Don Juan kolumdan çekerek beni döndürüp sırtüstü yatırdı. Gücümü yeniden kazanmak istiyorsam başım doğuya dönük yatmam gerektiğini söyledi. Giderek rahatladım; ağrıyan bedenimi dinlendirdim. Nihayet, kalkacak kadar enerji toplamıştım. Saatime bakmak istedim, ama don Juan elini saatimin üzerine koyarak beni önledi. Yüzümü çok nazik bir şekilde doğuya doğru çevirip o mendebur zaman aygıtına ihtiyacımın olmadığını, sihirli bir zamana girdiğimizi, erk izi sürme yetim var mı, yok mu, kesin olarak öğreneceğimizi söyledi.
Çevreme baktım. Çok geniş yüksek bir tepenin doruğundaydık. Ben bir kaya çıkıntısı ya da yarığına benzeyen bir yere doğru yürümek istedim, ama don Juan zıplayarak beni önledi.
Son kerte kesin bir dille, az bir mesafe ötemizdeki kara bir dağın tepesinden güneş doğana dek düşmüş olduğum yerde kalmamı buyurdu.
Doğuyu imleyerek dikkatimi ufuktaki yoğun bulut kümelerine çekti. Güneşin ilk ışıkları bu tepede benim bedenime varmadan önce rüzgârın bulutları uzaklara sürüklemesinin olumlu bir yora olacağını söyledi.
Sağ bacağımı önde tutarak, yürüyormuş gibi kıpırdamadan durmamı, gözlerimi doğrudan doğruya ufka doğru dikerek değil de, odaklamadan bakmamı buyurdu.
Bacaklarım kaskatı olmuştu, kalçalarım ağrıyordu. O durumda kalmak tam bir işkenceydi, bacak kaslarım beni taşıyamayacak denli sızlamaktaydı. Canımı dişime takarak dayandım. Yıkılmak üzereydim. Bacaklarımın titremesini önleyemiyordum, derken don Juan her şeyi durdurdu. Oturmama yardım etti.
Bulut kümeleri hareket etmiyordu; güneşin ufukta doğuşunu görmemiştik.
Don Juan’ın tek sözü şu oldu: “Çok kötü.”
Başarısızlığımın gerçekte ne gibi sonuçlar doğuracağına ilişkin sorularımı hemen sormadım, ama don Juan’ı tanıyordum, yoralarının hükmüne göre hareket etmiş olduğuna emindim. Demek ki o sabah yora gelmemişti. Baldırlarımdaki ağrılar yok olmuştu, içim esenlikle dolmuştu. Kaslarımı gevşetebilmek için zıplamaya başladım. Don Juan çok yumuşak bir şekilde bitişikteki bir tepeye koşup ordaki belli bir bitkiden birkaç yaprak koparmamı, kaslarımın ağrısını gidermek için bacaklarımı onlarla ovmamı söyledi.
Benim durduğum yerden geniş bir alana yayılmış yeşil bir bitki kümesini rahatça görebiliyordum. Yaprakları epey nemli görünüyordu. Onları daha önce de kullanmıştım. Beni rahatlattıklarını pek söyleyemem, ama don Juan gerçekten dost bitkilerin etkilerinin insanın onları fark edemeyeceği denli gizli olduklarını, gene de her zaman beklenen yararları sağladıklarını ileri sürerdi.
Tepeden aşağıya doğru koşarak öbür tepeye tırmandım. Tepesine vardığımazda, nefes nefese kaldığımı gördüm.
Dinlenesiye kadar epey zaman geçti, midem de bulanıyordu. Rahatlayana dek yere çömelip bir süre dinlendim. Sonra ayağa kalkıp toplamamı istediği yapraklara doğru uzandım. Ama o bitkiyi bulamadım. Çevreme bakındım. Doğru yerde olduğuma emindim, ama o tepenin doruğu civarında o bizim bitkiye uzaktan da olsa benzeyen hiçbir bitki göremedim. Ama onu gördüğüm nokta burası olmalıydı. Bulunduğum yerden başka herhangi bir yer, don Juan’ın durduğu yerden bakan bir kimse için göz eriminin dışında kalırdı.
Aramayı bırakarak öbür tepeye gittim. Hata yaptığımı anlattığımda, don Juan hoşgörüyle gülümsedi.
“Ne diye hata dersin ki buna sen?” diye sordu. “Belli ki o bitki orada değil?” dedim.
“Ama onu görmüştün, değil mi?” “Gördüğümü sanmıştım.”
“Şimdi onun yerinde ne görmektesin?”
“Hiçbir şey.”
O bitkiyi gördüğümü sandığım noktada bitki namına
hiçbir şey bulunmuyordu. Görmüş olduğum şeyin görsel bir aldanma, bir tür serap olduğunu açıklamaya çalıştım. Her halde aşırı yorulmuştum da, yorgunluğum yüzünden aslında orada olmayan bir şeyi görürmüş gibi olmuştum.
Don Juan tatlı tatlı gülümseyerek kısa bir an beni süzdü.
“Hata filan görmüyorum ben,” dedi. “O bitki tepenin doruğunda duruyor işte.”
Gülme sırası bana gelmişti. Bütün o bölgeyi dikkatle taradım. Görünürde öyle bir bitki yoktu; daha önceki deneyimimin bir sanrılanma olduğuna ilişkin kanım pekişti.
Don Juan gayet sakin bir şekilde tepeden aşağı inmeye başlayarak onu izlememi imledi. İkimiz birlikte öbür tepeye tırmandık; bitkiyi görmüş olduğumu zannettiğim noktada durduk.
Ben, yüzde yüz emin, alaylı bir şekilde gülümsüyordum. Don Juan da aynı şekilde gülümsemekteydi.
“Tepenin öbür tarafına git,” dedi. “Bitkiyi orda bulacaksın.”
Ben, tepenin öbür yarısının görüş alanımın dışında kaldığını ileri sürerek, orada bir bitki olabileceğini, ama bunun herhangi bir anlam taşımadığını belirttim.
Don Juan başının bir devinimiyle onu izlememi imledi. Tepeyi doğruca aşıp gideceğine, tepenin etrafından dolaşarak gayet çalımlı bir şekilde yeşil bir bitkinin önünde, bitkiye bakmaksızın durdu.
Sonra dönerek bana baktı. Bu yabansı, delici bir bakıştı.
“Burada bu bitkilerden yüzlercesi vardır,” dedi.
Don Juan gayet sabırlı bir şekilde tepenin öteki tarafından aşağıya doğru inmeye başladı, ben de onun ardından. Her yerde ona benzer bir bitki aradık. Ama görünürde bitki filan yoktu. Başka bir bitkiye rastlayana dek çeyrek mil kadar ilerlemiştik.
Bir kelime bile söylemeden don Juan beni ilk tepenin doruğuna geri götürdü. Orada bir an durduk. Sonra don Juan beni bu sefer karşıt doğrultuda başka bir bitki arama gezisine çıkardı. Çevreyi taraya taraya bir mil kadar ötede iki bitki daha bulduk. Yerden birbirlerine bitişik olarak çıkıyor, yoğun iki küme halinde, çevrelerindeki bütün öbür bitkilerden daha fazla serpilerek yayılıyorlardı.
Don Juan ciddi bir ifadeyle bana baktı. Bunun nedenini çıkaramamıştım.
“Bu pek yabansı bi yora,” dedi.
İlk tepenin doruğuna, oraya yeni bir doğrultudan yaklaşmak amacıyla bu defa daha uzun bir yoldan dolaşarak döndük. Don Juan o yörede bu bitkilerden pek az sayıda bulunduğunu kanıtlamak için adeta elinden gelen her şeyi yapmaktaydı. Dönüş yolumuzda o bitkilerden hiç bulamadık. Tepenin doruğuna vardığımızda tam bir sessizlik içinde oturduk. Don Juan sukabaklarını fileden çıkarıp çözdü.
“Yemekten sonra bi şeyciğin kalmaz,” dedi.
Neşesini gizleyemiyordu. Başımı tapıklayarak gülümserken keyfine diyecek yoktu. Neler olduğunu anlayamıyordum. Bu yeni gelişmeler beni tedirgin etmekteydi, ama o an da bunları düşünemeyecek denli aç ve yorgundum.
Yemekten sonra uykum iyice bastırmıştı. Don Juan ısrarla benim gözlerimi odaklamaksızın bakma yöntemiyle tepenin üzerinde o bitkiyi gördüğüm yerde uyumaya uygun bir nokta aramamı söyledi.
Bir yeri seçtim. Don Juan o noktadan biraz toprak alarak bedenim ölçüsünde bir daire oluşturdu. Çalılardan büyük bir özenle kopardığı taze dallarla o dairenin içini süpür dü. Aslında sadece süpürürmüş gibi yapıyor, dallarla yere hiç dokunmuyordu. Ardından, dairenin içindeki yüzeyden bütün taşları ayıklayarak merkezine yığdı; onları titizce boylarına göre eşit iki kümeye ayırdı.
“O taşlarla ne yapıyorsun?” diye sordum.
“Bunlar taş değil ki,” dedi. “İp bunlar. Senin noktanı asılı tutacaktır.
Don Juan taşların daha küçük olanlarını alarak, onları dairenin çevresine yerleştirdi. Aralarında eşit mesafeler bırakıyor, bir duvarcı ustası gibi her bir taşı bir dal parçasıyla birlikte sıkıca yere çakıyordu.
Benim dairenin içine girmeme izin vermiyor, yaptıklarını dairenin etrafında yürüyerek izlememi istiyordu. Don Juan saatin tersi doğrultuda on sekiz taş saymıştı.
“Şimdi tepeden aşağı koş da, düzlükte bekle,” dedi. “Ben kıyıya gelip senin uygun noktada durup durmadığına bakacağım.”
“Ne yapacaksın ki.”
“İplerden her birini sana atacağım,” dedi don Juan, daha iri taşların bulunduğu kümeyi göstererek, “Sen de onları benim öbürlerini yere çaktığım gibi imleyeceğim noktaya çakacaksın.”
“Son kerte dikkatli olman gerek. İnsanın, erkle uğraşırken mükemmel olması gerek. Burada hatalar ölümcüldür. Bunlardan her biri bi iptir, ortaklıkta başıboş bırakıldıkları takdirde bizi öldürebilecek bi ip; onun için kesinlikle hata yapmaman gerek. Gözlerini ipi atacağım noktaya dikmelisin. Şayet herhangi bi şeyden dikkatin dağılırsa, ip sıradan bi taşa dönüşür de onun etrafındaki öbür kayalardan ayırt edemezsin.”
“İpleri” tepeden aşağıya teker teker taşımanın daha kolay olacağını söyledim don Juan’a.
Don Juan gülerek başını hayır, demecesine salladı. “İptir bunlar,” dedi dayatarak. “Benim onları sana fırlatarak atmam, senin de onları yakalaman gerek.”
Bu işi yerine getirmek saatler almıştı. Gerektirdiği konsantrasyonun yoğunluğu işkenceden farksızdı. Don Juan her defasında dikkatli olmamı, bakışlarımı odaklamamamı anımsatıyordu. Böyle yapmakta haklıydı. Tepeden aşağıya doğru zıplayarak, yolu üzerinde çarptığı öbür kayaları devirerek inen bir taşı yakalamak gerçekten çıldırtıcı bir işti. Daireyi tamamıyla çevirip de doruğa tırmandığımda, düşüp ölüvereceğimi sanıyordum. Don Juan topladığı kimi yaprakları dairenin içine yatak gibi döşemişti. Bana da bir kaç yaprak verdi; onları pantolonumun cebine yerleştirerek, göbeğimin tenine yakın tutmamı söyledi. Onların beni ılık tutacağını, battaniyeye ihtiyacım olmayacağını da ekledi. Dairenin içine yatıverdim. Yapraklar yumuşacık bir yatak
oluşturuyordu, hemen uyuyuvermişim.
Uyandığımda akşam olmak üzereydi. Hava rüzgârlı ve
bulutluydu. Tepemizdeki bulutlar kesif kümebulutlardı; ama batıya doğru ince saçakbulutlara dönüşüyorlardı, zaman zaman da güneş ışığı onların üzerine vurmaktaydı.
Uyku beni zindeleştirmişti. Kendimi enerjik ve mutlu hissediyordum. Rüzgâr beni tedirgin etmiyordu. Üşümüyor dum. Başımı kollarıma dayayıp etrafa baktım. Daha önce farkına varamamışım, tepenin doruğu epey yüksekti. Batı yönünde manzara çok etkileyiciydi. Alçak tepelerle dolu ovalık bir arazi vardı— sonra da çöl başlıyordu. Kuzeye ve doğuya doğru sıra sıra koyu kahverengi dağların dorukları yer almakta, güneye doğru da uçsuz bucaksız yer yer tepelik bir arazi ile çok uzaktaki mavi dağlar görünmekteydi.
Kalkıp oturdum. Don Juan görünürlerde yoktu. Beni orada yalnız bırakmış olabileceğini geçirdim, arabama nasıl gidebileceğimi de bilmiyordum. Yeniden yaprak yatağıma uzandım; ne tuhaftır, kaygılarım yok oluverdi. Gene bir esenlik duygusu beni sardı. Kendimi sağlıklı hissediyordum. Dingin bir çoşkunluk içimi doldurmuştu. Batıdan esen yumuşak bir yel beni üşütmeden tüm bedenimi yalıyordu. Esintiyi yüzümde, kulaklarımın çevresinde tatlıca akarak beni yıkayıp geri çekilen sonra yeniden beni yıkayan bir ılık su dalgası gibi duyumsamaktaydım. Gündelik, çığrından çıkmış yaşamımda benzeri olmayan yabansı bir varoluş durumuydu bu. Ağlamaya başladım, ama üzgün olduğumdan ya da kendime acıdığımdan değil; adlandıramadığım, açıklamayacağım bir sevinçten.
O noktada sonsuza dek kalma isteğini duydum, zaten don Juan koşup beni çekerek apar topar o yerden çıkarmış olmasaydı, kalabilirdim de.
“Yeterince dinlendin,” dedi don Juan beni çekedursun.
Beni tepe doruğunun çevresinde sakin sakin dolaştırdı. Yavaş yavaş, tam bir sessizlik içinde yürüyorduk. Don Juan benim, çevreleyen manzaraları gözlemlememi amaçlıyormuş gibi duyumsamaktaydım. Gözlerini devindirerek ya da çenesini uzatarak bulutlarla dağları imledi.
Akşama yakın bu saatte manzara muhteşemdi. İçimde huşu ve keder duyguları uyandırıyordu. Çocukluğumdaki manzaraları anımsatıyordu bana.
Tepe doruğunun, volkanik bir kayadan oluşan en yüksek noktasına tırmandık; sırtımızı kayaya dayayıp, yüzümüz güneye doğru rahatça oturduk. Güneye doğru uzanan uçsuz bucaksız topraklar gerçekten şahaneydi.
“Bunların hepsini belleğine nakşet,” diye kulağıma fısıldadı don Juan. “Burası senin noktan. Bu sabah sen görmüştün, seni yoran oydu. Bu noktayı görerek buldun sen. Beklenmedik bi yoraydı ama geliverdi işte. Sen istesende istemesende erk avlayacaksın. Bu isani bi karar olmanın ötesinde bi şeydir, senin ya da benim kararım değil.
“Şimdi, işin gerçeği, bu tepenin doruğu senin yerindir, senin kutsal yerin; çevrendeki her şey senin koruman altındadır. Sen burdaki her şeye bakarsan buna karşılık onlar da sana göz kulak olurlar.”
Şakaya getirerek ordaki her şey benim mülküm mü, diye sordum. Don Juan son kerte ağırbaşlı bir biçimde evet, dedi. Ben gülerek bu yapmakta olduğumuz şeyin bana Yeni Dünya’yı fetheden İspanyolların ordaki topraklara kendi kralları adına el koymalarını anımsattığını anlattım. Onlar da bir dağın tepesine tırmanarak herhangi bir doğrultuda görebildikleri tüm araziye sahip çıkarlarmış.
“İyi fikir doğrusu,” dedi don Juan. “Ben de sana göre bildiğin tüm toprakları veriyorum, hem de bir doğrultudaki değil, çepeçevre hepsini.”
Don Juan ayağa kalktı, elini uzatıp gövdesini tam bir daire çizecek şekilde döndürerek, gösterdi:
“Bütün bu tapraklar senin olsun,” dedi.
Yüksek sesle güldüm.
Don Juan kıkırdayarak bana sordu, “Niçin olmasın? Bu
toprakları niçin veremeyeymişim ki sana?”
“Sen onların sahibi değilsin ki,” dedim.
“Ne çıkar? İspanyollar da o ülkelere sahip değildiler
ama gene de oraları paylaştılar. Sen de aynı şekilde niçin mülkiyetine geçiremeyesin burayı?”
Gülümsemesinin ardındaki gerçek niyetini öğrenebilmek amacıyla onu inceledim. O anda don Juan bir kahkaha patlatarak handıysa kayadan aşağıya düşeyazdı.
“Gözünle görebileceğin bütün topraklar senindir,” diye sürdürdü, hâlâ gülümseyerek. “Kullanmak amacıyla değil de anımsamak amacıyla. Ne ki, bu tepenin doruğunu ölene dek kullanabilirsin. Ben onu sana veriyorum, zira onu sen kendin buldun. Senindir orası.
“Al ve kabul et.”
Ben gülüyordum, ama don Juan çok ciddi görünüyordu. O komik gülümsemesi olmasa, o tepenin doruğunu bana verebileceğine gerçekten inanıyor sanırdınız.
“Niçin olmasın?” diye sordu don Juan benim düşüncelerimi okumuş gibi.
“Kabul ediyorum,” dedim yarım ağızla.
Don Juan’ın gülümsemesi kayboldu. Gözlerini kısarak bana baktı.
“Bu tepedeki, özellikle doruğundaki her kaya, her çakıl, her bitki senin himayende,” dedi. “Burada yaşayan her bi böcek senin dostundur. Sen onları kullanabilirsin, onlar da seni kullanabilirler.”
Birkaç dakika konuşmaksızın durduk. Hiçbir şey düşünemiyordum. Havasındaki değişikliğin neler getireceğini merak ediyordum ama korku ya da vesvese içinde değildim. Sadece, konuşmak istemiyordum, o kadar. Nedense, sözcükler yetersiz, anlamlarını belirlemek de zor görünüyordu. Konuşmaya ilişkin böylesi bir duygum olmamıştı hiç, içinde bulunduğum bu olağandışı havamın farkına varır varmaz derhal konuşmaya başladım.
“Ama ben bu tepeyi ne yapabilirim ki, don Juan?”
“Üzerindeki her bi şeyi, her bi özelliği belleğine nakşet. Rüya görme durumunda geleceğin yer burasıdır, senin. Erklerle tanışacağın, gizlerin bi gün sana açıklanacağı yer burasıdır. Sen erk avlamaktasın, burası da senin yerin, güçlerini toplayacağın yerdir.
“Şu anda sana anlamsız gelebilir. İstersen saçma bi şey olarak kalsın şimdilik.”
Kayadan indik, don Juan beni tepe doruğunun batısındaki küçük, çanak gibi çukur bir yere götürdü. Orada oturup yemek yedik.