1

Konu: 6 - Bir Avcı Olmak

Cuma, 23 Haziran 1961
Oturur oturmaz don Juan’ı soru yağmuruna tuttum. Beni yanıtlamadı, üstelik sabırsızlanıp, eliyle sormamamı imledi. Oldukça düşünceli görünüyordu.
“Bitkileri öğrenmeye çalışmayı sürdürdüğün bunca zaman boyunca hiç değişmemiş olduğunu düşünmekteyim,” dedi beni suçlarcasına.
Don Juan, benimsemem gerektiğini ileri sürdüğü tüm kişilik değişimlerini yüksek sesle yeniden saymaya başladı. Ben de ona bu konuyu iyice düşündüğümü, önerdiklerini yerine getirmemin olanaksızlığını, zira hepsinin de bana ters düştüğünü söyledim. O da yanıt vererek, bu konuları sırf düşünmenin yetmeyeceğini, bana söylediği tüm o şeyleri laf olsun, diye anlatmadığını belirtti. Ben gene direttim, kişisel yaşamımı onun düşüncelerine uydurma konusunda pek fazla bir şey yapmadıysam da, bitkilerin kullanımı üzerinde bilgi edinmeyi gerçekten istediğimi söyledim.
Uzun, tedirgin edici bir sessizlikten sonra apaçık sordum: “Bana peyoteyi öğretir misin, don Juan?”
Don Juan, benim niyet etmemin tek başına yeterli olmadı ğını, peyoteyi—ilk kez olarak ona “Mescalito” demişti—öğrenmenin ciddi bir uğraş olduğunu anlattı. Başkaca söylenecek bir şey olmadığı ortadaydı.
Ne var ki, akşama doğru beni sınamaya başladı; çözümü için herhangi bir ipucu vermeksizin bana bir problem sundu: kapısının her zaman oturup konuştuğumuz tam önünde tekin bir yer, bir nokta, tam bir mutluluk duyabileceğim ve kendimi dipdiri hissedebileceğim bir noktanın bulunması. Gece boyunca, ben yerde yuvarlanarak o “nokta”yı bulmaya çalışırken, belirlenen bölgeleri tek düze koyu renkli zeminin iki kez renk değişimine uğradığını sezdim.
Bu problem beni yorgun düşürmüştü, renk değişimlerini sezdiğim yerlerden birinde uyuyakalmışım. Sabahleyin don Juan beni uyandırarak çok başarılı bir deneyim geçirdiğimi söyledi. Ben sadece o tekin noktayı bulmakla kalmamışım, üs telik onun karşıtı olan düşman ya da olumsuz noktayı, üstelik bu her ikisiyle ilgili renkleri de bulabilmişim.

Cvp: 6 - Bir Avcı Olmak

Cumartesi, 24 Haziran 1961
Sabahleyin erkenden çöldeki çalılığa gittik. Yürürken, don Juan bana bir “kutlu” ya da “düşman” noktayı bulmanın, yeryüzünde dolaşan bir insan için önemli bir gereksinme olduğunu açıkladı. Ben sözü peyoteye getirmeye çalışıyordum, ama o bu konuya değinmek istemediğini kesin bir dille belirtti. Bu konuyu kendisi açmadıkça, peyote sözcüğünü ağzıma bile almamam uyarısını yaptı.
Bitkilerin sıklaştığı bir yerde yüksekçe çalıların gölgesinde dinlenmek için oturduk. Çevremizdeki çöl çalılıkları henüz kurulmamıştı; ılık bir gündü, sinekler beni tedirgin etmekteydi, ama don Juan hiç ses çıkarmadan duruyordu. Acaba sineklere aldırmıyor mu, diye baktığımda, onların don Juan’ın yüzüne hiç konmadıklarını gördüm.
Don Juan, “Bazen tez bi kutlu nokta bulunması gerekir,” diye sürdürdü. “Ya da şöyle diyim, insanın dinlenmek amacıyla oturacağı yerin kötü bi yer olup olmadığını tez kestirmesi gerekir. Bi kezinde, dinlenmek için bi tepede oturmuştuk da, keyfin kaçmış, çok öfkelenmiştin. Senin düşmanındı o yer. Küçük bi karga seni uyarmıştı, anımsarsın.”
Don Juan’ın önemle, artık o yöreye gitmemem gerektiğini söylediğini anımsadım. Gülmeme karşı çıktığı için ona kızdığımı da anımsamıştım.
“Senin üstünden geçen o karganın sırf benim anlayabileceğim bi yora olduğunu sanmıştın,” dedi don Juan. “Kargaların seninle de dost oldukları aklının ucundan bile geçmezdi.”
“Ne diyorsun sen, don Juan?”
“O karga bi yoraydı,” diye sürdürdü don Juan. “Kargaları tanısaydın, o yerden öyle bi kaçardın ki!.. Ama her zaman insanı uyaracak bi karga bulunmaz; o yüzden, kamp kuracağın, dinleneceğin doğru yerleri kendi kendine bulmayı öğrenmelisin.”
Uzun bir sessizlikten sonra don Juan birden bana dönerek, dinlenecek doğru bir yeri bulabilmem için yapmam gereken şeyin sadece gözlerimi şaşı etmek olduğunu söyledi. Pek bilmişçesine yüzüme bakıp, bir giz açarcasına, evinin önündeki sundurmada yuvarlanırken de zaten böyle yapmış, o iki noktayla renklerini de işte bu şekilde bulabilmiş olduğumu söyledi. Bu başarımın onu pek etkilemiş olduğunu da belirtti.
“Ne yaptığımı bilmiyordum ki ben,” dedim.
“Gözlerini şaşı ettin sen,” dedi don Juan bastıra bastını. “Yöntemi bu, bu işin; sen anımsamıyorsan da kuşkusuz öyle yapmışsındır.”
Don Juan sonra, mükemmelleştirilmesinin yıllar aldığını, gözlerin aynı imgeyi ayrı ayrı görecek şekilde azar azar zorlanmasından ibaret olduğunu söylediği bu yöntemi betimledi. İmgenin değiştirilmemesi, dünyanın çift olarak algılanmasına bağlıymış; bu çift algılayış da, don Juan’a göre insana, gözlerinin normal olarak sezgileyemeyeceği, çevresindeki değişiklikleri görebilme yetisini bahşedermiş.
Don Juan bunu uygulamam için tatlı tatlı dayattı. Görmemde bozukluğa filan neden olmayacağını anlattı. Gözlerimi, yanlarından kısa bakışlarla dikerek başlamamı söyledi. Genişçe bir çalılığı imleyerek, bana bunun nasıl yapılacağını gösterdi. Don Juan’ın gözlerini öyle inanılmaz bir ivmeyle çalılığa doğru dikip durmasını görerek yabansı bir duyguya kapılmıştım. Gözleri bana, dosdoğru bir noktaya bakamayan kimi hayvanların fıldır fıldır gözelerini anımsatıyordu.
Ben gözlerimi herhangi bir nesneye odaklamamaya çalışırken belki de bir saat kadar yürüdük. Sonra, don Juan bana her bir gözümle sezebildiğim imgeleri ayırmaya başlamamı söyledi. Bir saat daha geçmişti ki, dayanılmaz bir baş ağrısıyla durmak zorunda kaldım.
Don Juan, “Şimdi sen, kendi kendine, dinlenebileceğimiz uygun bi yeri bulabilecek misin, bakalım?” diye sordu.
“Uygun bir yer”i nasıl belirleyebileceğimi bilemiyordum. Don Juan, sabırlılıkla, bu kısa kısa bakışların, gözlerin olağan dışı manzaraları görebilmesine yol açtığını açıkladı.
“Ne gibi, örneğin?” diye sordum.
“Tam bi manzara da sayılmaz bunlar,” dedi don Juan. “Daha çok duyguya benzerler. Dinlenebileceğini duyumsadığın bi çalılığa, bi ağaca ya da bi kayaya baktığında, gözlerin sana o yerin en iyi dinlenme yeri olup olmadığını duyumsatır.”
Ben gene ona bu duyguları betimlemesini söylediğimde de, karşılık filan veremedi ya da vermek istemedi. Bir yer seçerek alıştırma yapmamı söyledi, gözlerimin çalışıp çalışmadığını o zaman söyleyebileceğini belirtti.
Bir an geldi, ışığı yansıtan bir çakıl olduğunu sandığım bir imge yakaladım. Gözlerimi üzerinde odaklaştırdığım zaman onu göremiyordum, ama bakışlarımı hızla o bölgede gezdirdiğimde belli belirsiz bir ışıldama sezebiliyordum. O yeri don Juan’a gösterdim. Çalıların seyreldiği gölgesiz bir açıklığın ortasında bir yerdi orası. Don Juan katılırcasına güldü, ardından bana o belli noktayı niçin seçtiğimi sordu. Ben de bir ışıltı gördüğümü söyledim.
“Gördüğün şey ırgalamıyor beni,” dedi don Juan. “İstersen bi fil görmüş ol. Önemli olan, nasıl duyumsadığındır.”
Hiçbir şey hissetmiyordum. Don Juan bana yabansı bir biçimde baktı, sonra beni ortaya oturtup birlikte dinlenebilmemizi istediğini, ancak ben kendi seçtiğim yeri sınarken kendisinin de başka bir yere oturacağını söyledi.
Ben orada otururken, o da on on beş metre kadar ötemde bana meraklı gözlerle bakmaktaydı. Birkaç dakika sonra don Juan yüksek sesle gülmeye başladı. Kahkahaları nedense beni sinirlendiriyordu. Asabım bozulmuştu. Benimle dalga geçtiğini düşünerek öfkelendim. Kendime, orada bulunuşumun nedenlerini sormaya başladım. Don Juan’la giriştiğim tüm bu çabalarımın gidişatında kesinlikle yanlış bir şeyler vardı. Kendimi onun ellerinde bir oyuncakmışım gibi duyumsamaktaydım.
Don Juan ansızın hızla bana doğru koşmaya başladı, beni kolumdan çekerek gövdemi üç dört metre kadar sürükledi. Bir yandan ayakta kalmama yardım ediyor, bir yandan da alnındaki terleri siliyordu. İşte o zaman, kendisini gücünün son sınırına dek zorlamış olduğunu görebildim. Don Juan sırtımı tıpışlayarak, yanlış bir yer seçmiş olduğumu, o yüzden olanca gücüyle beni ordan kurtarmaya çalıştığını, çünkü oturmakta olduğum o yerin tüm duygularımı yutmasına ramak kaldığını açıkladı. Güldüm. Don Juan’ın bana doğru öyle hızla koşması çok komikti. Gerçekten, bir delikanlı gibi koşmuştu bana doğru. Ayakları, kendisini can havliyle bana doğru fırlatabilmek amacıyla çölün o kızılımsı toprağını avuçlarcasına tepmişti sanki. Onu gülerken görmüştüm; sonra birkaç saniye içinde kolumu yakalayıp beni çekmeye başlamıştı.
Bir süre sonra don Juan, dinlenebileceğim uygun bir yeri aramayı sürdürmemi istedi. Epey yürüdükse de, hiçbir şey “duyumsadığım” filan olmadı. Şayet biraz daha gevşeyebilseydim bir şeyler sezebilir ya da duyumsayabilirdim. Ne var, artık ona kızgınlık duymuyordum. Sonunda, don Juan birtakım kayalar gösterdi ve orada durduk.
Don Juan, “Tasalanma,” dedi. “Gözlerin layıkıyla eğitilmesi epey zaman alır.”
Yanıt vermedim. Hiç anlamadığım bir şey yüzünden tasalandığım filan yoktu. Gene de, don Juan’ı ziyaret etmeye başladığımdan bu yana, onun kötü, dediği yerlerde oturmamdan ötürü üç kez çok öfkelenmiş, hatta bayılacak derecede bunalmış olduğumu itiraf etmeliyim.
“Bu işin püf yanı gözlerinle duyumsayabilmendir,” dedi don Juan. “Senin sorunun şu ki, sen ne duyumsayacağını bilmiyorsun. Ama zamanla, alıştırma yapa yapa öğreneceksin.”
“Don Juan, ne hissetmem gerektiğini sen bana anlatsana.” “Olanaksız bi şey bu.”
“Niçin?”
Ne duyumsayacağını hiçbi kimse anlatamaz ki sana. Isı değil ki. Işık değil ki, ya da gözümüzü kamaştıran bi şey, bi renk değil ki o. Bambaşka bi şey.”
“Biraz açıklayamaz mısın?”
“Hayır. Yalnızca yöntemini anlatabilirim sana. İki imgeyi birbirinden ayırıp da her bi şeyi iki gördüğün zaman, dikkatini o iki imgenin arasındaki alana odaklamalısın. Dikkate değer ne değişiklik varsa, işte o alanda yer alacaktır.”
“Ne tür değişiklikler, yani?”
“Yok bi önemi bunun. Önemli olan, duyumsadığın şeydir. Herkes başkadır bu işte. Sen bugün bi ışıltı görmüştün, ama bi anlamı yoktu onun, zira duygu eşliğinde olmadı bu. Nasıl bi duygu olduğunu sana ben anlatamam. Bunu kendin öğrenmek zorundasın sen.”
Bir süre sessiz oturduk. Don Juan şapkasıyla yüzünü örtüp uyuyormuşçasına hareketsiz oturuyordu. Ben tüm dikkatimi notlarıma vermiştim. Ama don Juan’ın ani bir hareketi beni yerimden zıplattı.
“Sen avcılıktan anlıyorsun,” dedi. “O halde onu öğren, yani avcılığı. Artık bitkilerden filan söz etmeyelim.”
Don Juan bir an çenesini ileriye doğru uzattı, itiraf edercesine, “Zaten öyle bi şey de yapmış değiliz ya, öyle dimi?” diyerek güldü.

Cvp: 6 - Bir Avcı Olmak

Sonra akşama dek her yöne doğru yürüdük. Bu sırada don Juan boyuna bana çıngıraklıyılanlara ilişkin şaşılası bilgiler veriyor, yuvalarını nasıl yaptıklarını, nasıl devindiklerini, mevsimsel alışkanlıklarını, tuhaf davranışlarını anlatıyordu. Sonra, don Juan bütün bu anlattıklarını özetledi, konuşmasını büyücek bir yılanı yakalayıp öldürerek noktaladı; yılanın kafasını kesip, iç organlarını çıkardı, derisini yüzerek, etini ateşte kızarttı. Hareketleri öyle güzel ve ustalıklıydı ki, onu izlemeye doyamıyordum. Büyülenmişçesine onu dinliyor ve izliyordum. Konsantrasyonum son kerte yoğun olmalıydı ki, çevremdeki başkaca her şey yok olup gitmişti sanki.
Yılanın yenilmesi ise, sıradan işler dünyasına zor bir dönüş olmuştu. Yılan etinden bir parça çiğnemeye başladığımda içim bulandı. Ama eti çok lezzetliydi—benimkisi de yersiz bir bulantıydı. Midem benden bağımsız bir birimdi sanki. Yılan etini bir türlü yutamıyordum. Don Juan katıla katıla öyle gülerken kalp krizine uğrayacağından korktum.
Daha sonra kimi kayaların gölgesinde tembel tembel oturduk. Bir ara notlarım üzerinde çalışmaya başladım; çıngıraklı yılanlara ilişkin tuttuğum sayfalar dolusu notların çokluğu beni şaşırttı.
Don Juan ansızın, ağırbaşlı bir biçimde, “Avcı tinin geri döndü, bakıyorum. Yakayı ele verdin artık.”
“Anlamadım. Ne diyorsun?”
Yakayı ele vermemle ilgili sözlerini açıklamasını istediysem de don Juan sadece gülerek aynı sözü yineledi.
“Nasıl ele vermişim yakayı,” diye üsteledim.
“Avcılar avlarlar hep,” dedi. “Ben de bi avcıyım da.” “Yani, geçimini avcılıkla mı kazanıyorsun?”
“Yaşamak için avlarım. Nerde olursam olayım, çıkarırım ekmeğimi kırdan, çölden.”
Don Juan eliyle tüm çevreyi gösterdi.
“Bi avcı olmak, insanın pek çok şeyi bilmesi anlamına gelir,” diye sürdürdü don Juan. “O insanın dünyayı farklı biçimlerde görebildiği anlamına gelir. Bi avcı olabilmesi için insanın her bi şeyle yetkin bi uyum içinde olması gerek, yoksa anlamsız bi külfet olurdu avcılık. Örnek mi istersin? Bugün bi yılancığı yakaladık. Onun yaşamına böyle kesin ve ansızın son vermiş olduğum için özür diledim ondan; bi gün benim yaşamıma da aynı biçimde kesin ve ansızın son verileceğini bildiğimden yaptım bu yaptığımı. Yani, neticede, bizim yılandan yok bi farkımız. Onlardan biri aşımız oldu bugün.”
“Ben ava çıktığım zamanlar hiç böyle bir dengeyi aklıma getirmiş değilim,” dedim.
“Öyle deme. Sen hayvanları öldürmekle kalmadın ki sırf. Sen de ailen de yediniz o avları.”
Bu söylediklerini, eskiden benim yaşadığım yerlerde bulunmuş birinin edasıyla söylemekteydi. Dedikleri, elbet, doğruydu. Avladığım şeyleri ailecek yediğimiz zamanlar olmuştu.
Bir anlık bir duraksamadan sonra, sordum, “Sen nasıl bildin ki bunu?”
“Kimi şeyleri bilirim işte ben böyle,” dedi. “Ama nasıl bildiğimi sana anlatamam.”
Ben de ona, teyzelerimin ve dayılarımın pek bilmişçesine avladığım tüm kuşlara “sülün” dediklerini anlattım.
Don Juan, onların bir serçeye de “küçük bi sülün” demiş olabileceklerini tahmin edebildiğini söyleyerek, o kuşları yerken nasıl çiğnemiş olabileceklerinin komik bir taklidini yaptı. Çenesinin abartmalı hareketleri bende, etiyle kemiğiyle tüm bir kuşu yiyormuş izlenimini yaratıyordu.
Don Juan yüzüme bakarak, “Sende avcılık yeteneği var bence,” dedi. “Biz yanlış kapı çalmaktayız belki de. Ola ki bi avcı olmak için yaşam biçimini değiştirmeyi göze alabilirsin sen.”
Don Juan, benim için bu dünyada iyi ve kötü noktaların var olduğunu, birazcık çaba göstermemle onları bulgulayabildiğimi anımsatarak, bu noktalara ilişkin belli renkleri de ayırt edebilecek duruma geldiğimi söyledi.
“Bunlar, sende avcılık yeteneğinin varlığını gösteriyor,” açıklamasını yaptı. “Her çaba gösteren kimse o noktalarda onların renklerini aynı anda bulamıyor.”
Bir avcı olmak düşüncesi güzeldi, romantikti, ama benim için bir saçmalıktan ibaretti, zira avcı olmak gelmiyordu ki içimden. Bu yakınmamı şöyle yanıtladı don Juan: “Avcı olman için yanıp tutuşman, acılığı sevmen gerekmez. Senin doğal bi yeteneğin var avcılığa. En iyi avcılar, sevmez zaten avcılığı; bu işi iyi yaparlar, hepsi o kadar.”
Don Juan’ın, tartışma konusu ne olursa olsun, zeytinyağı gibi üste çıkacağını kestiriyordum, ama o bu konuda konuşmak istemediğini belirtti.
“Sana avcılara değin anlattıklarım gibi,” dedi. “Konuşmayı pek sevmem ben. Ama yeteneğim var, bu işi iyi yapıyorum, hepsi o kadar.”
Onun bu zihinsel çevikliği gerçekten tuhaftı.
“Avcıların son kerte sıkı kişiler olmaları gerek,” diye sür dürdü Don Juan. “Pek azdır bi avcının şansa bıraktığı şeyler. Ta baştan beri farklı bi biçimde yaşamayı öğrenmen gerektiğini söyleyip duruyorum. Başaramadın henüz. Tutunabileceğin bi şey yoktu hiç. Ama şimdi durum farklı. O eski avcı tinini geri getirdim artık, onun sayesinde değişirsin belki de.”
Bir avcı olmak istemediğimi söyleyerek karşı çıktım. Ondan başlangıçta sadece tıbbi bitkileri anlatmasını istediğimi, ancak onun beni bu ilk amacımdan çok uzaklara saptırdığını, bu yüzden artık bitkilerle ilgili herhangi bir şey öğrenmeyi gerçekten isteyip istemediğimi bile bilemez bir hale geldiğimi ona söyledim.
“İyi,” dedi don Juan. “Çok iyi. Ne istediğine değin kesin bir fikrin yoksa, daha alçakgönüllü olabilirsin sen.”
“Şöyle yani. Senin amaçların açısından bitkileri öğrenmekle avcılığı öğrenmek arasında gerçekten bi fark yoktur. Sen kendin anlatmıştın bana. Herhangi bi kimsenin sana söyleyebileceği her şeyle ilgilenirmişsin hani. Öyle değil mi?”
Ben bunu ona insanbilimin amacını tanımlamaya çalışırken, ondan, bana bilgi sağlamasını isterken söylemiştim.
Don Juan, duruma hâkim olduğundan pek emin, kıkırdadı.
Düşüncelerimi okşuyormuşçasına, “Bi avcıyım ben,” dedi. “Pek azdır benim şansa bıraktığım şey. Belki de sana avcı olmayı öğrenişimi açıklamam gerek. Ben hep bu biçimde yaşıyor değildim. Yaşamımın bi noktasında değişmek zorunda kaldım. Şimdi de sana göstermek istiyorum. Sana kılavuzluk edeceğim. Ne dediğimi bilmekteyim ben; bütün bunları bana birisi öğretmişti. Onları kendi kendime bulmuş değilim.”
“Yani bir öğretmenin mi vardı, don Juan?”
Don Juan, “Diyelim ki, şimdi benim sana öğretmek istediğim gibi, birisi avcılığı bana öğretmişti,” diyerek hızla konuyu değiştirdi.
“Kanımca bi zamanlar avcılık bi insanın gerçekleştirebileceği en ulu eylemlerden biriydi,” dedi. “Avcıların hepsi de güçlü insanlardı. Zaten, o zamanlar yaşamın zorluklarına göğüs gerebilmesi için güçlü olması şarttı bi avcının.”
Birden meraklanmıştım. Acaba İspanyol İstilası’ndan önceki bir zamandan mı söz etmekteydi? Sordum.
“Hangi zamandan söz ediyorsun, don Juan?”
“Bi zamanlar.”
“Ne zaman yani? 'Bi zamanlar’ ne demek?”
“Yani, bi zamanlar, ya da belki de şimdi yani, bugün. Etmez ki bi fark. Bi zamanlar herkes bi avcının en iyi bi adam olduğunu bilirdi. Şimdi herkes bilmiyor bunu, ama bilen yeterince insan var. Ben biliyorum, bi gün sen de bileceksin. Ya! Anladın mı?”
“Yaqui Kızılderililerinin avcılara bakışları da öyle midir? Benim merak ettiğim şey, bu.”
“Bi kural değil bu.”
“Ya Pima Kızılderililerinin?”
“Hepsinin değil. Ama kimilerinin.”
Bunlara komşu birkaç Kızılderili boyunun adlarını saydım. Avcılığın belirli birtakım boylar arasındaki ortak bir inanç, bir uygulama olduğuna değin bir açıklama bekliyordum ondan. Ama dolaysız bir yanıt vermekten kaçındığı için konuyu değiştirdim.
“Bütün bunları benim için niye yapmaktasın, don Juan?” diye sordum.
Don Juan şapkasını çıkarıp, şaşkınlıkla şakaklarını kaşımaya başladı.
Yumuşak bir sesle, “Senin hatırın için,” dedi. Başkaları da benzer biçimde senin hatırın için bi şeyler yapmışlardır sana, bi gün sen kendin aynı biçimde bi başkasının gönlünü alırsın. Diyelim ki şimdi benim sıram. Bi gün, şayet saygın bi avcı olmak istiyorsam, yaşamımın biçimini değiştirmem gerektiğini kavradım. Sürekli sızlanan, yakınan bi insandım. Kendimi aldatılmış hissetmemin haklı nedenleri vardı. Ben bi Kızılderiliyim, Kızılderililer de köpek muamelesi görürler. Bunu değiştirmek için yapabileceğim bi şey yoktu, kederimle baş başa kalmaktan başka. Ama talihim varmış ki birisi çıkıp bana avcılığı öğretti. O zaman, yaşayış biçiminin yaşanmaya değmediğini kavradım... Ben de değiştirdim onu.”
“Ama ben kendi yaşamımdan memnunum, don Juan. Ne diye değiştireyim ki onu?”
Don Juan bir Meksika ezgisi söylemeye başladı, önce son kerte yumuşak bir sesle, sonra da mırıldanarak. Ezginin tartımına uyarak, başını bir aşağıya bir yukarıya doğru devindiriyordu.
Sesini tizleştirip, “Senle ben,” diye sordu don Juan, “birbirimizin eşiti miyiz dersin?”
Böyle bir soru beklemiyordum doğrusu. Sözcükleri gerçekten bağırarak söylemiş gibi kullaklarımda tuhaf bir uğultu hissettim—oysa bağırmamıştı, ama kulaklarımda yankılar bırakan metalik bir titrem vardı sesinde.
Sol elimin serçeparmağıyla sol kulağımın içini kaşıdım. Kulaklarım hep kaşındığından, sağ ya da sol elimin serçeparmağıyla içlerini tartımlı bir sinirlilikle ovmayı alışkanlık haline getirmiştim. Daha doğrusu, tüm kolumu sallayarak yaptığım bir hareketti bu.
Don Juan bu yaptığıma şaşırmışçasına bakmaktaydı.
“De bakalım... biz eşit miyiz sence?” diye sordu.
“Elbet eşitiz, don Juan, “ dedim.
Kuşkusuz, sözde alçakgönüllülük pozlarındaydım. Zaman
zaman ona karşı karmaşık duygular içinde kalmakta idiysem de, onu kendime çok yakın hissediyordum, ama ta içimde bir yerde, asla seslendirmeyecek olsam da, üniversiteli bir öğrenci olarak benim Batı uygarlığının kültürlü bir insanı olarak bir Kazılderiliden çok daha üstün olduğum inancı vardı.
“Yoo,” dedi don Juan dinginlikle, “eşit değiliz biz.”
“Haydi canım, elbet de eşitiz,” diye karşı çıktım.
Don Juan yumuşak bir sesle, “Yoo,” dedi. “Eşit filan değiliz. Ben bi avcı ve bi savaşçıyım, sense bir pezevenksin.”
Ağzım açık kalakaldım. Don Juan’ın bunu söylemiş olabileceğine inanamıyordum. Not defterimi bırakıp, donmuşçasına onun yüzüne baktım, üstelik çok öfkelenmiştim de.
Don Juan dingin, telaşsız gözlerle bana bakmaktaydı. Gözlerimi onun bakışlarından kaçırdım. Sonra o konuşmaya başladı. Sözcüklerini açık açık telaffuz ediyordu. Sözcükleri ağzından düzgün ve ölümcül bir akışla dökülüyordu. Bir başka kimseye pezevenklik ettiğimi söyledi. Benim savaşım kendi savaşım değil de bilmediğim birtakım insanların savaşıymış. Bitkileri ya da avcılığı ya da herhangi bir şeyi öğrenmeyi istediğim yokmuş. Oysa onun dakik eylemler ve duygular âlemi, benim, “yaşamım” adını verdiğim yanılgılarla dolu ahmaklıktan sonsuz kertede daha etkiliymiş.
Konuşmasını bitirdiğinde kaskatı kesilmiştim. Konuşmasında saldırganlık ya da kendini beğenmişlik yoktu, engin bir dinginlik ve güçlülük vardı. Artık ona karşı öfke bile duyamıyordum.
Sessiz oturuyordu. Çok sıkıldığımdan, aklıma söyleyebilecek bir söz gelmiyordu. Sessizliği o bozsun, diye bekledim. Saatler geçti. Don Juan giderek hareketsizleşti, ta ki bedeni yabansı, handıysa ürkütücü bir kımıldamazlığa ulaşana dek; zifiri karanlık basınca da kayaların siyahlığına karışmış gibiydi. Ondaki bu harketsizlik durumu öylesine tamdı ki, varoluşunu artık yitirdiğini düşünmeye başladım.
Sonunda onun orada, o Allahın dağında, o kayalıkların ortasında, hareket etmeksizin kalabildiğini ve gerektiğinde sonsuza dek kalabileceğini anladığım zaman vakit gece yarısını bulmuştu. Onun dakik eylemler, duygular ve kararlar âlemi gerçekten çok daha üstündü.
Don Juan'ın koluna hafifçe dokundum- gözlerimden yaşlar boşanıverdi.

Cvp: 6 - Bir Avcı Olmak

.