekledi: “Bu gece senin için epey zor geçecek, toplayabildiğin tüm kişisel erke gereksinmen olacak. Olduğun yerde kal da, enerjini sonraya sakla.”
Don Juan herhangi bir şeyi göstermek istemediğini, sadece orada bazı şeyler var mı, diye bakmakta olduğunu açıkladı. Her şeyin yolunda olduğuna ilişkin bana güvence vererek sessizce oturup bir şeylerle meşgul olmamı, zira zifiri karanlık tepeleri bastırana dek notlarımı yazacak daha epey zamanım olduğunu söyledi. Gülümsemesi bana da sirayet etmişti; çokça rahatlamıştım.
“Ama ne yapacağız yani, söylesene, don Juan?”
Don Juan, işittiklerine inanmadığını gösterircesine başını abartılı bir şekilde iki yana salladı.
“Yaz!” diye buyurarak sırtını bana döndü.
Başkaca yapacağım bir şey kalmamıştı. Hava, yazamayacağım denli kararana dek notlarımı yazdım ben de.
Don Juan ben yazdığım sürece hep aynı duruşunda kaldı. Gözlerini batı yönünde uzaklara doğru dikmişti; başkaca hiçbir şey düşünmüyormuş gibiydi. Ama ben yazmayı keser kesmez bana doğru dönüp şakacı bir sesle beni susturmanın tek yolunun önüme yiyecek bir şeyler vermek, bana yazı yazdırmak ya da beni uyutmak olduğunu söyledi.
Sırtçantasından küçük bir paket çıkararak alayişle açtı. Pakette kurutulmuş et parçaları vardı. Don Juan bana bir parça uzattı; kendisi de bir parça alarak onu çiğnemeye başladı. Üzerinde durmaksızın bunun, o sırada her ikimizin de gereksindiği erk besini olduğunu bildirdi. O et parçasının psikotropik bir madde içerebileceği olasılığını düşünmeyecek denli açtım. Sessizlik içinde et kalmayana dek yememizi sürdürdük, zaten o sırada da ortalık iyice kararmıştı.
Don Juan ayağa kalkıp kollarıyla sırtını devindirerek gerindi. Benim de aynı şeyi yapmamı istedi. Uykudan, oturduktan ya da yürüdükten sonra tüm bedenin gerinerek esnetilmesinin çok yararlı bir alışkı olduğunu söyledi.
Dediğini uygulamaya çalışırken gömleğimin altında tuttuğum yapraklardan bazıları pantolonumun paçalarından aşağı düşüverdiler. Ben onları toplasam mı, diye geçirirken, don Juan onları unutmamı, artık onlara ihtiyacım kalmadığını, düşüp gitmelerinin bir önemi olmadığını anlattı.
Sonra, don Juan bana çokça yaklaşarak kulağıma onu son derece yakından izlemem, yaptığı her şeyi taklit etmem gerektiğini fısıldadı. Bulunduğumuz noktada güven içinde olduğumuzu, zira, bir bakıma, gecenin kıyısında durduğumuzu anlattı.
“Gece burası değil,” diye fısıldadı, ayağıyla üzerinde durduğumuz kayayı teperek, “Gece işte orada.”
Don Juan bizi çevreleyen karanlığı gösterdi.
Sonra taşıma filemi inceleyerek yiyecek dolu sukabaklarıyla not defterimin emniyette olup olmadıklarına baktı. Yumuşak bir sesle, girişmek üzere olduğu çetin deneyimden sağ salim çıkacağına inandığından dolayı değil de, kendi kusursuz davranış biçiminin bir gereği olması bakımından, bir savaşçının her zaman her şeyin düzgün bir şekilde bulunduğundan emin olması gerektiğini söyledi.
Yaptığı uyarılar beni rahatlatacağı yerde, sonumun yaklaştığının kesin olduğu izlenimini yaratıyordu. Ağlamak istedim. Don Juan’ın, sözlerinin etkisinin bilincinde olduğundan emindim.
“Kendi kişisel erkine güven,” diye fısıldadı kulağıma. “Bu gizlerle dolu dünyada sahip olduğun tek şeydir o.”
Beni hafifçe çekerek yürümeye başladı. Birkaç adım önümden gitmekteydi. Gözlerimi yere dikip onu izlemeye başladım. Nedense etrafıma bakmaya cesaret edemiyordum, gözlerimi yere doğru dikerek yürümek beni garip bir şekilde rahatlatıyordu; adeta beni ipnotize ediyordu.
Kısa bir yürüyüşten sonra don Juan durdu, zifiri karanlığın yaklaşmakta olduğunu, kendisinin benim daha önümden ilerleyeceğini, ama bulunduğu yeri küçük türden bir baykuş sesini öykünerek bildireceğini fısıldadı. Onun bu öykünmesinin başlangıçta biraz hırıltılı çıktığını, ama giderek gerçek bir baykuş çığlığı gibi tatlılaştığını bilmekteydim. Yalnız, yanılmamam, öbür baykuşların aynı şekilde çıkmayan seslerine dikkat etmem hususunda da beni uyardı.
Don Juan bütün bu yönergeleri bana vermeyi bitirdiğinde iyice paniğe kapılmıştım. Koluna yapışarak gitmesini önledim. Söyleyeceklerimi rahatça dile getirebilecek sükûnete kavuşabilmem için iki üç dakikanın geçmesi gerekti. Karnımın ve midemin üzerinde sinirsel bir ürperme peyda oldu da tutarlı olarak konuşamaz oldum.
Don Juan dingin ve yumuşak bir sesle kendime gelmemi, zira dikkatsiz davrandığım takdirde karanlığın da rüzgâr gibi beni kapana düşürebilecek bilinmeyen başıboş bir varlık olduğunu söyledi. Onunla başa çıkabilmek için son kerte sakin olmalıymışım.
“Kişisel erkini gecenin erkiyle kaynaştırabilmen için kendini bırakabilmelisin,” dedi don Juan kulağımın içine.
Kendisinin benim biraz önümde yürüyeceğini söylediğinde mantıksız bir korku nöbetine daha yakalandım.
“Çılgınlık bu,” diye karşı çıktım.
Don Juan ne öfkelendi ne de sabırsızlandı. Sakince gülerek kulağımın içine anlamadığım bir şeyler fısıldadı.
“Ne diyorsun?” diye çatırdayan dişlerimin arasından yüksek sesle sordum.
Don Juan elini ağzımın üzerine koyarak bir savaşçının, aslında bir şey bilmediği halde ne yaptığını biliyormuşçasına davranması gerektiğini söyledi. Sonra da bir tümceyi, ezberlememi ister gibi üç dört kez yineledi. Şuydu o tümce: “Bi savaşçı, kişisel erki ister küçük ister muazzam olsun, ona güvendiği takdirde kusursuzdur.”
Kısa bir bekleyişten sonra nasıl olduğumu sordu. İyi olduğumu söyleyince, don Juan sessiz sedasız yanımdan uzaklaşıverdi.
Etrafıma bakmak istedim. Kesif çalılıklarla kaplı bir yerde duruyor gibiydim. Bitki kümelerinin karaltısı ya da belki de birkaç bodur ağaçtan gayri hiçbir şeyi ayırt edemiyordum. Dikkatimi seslere yönelttiysem de önemli bir şey işitemedim. Rüzgârın uğultusu, iri baykuşların zaman zaman attıkları delici çığlıklarla birtakım başka kuşların cıvıltıları hariç tüm öbür sesleri bastırıyordu.
Bir süre tam bir “teyakkuz” halinde bekledim. Sonra küçük bir baykuşun uzatılmış hırıltı sesini işittim. Onun don Juan olduğuna hiç kuşkum yoktu. Arkamdan bir yerlerden gelmekteydi. Arkama dönüp o yönde yürümeye başladım. İlerlemem çok yavaş olmaktaydı, zira karanlık hareketlerimi nerdeyse tamamıyla kısıtlamaktaydı.
On dakika kadar yürümüş olacağım. Birden önümde simsiyah bir kütle atlayıverdi. Çığlığı bastırdığım gibi geriye doğru kıç üstü düşüverdim. Kulaklarım çınlıyordu. Öyle çok korkmuştum ki, nefesim kesilecek gibi oldu. Nefes alabilmek için ağzımı açmak zorunda kaldım.
“Kalk oradan,” dedi don Juan yumuşak bir sesle. “Seni korkutmak istememiştim. Sadece yanına geldiydim.”
Benim o rezil yürüyüşüme baktığını, karanlıkta bir kötürüm kocakarı gibi dakikada iki adım ata ata ilerlemeye çalıştığımı gördüğünü söyledi. Bu benzetmesinden pek hoşlanarak yüksek sesle güldü.
Sonra karanlıkta yürümenin özel bir yöntemini göstermeye başladı, don Juan bu yönteme “erk tırısı” diyordu. Önümde eğilerek, bedeninin aldığı pozisyonu anlayabilmem için ellerimi sırtında ve dizlerinde dolaştırttı. Don Juan’in gövdesi hafifçe öne eğik duruyordu, ama belkemiği düzdü. Dizleri de hafifçe bükülmüştü.
Her adım atışında dizlerini handıysa göğsüne kadar kaldırdığını görebileyim, diye önümde yavaş yavaş yürüdü. Sonra hakikaten koşarak gözden kayboldu, ve gene döndü. Zifiri karanlıkta öyle nasıl koşabileceğini havsalam almıyordu.
“Erk tırısı geceleyin koşmaya yarar,” diye fısıldadı kulağımın içine.
Don Juan bunu benim de denememi istedi. Ben, bir çukura düşer ya da bir kayaya toslarım da bacaklarımı kırarım, diye pek oralı olmadım. Don Juan, gayet sakin, “erk tırısı”nın son kerte güvenli olduğunu söyledi.
Onun yaptıklarını ancak bu tepeleri avucunun içi gibi bilmesinden, bu nedenle de tehlikeli noktalardan kaçınabilmesinden dolayı gerçekleştirdiğine inandığımı söyledim ona.
Don Juan başımı elleriyle tutarak şiddetlice fısıldadı, “Bu, gecedir! O da, erktir!”
Başımı bıraktı, yumuşak bir sesle geceleyin dünyanın farklı olduğunu, onun karanlıkta koşabilme yetisinin bu tepeleri iyi tanımasıyla bir ilintisi olmadığını açıkladı. Bunun püf noktasının insanın kişisel erkini özgürce akacak, gecenin erkiyle kaynaşacak biçimde bırakması olduğunu, ve o erk bir defa dizginleri ele aldı mı, insanın artık hata yapmasının olanaksızlaşacağını anlattı. Son kerte ciddi bir edayla, şayet bundan kuşku duyuyorsam bir an için cereyan etmekte olan şeylere bakmamı buyurdu. Kendi yaşındaki bir adamın o saatte o tepelerde koşmasının, gecenin erki ona kılavuzluk etmediği takdirde intihar demek olacağını da ekledi.
“Bak!” diyerek hızla koşup karanlığın içine daldı, sonra da geriye döndü.
Bedeninin deviniş biçimi öyle görkemliydi ki, gözlerime inanamıyordum. Don Juan bir süre olduğu yerde zıplayıp durdu. Bacaklarını kaldırış şekli bana bir kısa mesafe koşucusunun yarış öncesi yaptığı ısınma alıştırmalarını anımsattı.
Don Juan sonra onu izlememi istedi. Kendimi iyice sıkarak, son kerte tedirgin, onu izledim. Büyük bir dikkat sarfederek bastığım yerleri görmek istedim, ama mesafeleri kestirmek olanaksızdı. Don Juan geriye dönüp yanımda benimle birlikte zıplamaya başladı. Fısıldayarak kendimi gecenin erkine bırakmamı, az da olsa sahip olduğum kişisel erke güvenmem gerektiğini, yoksa özgürce devinmenin olanaksızlaşacağını, karanlığın bir engel olarak görülmesinin, bir başka devinme yönteminin de erkin kılavuzluk etmesine izin vermek olduğunu bilmediğimden dolayı, yaptığım her şeyde sırf görme duyusuna güvenmemden kaynaklandığını söyledi.
Birkaç kez başarısız denemeler yaptım. Ama kendimi bir türlü bırakamıyordum. Bacaklarımı bir yerlere çarpıp kıracağım, diye ödüm kopuyordu. Don Juan, aynı noktada kalarak devinmemi, ve “erk tırısını” gerçekten kullanıyormuşum gibi duyumsamaya çalışmamı buyurdu.
Sonra koşarak ileriye doğru gideceğini, ardından onun baykuş çığlığını beklememi söyledi. Zaman zaman gözlerimi kapayarak, bulunduğum yerde, dizlerim ve gövdem bükülü, zıplamayı sürdürdüm; belki bir saat kadar geçmişti. Üzerimdeki gerginlik azar azar yok olmaya başlamıştı, nihayet kendimi oldukça rahat hisseder oldum. Ardından, don Juan’ın çığlığını işittim.
Don Juan’ın önerdiği gibi “kendimi bırakmaya” çalışarak sesin geldiği doğrultuda beş altı metre kadar koştum. Ne ki bir çalılığa tökezleyince tüm güvensizlik duygularım yeniden canlanıverdi.
Don Juan beni beklemekteydi; duruş biçimimi düzeltmeye başladı. Israrla en başta, her iki elimin başparmağıyla işaret parmağını dışa doğru uzatıp öbür parmaklarımı ayalarıma doğru kıvırmamı söyledi. Sonra da benim hâlâ kendimi sırf yetersizlik duygularıma kaptırdığımı, hiçbir şeyin üzerinde odaklanmayarak önümdeki yeri taramayı sürdürdüğüm takdirde, gece ne denli karanlık olursa olsun, her zaman gayet iyi bir şekilde görebildiğimi bildiğimi söyledi. “Erk tırısı” da dinlenecek bir yer aramaya benzermiş. Her iki iş de insanın kendisini bırakabilmesini, bir güven duygusunu gerektirirmiş. “Erk tırısı” insanın gözlerini tam önündeki yere doğru çevirmesini gerektirirmiş, zira sağa ya da sola kısa bir nazar atılması, devinimin akışında bir değişikliğe neden olurmuş. Don Juan açıklayarak, gövdenin öne doğru bükülmesinin, gözlerin yere yaklaştırılması açısından gerekli olduğunu, dizlerin göğse kadar kaldırılma sının da adımların çok kısa ve güvenli olmasına yol açtığını anlattı. Don Juan başlangıçta bol bol tökezleyeceğim hususunda beni uyardı, ama alıştırma yapa yapa tıpkı gündüzün olduğu gibi hızlı ve güvenli bir şekilde koşabileceğimi söyledi.
Saatlerce onun hareketlerini taklit etmeye, öğütlediği havaya girmeye çalıştım. Don Juan onun hareketlerini görebileyim, diye büyük bir sabırla önümde durduğu noktada zıplayarak deviniyor, kimi zaman da bir koşu uzaklaşıp tekrar yanıma geliyordu. Hatta bazen beni iterek, birkaç metre koşmama neden oluyordu.
Sonra benden uzaklaşıp bir dizi baykuş çığlıkları atarak beni çağırdı. Anlayamadığım bir şekilde hiç beklenmedik ölçü de bir özgüveniyle hareket ediyordum. Bildiğim kadarıyla bu duyguyu hak edecek bir şey yapmamıştım, ama bedenim düşünmeden de bazı şeyleri seziyora benziyordu. Örneğin, yolumun üzerindeki sivri kayaları pek göremiyordum, ama bedenim, dikkatimin dağılmasından dolayı dengemi yitirerek meydana gelen birkaç aksilik hariç, hep kıyılara basmayı, çukurlara hiç düşmemeyi kendi kendine becerebiliyordu. Tam önüme rastlayan yerin taranması için gereken konsantrasyonun önemi çok büyüktü. Don Juan, yana ya da fazlaca ileriye doğru atılan bir nazarın, akışı hemen keseceği uyarısında bulunuyordu.
Uzun bir arayıştan sonra don Juan’ın yerini belirlemiştim. Ağaçlara benzeyen birtakım koyu karaltıların arasında oturmaktaydı. Yerinden kalkıp bana doğru gelerek gayet iyi koştuğumu, ama artık bırakma zamanının geldiğini, zira ıslık çala çala başkalarının da ıslığını taklide başlayacaklarından kaygılandığını söyledi.
Ben de dinlenmek istiyordum. Didinmekten bitkin düşmüştüm. Onun sözlerini memnunlukla karşılayarak, ıslığını kimin taklit edeceğini sordum.
“Erkler, dostlar, tinler, kim bilir?” dedi fısıldayarak.
Don Juan “gecenin varlıkları” dediği bu şeylerin genellikle ezgiye benzeyen hoş sesler çıkardıklarını, ancak insan sesine özgü hırıltılarla kuşların cıvıltılı seslerini çıkaramadıklarını açıkladı. Öylesi bir sesi işitir işitmez devinmeyi kesmem gerektiği, ve yakın bir zamanda doğru tanılama yapmam icap edeceğinden dolayı bu anlattıklarımı anımsamam hususunda beni uyardı. Sonra beni överek “erk tırısı”nın ne olduğunu iyice anlamış bulunduğumu, bu konuda ustalaşabilmem için biraz daha gayret etmemin yeterli olacağını, ve bunu yapacak fırsatı gecenin ilerleyen saatlerinde tekrar bulacağımı bildirdi. Omzumu tıpışlayarak artık gitmeye hazır olduğunu söyledi.
“Haydi gidelim burdan,” diyerek koşmaya başladı.
“Dur! Bekle!” diye çılgınlar gibi haykırdım. “Yüksek ya.”
Don Juan durdu, şapkasını çıkardı.
“Vayy be!” dedi afallamışçasına. “Şimdi ne halt edicez? Karanlıkta yürüyemediğimi biliyorsun. Yalnızca koşabiliyorum ben. Yürürsem bacaklarımı kırarım garanti.”
Yüzünü göremiyordum ama, bunları söylerken sırıtmakta olduğuna emindim.
Mahrem bir şey anlatırcasına yürüyemeyecek denli yaşlandığını, o gece öğrenmiş olduğum “erk tırısı”ndan biraz daha yararlanmanın hakkımızda hayırlı olacağını bildirdi.
“‘Erk tırısı’ndan yararlanmazsak, çimen gibi biçileceğiz, alimallah,” diye fısıldadı kulağımın içine.
“Kimin tarafından?”
“Gecenin içinde insanları kollayan varlıklar vardır,” diye tüm bedenimi ürperten bir sesle fısıldadı don Juan.
Onunla aynı hızda koşmamın şart olmadığını, sık sık her defasında dört başkuş çığlığıyla sinyal vererek onu izlememi sağlayacağını belirtti.
Şafak sökene dek o tepelerde kalmamızı, yola sonra çıkmamızı önerdim. Son derece dramatik bir sesle orada kalmamızın intihar demek olacağı karşılığını verdi; oradan canlı çıksak bile, gecenin kişisel erkimizi emip tüketeceğini, günün ilk badiresinin bizi kolayca helak edebileceği bir duruma getireceğini anlattı.
“Hiç vakit yitirmeyelim,” dedi, sonra telaşlı bir sesle, “çekip gidelim burdan,” diye ekledi.
Beni rahatlatsın, diye, kendisinin mümkün mertebe yavaş koşmaya çalışacağını söyledi. Son yönergesi de ne olursa olsun hiç ses çıkarmamam, nefes alırken bile dikkatli davranmam hususundaydı. Gideceğimiz yönü göstererek her zamankinden daha yavaş bir tempoyla koşmaya başladı. Onu izledim, ama o ne denli yavaş koşsa da ona yetişemiyordum; çok geçmeden, don Juan önündeki karanlığın içinde görünmez oldu.
Yalnız kaldıktan sonra, farkına varmaksızın oldukça hırslı bir tempo geliştirdiğimin bilincine vardım. Bunu görmek beni sarsmıştı. O şekilde koşmayı uzun bir süre devam ettirdim, sonra don Juan’ın sinyalini biraz sağımda işittim. Dört kez art arda öttü.
Çok kısa bir süre sonra don Juan’ın baykuş çığlığını yeniden işittim, bu kez gene sağımdan ama çok daha uzaktan gelmekteydi ses. Oraya yönelmek amacıyla kırk beş derece kadar döndüm. Öbür üç çığlığın ne tarafa gitmem gerekeceğine ilişkin daha kesin bir fikir vereceğini düşünerek o yeni yöne doğru ilerledim.
Yeni bir ötüş daha işittim, ama sesin geldiği yön don Juan’la yola çıktığımız noktaya yakın bir yerdi. Durarak dinlenmeye başladım. Kısa bir mesafe ötemde şiddetli bir gürültü işittim. Birbirine çarpan iki kayanın çıkardığı ses gibi bir şey. Kulak kesildim—iki kayanın hafif hafif sürtünmesiyle oluşuyormuş gibi algıladığım bir dizi hafif gürültüler işittim. Ardından bir baykuş sesi daha geldi; o anda don Juan’ın ne demek istediğini anlayıverdim. Gerçekten ezgiye benzeyen bir sesti bu. Gerçek bir baykuşun sesinden kesinlikle daha uzun ve daha tatlı bir ses.
Yabansı bir korku duygusuna kapıldım. Karnımda bir sıkışma peyda oldu— sanki birisi beni belimden kavramış da yere doğru çekmekteydi. Geriye dönüp karşıt istikamete doğru yarı zıplayarak koşmaya hazırlandım.
Uzaktan hafif bir baykuş sesi geldi. Ardından üç çığlık daha işittim. Don Juan’ın sesiydi bu. O yöne doğru koşmaya başladım. O anda don Juan’dan en azından çeyrek mil uzakta olduğumu kestirdim; demek o biraz daha koşmuş olsa çok geçmeden bu tepelerde kaybolup gidebilirdim. Çevremde tur atmak yerine don Juan’ın ne diye o kadar uzaklara gittiğini bir türlü anlayamıyordum.