"Büyücüler," diye devam etti don Juan, "yaşamımızı özetlerken tüm süprüntülerin sana söylediğim gibi yüzeye çıktığına inanırlar. Tutarsızlıklarımızı, tekrarlarımızı görürüz böylece, ancak içimizde bi şey özetleme yapmamıza tüm gücüyle karşı koyar. Büyücülerin dediğine göre yolumuz, ancak muazzam bi kargaşa yaşadığımızda, bi olayın anısının ayrıntıları dehşet verici bi biçimde capcanlı olarak belleğimizin ekranında belirip bizi iliklerimize kadar titretince açılır. Onu yaşamış olduğumuz anın içine bizi sürükleyen, olayın kendisidir. Büyücüler bu olaya müjdeci derler, zira o andan sonra ele aldığımız her olayı sadece anımsamakla kalmaz, onu yeniden yaşarız.
"Yürümek, her zaman anıları güçlendiren bi şey olmuştur,” diye don Juan devam etti. "Eski çağ Meksika'sı şamanları, yaşadığımız her şeyi bi duyum olarak bacaklarımızın arkasında biriktirip sakladığımıza inanırlardı. Bacakların arka kısmının, insanın yaşam öyküsünün ambarı olduğunu düşünüyorlardı. O yüzden, hadi tepelere doğru bi yürüyüşe çıkalım şimdi.”
Nerdeyse karanlık olana dek yürüdük.
"Sanırım seni yeterince yürüttüm," dedi don Juan, evine döndüğümüzde, "bi müjdeci bulma konusundaki büyücü hamlesi için hazır sayılırsın; bu öyle berrak biçimde anımsayacağın bi olay olmalı ki, özetlemendeki başka her şeyi aynı ölçüde, ya da kıyaslanabilir berraklıkta aydınlatacak bi spot ışığı görevi yapmalı. Büyücülerin yapbozun parçalarını özetleme dedikleri şeyi yap. Müjdeci olacak olayı anımsaman için bi şey sana kılavuzluk edecek."
Son bir uyarının ardından beni yalnız bıraktı.
"Elinden gelenin en iyisini yap," dedi, "göreyim seni." Belki de çevremdeki sükûnetten ötürü, bir an son derece sessiz kaldım. Sonra göğsümün üzerinde bir titreşim, bir tür sarsıntı oldu. Zor nefes alıyordum, ama aniden sanki göğsümde bir şey açıldı ve derin bir nefes almama izin verdi, o anda çocukluğuma ait bir olayın tüm görüntüleri belleğimin içine doluştu; sanki tutsaklıktan kurtulup aniden özgürlüğe kavuşmuş gibiydiler.
Büyükbabamın çalışma odasında, bilardo masasının başındaydım ve onunla bilardo oynuyordum. Ancak dokuz yaşlarında kadardım. Büyükbabam oldukça iyi bir oyuncuydu, ve bana bildiği her oyunu bıkıp usanmadan öğretmiş, beni kendisiyle ciddi ciddi maç yapacak hale getirmişti. Birlikte saatlerce bilardo oynardık. O denli ustalaşmıştım ki günün birinde yendim onu. O günden sonra bir daha beni yenememişti. Çoğu zaman sevinsin diye oyunu bilerek kaybediyordum, ama anlıyor ve bana çok kızıyordu. Bir keresinde o kadar bozulmuştu ki ıstakayı kafama indirmişti.
Büyükbabama hem hüsranı hem de mutluluğu aynı anda yaşatarak dokuzuma girdiğimde oyunda arka arkaya bir sürü karambol yapacak duruma gelmiştim. Bir seferinde öyle çileden çıkmıştı ki ıstakayı yere fırlatıp kendi başıma oynamamı söylemişti bana. Saplantılı yapım kendimle rekabete girişip aynı oyunun üzerinde mükemmelleşene dek çalışmamı sağlıyordu.
Şehirde kumar oynatmasıyla tanınan ve bir bilardo salonu bulunan kötü şöhretli bir adam, günün birinde büyükbabamı ziyarete geldi. Odaya girdiğimde sohbet ederek bilardo oynamaktaydılar. Hemen çıkmaya yeltendim, ama büyükbabam koluma yapışıp beni içeri çekti.
"Bu benim torunum," dedi adama.
"Tanıştığımıza çok memnun oldum," dedi adam. Bana ters ters bakıp elini uzattı, eli normal bir insanın kafası büyüklüğündeydi.
Dehşete kapılmıştım. Korkunç bir kahkaha patlatınca neler hissettiğimin farkında olduğunu anladım. Bana adının Falelo Quiroga olduğunu söyledi, ben de kendi adımı mırıldandım.
Çok uzun boylu ve fazlasıyla iyi giyimliydi. Çok güzel bir dar pantolonla mavi çizgili kruvaze bir ceket giymişti. O zamanlar ellili yaşlarının başında olmalıydı, ama hafif göbeğini saymazsak zarif ve formda görünüyordu. Şişman değildi; iyi beslenmiş ve hiçbir ihtiyacı olmayan bir adam görüntüsündeydi. Benim doğduğum kentin sakinlerinin çoğu kavruk insanlardı. Geçimlerini sağlayabilmek için çok çalışan ve eğlenceye ayıracak zamanı olmayan kişilerdi. Falelo Quirego ise onların tam zıddı bir görünüme sahipti. Zamanını sadece zevk için harcayan bir adamın tavırları vardı onda.
Hoş biriydi. Özenle traş edilmiş yumuşak ifadeli bir yüzü ve nazik bakışlı mavi gözleri vardı. Bir doktorun havasını ve özgüvenini taşıyordu. Şehirdekiler insanları rahatlatma yeteneğinden ötürü onun bir kumarbaz değil, rahip, avukat, ya da doktor olması gerektiğini söylerlerdi. Aynı zamanda, onun kumardan elde ettiği paranın şehirdeki doktorlar ve avukatların hepsinin kazancının toplamından daha çok olduğu da söyleniyordu.
Siyah saçları dikkatle taranmıştı. İyice seyreldikleri belliydi. Saçlarını alnına doğru tarayarak önlerdeki açılmayı gizlemeye çalışıyordu. Köşeli bir çenesi ve son derece sevimli bir gülümsemesi vardı. Bakımlı, iri beyaz dişleri, çürüklerin son derece yaygın olduğu bu bölgede alışılmamış bir şeydi. Benim için Falelo Quiroga'nın iki kayda değer özelliği daha vardı; kocaman ayakları ve el yapımı siyah rugan ayakkabıları. Odada bir aşağı bir yukarı yürürken ayakkabılarının hiç gıcırdamayışına hayran olmuştum. Büyükbabamın yaklaştığını ayakkabı tabanlarının çıkarttığı gıcırtıdan anlamaya alışıktım.
"Torunum bilardoyu çok iyi oynar," dedi büyükbabam Falelo Quiroga'ya, kayıtsız bir tavırla. "Ben en iyisi ıstakamı ona vereyim, siz oynayın da ben seyredeyim."
"Bu çocuk bilardo mu oynuyor?" diye sordu iriyarı adam, gülerek.
"Ah, evet, oynar," dedi büyükbabam. "Tabii senin kadar oynayamaz, Falelo. Neden denemiyorsun onu? Ve senin için işi biraz daha ilginç yapalım diye, ve de torunuma büyüklük taslıyormuş gibi olmaman için, azıcık da bahse girelim. Bu kadara ne dersin?"
Masaya buruşuk kâğıt paralardan koca bir tomar bırakıp Falelo Quiroga'ya gülümsedi, koca adama meydan okur gibi başını iki yana sallıyordu.
"Vay be, bu kadar çok, ha?" dedi Falelo Quiroga, bana sorgulayan nazarlarla bakarak. Sonra cüzdanını açıp içinden düzgünce katlanmış birkaç kâğıt para çıkardı. Bu başka bir şaşırtıcı ayrıntıydı benim için. Büyükbabam parasını bütün ceplerinde, bumburuşuk bir şekilde taşımaya alışıktı. Bir ödeme yapacağı zaman paralarını sayabilmesi için önce onları düzeltmesi gerekirdi.
Falelo Quiroga bir şey dememişti ama kendisini eşkıya gibi hissettiğini biliyordum. Büyükbabama gülümsedi, ve besbelli sadece ona saygısı yüzünden, parasını masaya koydu. Büyükbabam söz sahibi olarak oyunu belirli bir sayıda karambole göre saptadı ve kimin başlayacağını tayin etmek için yazı tura attı. Falelo kazandı.
"Bütün gücünle oyuna asılsan iyi olur, kendini tutayım deme," diye Falelo’yu ısrarla uyardı büyükbabam. "Bu veledi haklayıp paramı almakta hiç tereddüt etmeyesin!"
Falelo Quiroga büyükbabamın öğüdünü tutarak gücünün yettiği kadar iyi oynadı, ama bir noktada karambolü kıl payı kaçırdı. Istakayı aldım. Bayılacak gibiydim, ama büyükbabamın neşesini görmek— zıplayıp duruyordu— beni sakinleştirmişti, üstelik ıstakayı tutuşumu gördüğünde Falelo Quiroga'nın gülmekten yerlere yatması fena halde canımı sıkmıştı. Oynarken normal biçimde masanın üzerine eğilmeye boyum yetmiyordu. Ama büyükbabam özenli bir sabır ve kararlılık göstererek farklı bir oynama şekli öğretmişti bana. Kolumu iyice arkaya uzatarak ıstakayı nerdeyse omuzlarımın üzerinde, yan tarafta tutuyordum.
"Masanın ortasına erişmek zorunda olduğu zamanlar ne yapıyor?" diye sordu Falelo Quiroga, gülerek.
"Masanın kenarına asılıyor," dedi büyükbabam sakin bir tavırla. "Buna izin var, biliyorsun."
Büyükbabam yanıma gelip dişlerinin arasından, eğer kibarlık edip yenilecek olursam bütün ıstakaları kafamda kıracağını fısıldadı. Ciddi olmadığını biliyordum; bu yalnızca bana olan güvenini ifade etme yoluydu.
Kolay kazandım. Büyükbabamın mutluluğu anlatılacak cinsten değildi, ama işin tuhafı, Falelo Quiroga'nınki de öyleydi. Kollarını iki yanına vurarak gülüyor, bilardo masasının etrafında dönüp duruyordu. Büyükbabam beni göklere çıkartmakla meşguldü. Quiroga'ya en iyi sayımı açıklıyor ve kendimi aştığımı, çünkü alıştırma yapmam için beni kandırmanın yolunu bulmuş olduğunu söyleyerek dalga geçiyordu; sözünü ettiği, kahve ve Danimarka turtalarıydı.
"Deme, deme!" deyip duruyordu Quiroga. Sonunda veda edip gitti, büyükbabam bahis paralarını topladı, ve olay unutuldu.
Büyükbabam beni bir lokantaya götürüp şehirdeki en iyi yemeği ısmarlamaya söz vermişti, ama bunu hiçbir zaman yapmadı. Çok cimri bir adamdı; yalnızca kadınlara bol para harcamasıyla tanınırdı.
İki gün sonra, Falelo Quiroga'nın iki dev gibi adamı okuldan çıkışımda beni görmeye geldiler.
"Falelo Quiroga seni görmek istiyor," dedi bir tanesi, gırtlaktan gelen bir sesle. "Evine gelmeni ve onunla birlikte kahve içip Danimarka turtaları yemeni istiyor."
Kahve ve Danimarka turtaları dememiş olsaydı, herhalde onlardan kaçardım. Büyükbabamın Falelo Quiroga'ya kahve ve Danimarka turtaları için ruhumu satacağımı söylediğini hatırladım. Memnuniyetle peşlerine takıldım. Ancak onlar kadar hızlı yürüyemiyordum, bu yüzden adamlardan biri, adı Guillermo Falcön olanı kocaman kollarıyla beni kaldırıp kucakladı. Çarpık dişlerinin arasından gülüyordu.
"Yolculuğun tadını çıkar, ufaklık," dedi. Nefesi bir felaketti. "Hiç kucakta taşınmış mıydın? Kıvranmana bakılırsa, asla!" Kaba kaba kıkırdıyordu.
Şükür, Falelo Quiroga'nın yeri okuldan fazla uzak değildi. Bay Falcön beni bürodaki koltuklardan birine yerleştirdi. Falelo Quiroga oradaydı, kocaman bir masanın arkasında oturuyordu. Ayağa kalkıp elimi sıktı. Hemen kahve ve lezzetli pastalar getirtti benim için, ve baş başa oturup büyükbabamın tavuk çiftliği hakkında dostça bir sohbete daldık. Daha fazla pasta isteyip istemediğimi sordu, alabileceğimi söyledi. Gülerek kalkıp elleriyle bana bitişik odadan inanılmaz lezzette pastalarla dolu bir tepsi getirdi.
Ben tam anlamıyla çatlayana kadar tıkındıktan sonra, nazik bir tavırla, gece yarısından sonraları kendisinin bilardo salonuna gelip onun seçtiği bazı kişilerle dostça birkaç oyun oynamaya ne diyeceğimi sordu. Kayıtsız bir edayla belirttiğine göre işin içinde önemli miktarda para da söz konusu olacaktı. Becerime duyduğu güveni açıkça ifade etti, ve kazanılan paradan bana zamanım ve emeğim karşılığında bir yüzde vereceğini de ekledi. Sonra ailemin bu konudaki tavrını bildiğini, ödemeyi hak etsem bile onun bana para vermesini uygunsuz bulacaklarını belirtti. Bu yüzden parayı bankada benim adıma özel bir hesaba yatıracağına söz veriyordu; hatta daha da iyisi, şehirdeki her mağazada yapacağım harcamaları, ya da her lokantada yiyeceğim yemeklerin ücretini karşılayacağını söylüyordu.
Söylediklerinin tek kelimesine bile inanmamıştım. Onun bir düzenbaz, bir haraççı olduğunu biliyordum. Bununla birlikte, tanımadığım kişilerle bilardo oynama fikri hoşuma gitmişti; onunla pazarlığa giriştim.
"Bana kahveyle bugünkü gibi pastalar da verecek misin?" diye sordum.
"Elbette, evlat," diye cevap verdi. "Gelip benim için oynarsan, sana pastane satın alırım! Pastacı pastalarını sırf senin için pişirir. Sözüme güven."
Tek güçlüğün evden çıkabilmem konusunda olacağını söyleyerek Falelo Quiroga'yı uyardım; beni atmacalar gibi gözleyen bir sürü teyzem vardı, üstelik odam da ikinci kattaydı.
"Bu sorun değil," diye güvence verdi Falelo Quiroga. "Oldukça ufak tefeksin. Pencereden Bay Falcön'un kollarına atlarsın, o seni tutar. O nerdeyse ev kadar kocaman! Bu gece erken yatmanı öneririm. Bay Falcön ıslık çalıp camına taş atarak seni uyandıracak. Yalnız tetikte ol. Sabırsız bir adamdır."
Aklımı başımdan alan bir heyecan içinde eve gittim. Bir türlü uyuyamadım. Bay Falcön'un ıslığını ve penceremin camlarına küçük çakıl taşları attığını duyduğumda cin gibi uyanıktım. Pencereyi açtım. Bay Falcön tam altımda, sokaktaydı.
"Atla kollarıma, ufaklık," dedi, yüksek bir fısıltı halinde çıkarmaya çalıştığı kısık sesiyle. "Kollarımı iyi nişanlamazsan seni düşürürüm ve ölürsün. Unutma bunu. Beni oyalama. Tam kollarımı hedef al. Atla hadi! Atla!"
Öyle yaptım ve beni pamuk çuvalı yakalar gibi kolayca tutuverdi. Yere bırakırken koşmamı söyledi. Dediğine göre derin uykudan uyanmış bir çocuk olarak bilardo salonuna kadar koşarsam oraya vardığımda tümüyle ayılmış olacaktım.