1

Konu: 12 - Bir Erk Savaşı

Perşembe, 28 Aralık 1961
Sabahleyin erkenden bir yolculuğa çıktık. Önce güneye, sonra da doğuya dağlara doğru araba sürdük. Don Juan yiyecek ve suyla doldurduğu sukabağından kaplarını yanımıza almıştı. Yürüyüşe çıkmadan önce arabamda bir şeyler yedik.
“Hep yakınımda ol,” dedi don Juan. “Burası sana yabancı bi yöre, kendini boş yere tehlikeye atmana gerek yok. Sen erk arayışındasın, yaptığın her şeyin bi önemi var. Özellikle gün batarken rüzgârı kolla. Yön değiştirdiği zaman incele onu, rüzgârdan korunmak için sürekli siper et beni.”
“Bu dağlarda ne yapacağız, don Juan?”
“Erk avlayacaksın.”
“Yani somut olarak ne yapacağız?”
“Erk avlarken plan filan yapılmaz. Bi avcı karşısına ne çıkarsa onu avlar. O yüzden her zaman tetikte bulunmalıdır. “Rüzgârı tanıyorsun, şimdi rüzgârdaki erki kendi başına avlayabilirsin. Ama bilmediğin başka şeyler de var ki onlar da, rüzgâr gibi, belli zaman ve belli yerlerde erk özeğidirler.
“Pek yabansı bi şeydir bu erk,” dedi sonra. “Onun tam olarak ne olduğunu belirleyebilmek olanaksızdır. Kimi şeylere ilişkin hissettiğimiz bi duygudur o. Erk kişisel bi şeydir. Sadece insanın kendisine aittir. Benim velinimetim, örneğin, sırf bakarak, gözleriyle bi insanı ölecek derecede hasta edebilirdi. Gözlerini üzerlerine çevirdiği kadınlar sararıp solardı. Ama, kişisel erki söz konusu olduğu zamanlar hariç hiçbi kimseyi hasta etmemiştir.”
“Hasta edeceği kimseleri nasıl seçerdi?”
“Bilmiyorum. Kendisi de bilmezdi bunu. Böyledir işte erk. Seni buyruğu altında tutar ama sana itaat da eder.
“Bi erk avcısı onu tuzağa düşürerek, onu, bulduğu öbür şeylerin arasında saklar. Böylece, kişisel erk büyür; kimi zaman bi savaşçının öyle çok erki birikir ki, bi bilgi adamı olup çıkar.”
“Erk nasıl biriktirilir, don Juan?”
“O da başka bi duygudur. Savaşçının ne tür bi kimse olduğuna bağlıdır. Benim velinimetim öfkeli bi adamdı. Erki bu duygu aracılığıyla biriktirdi. Ona ilişkin anılarım hep kırıp dökmeyle doludur. Onun başına gelenler de hep o türden şeylerdi.”
Bir duygu aracılığıyla erkin nasıl biriktirildiğini anlayamadığımı söyledim ona.
“Açıklaması yoktur ki bunun,” dedi uzun bir duraklamadan sonra. “Bunu kendin yapmak zorundasın.”
Don Juan yiyeceklerin bulunduğu sukabaklarını alarak arkasına astı. Üzerine sekiz parça kurutulmuş et dizili bir kınnabı bana uzatıp boynuma astırdı.
“Erk besinidir bu,” dedi.
“Onu erk besini kılan şey nedir, don Juan?”
“Erk sahibi olan bi hayvanın etidir bu. Bi geyik, benzersiz
bi geyik. Onu bana kişisel erkim getirdiydi. Bu et bizi haftalar, hatta gerekirse aylar boyunca besleyecek. Her kezinde küçücük bi parçasını çiğne, ama iyice çiğne. Erki bedenine ağır ağır işlesin.”
Yürümeye başladık. Saat öğleden evvel onbire gelmekteydi. Don Juan izleyeceğim yöntemi bir kez daha anımsattı.
“Rüzgârı kollayacaksın,” dedi. “Sakın çarpmasın seni. Yormasın da. Erk besinini çiğne—arkama saklanarak rüzgâr dan korun. Rüzgâr beni incitmez; birbirimizi iyi biliriz biz.”
Doğruca yüksek dağlara uzanan bi keçiyoluna soktu beni. Bulutlu bir gündü, yağmur yağmak üzereydi. Yamaçları bulunduğumuz yöreye inen dağların tepelerindeki alçak yağmur bulutlarıyla sisi görebiliyordum.
Öğleden sonra saat üçe kadar tam bir sessizlik içinde yürüdük. Kurutulmuş etin çiğnenmesi gerçekten insana zindelik veriyordu. Rüzgârın yönündeki ani değişikliklerin kollanması da giz yüklü bir iş haline gelmişti, öyle ki değişimleri daha meydana gelmeden önce bedenimin bütünüyle algılayabiliyor gibiydim. Rüzgâr dalgalarını akciğerlerimin üst bölümünde, bronşlarımda bir çeşit basınç imişçesine algılayabildiğim kanısındaydım. Rüzgâr ne zaman biraz hızlanıverecek olsa, göğsümde ve gırtlağımda bir kaşıntı peyda oluyordu.

Don Juan beni birkaç saniye durdurup çevremizi kolaçan etti. Kendini yönlendiriyor gibiydi, sonra sağına döndü, onun da kurutulmuş et çiğnediğini farkettim. Kendimi çok zinde hissediyordum, hiç yorulmamıştım. Rüzgârdaki değişimlerin bilincinde olma işine kendimi öyle kaptırmıştım ki zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamamıştım.
Derin bir koyağa indik, sonra yukarıya doğru tırmanıp muazzam bir dağın dimdik yamacındaki bir düzlüğe ulaştık. Epey yükselmiştik, nerdeyse dağın tepesine varmıştık.
Don Juan düzlüğün bir ucundaki devasa bir kayaya tırmandı, sonra bana yardım ederek beni de oraya çıkardı. Bu kaya sarp duvarların tepesine oturtulmuş bir kubbe izlenimi vermekteydi. Kayanın çevresinde yavaşça yürüdük. Daha sonra kayanın çevresini dönmek için kıçımı kayaya dayayıp, yüzeyini topuklarım ve ellerimle tuta tuta ilerlemem gerekmişti. Terden sırılsıklam olmuştum, ellerimi sık sık kurulamak zorunda kalıyordum.
Öbür yandan, dağın tepesine yakın alçak ama çok geniş bir mağara görünüyordu. Kayanın içine oyulmuş bir dehliz gibiydi. Aşına aşına iki sütunlu bir balkon görünümünü almış bir kumtaşı oluşuğuydu bu.
Don Juan orada kamp kuracağımızı, dağaslanlarının ya da başka yırtıcı hayvanların barınamayacağı denli basık, sıçanların yuva kuramayacağı denli açık, böcekler için de fazlaca rüzgâr tuttuğundan ötürü bizim için güvenli bir yer olduğunu söyledi. Gülerek, başkaca “mahlukatın” burunlamasından dolayı, oranın insanlar için ideal bir yer olduğunu belirtti.
Sonra bir dağkeçisi gibi oraya tırmandı. Bu harikulade çevikliği beni afallatmıştı.
Kıçımı kayaya yapıştırıp kendimi yavaş yavaş kayadan aşağıya çektim, sonra o çıkıntılı yere ulaşmak amacıyla dağın yamacında koşmayı denedim. Son birkaç metre, tüm gücümü tüketmiştim. Don Juan’a şaka yollu, gerçek yaşının kaç olduğunu sordum. Kanımca, o çıkıntılı yere onun yaptığı gibi ulaşabilmesi için insanın son kerte formunda ve genç olması gerekirdi.
“Ben istediğim kadar gencim,” dedi don Juan. “Bu de gene bi kişisel erk meselesi. Erk biriktirdiğin taktirde bedenin inanılmaz şeyler yapabilir. Öte yandan, erkini heba edersen, çok geçmeden lapacı bi adam olup çıkarsın.”
Çıkıntılı yerin konumu, uzunlamasına doğu-batı doğrultusundaydı. Balkona benzeyen oluşuğun açık tarafı güneye bakıyordu. Ben batı ucuna doğru ilerledim. Manzara şahaneydi. Ta aşağılarda yağmur yağmaktaydı. Saydam bir maddeden yapılmış bir çarşaf gibi ovaların üzerinde asılı durmaktaydı.
Don Juan bir barınak kurmak için yeterli zamanımızın olduğunu söyledi. Taşıyabildiğim kadar çok kayayı getirip çıkıntılı yere yığmamı istedi, kendisi de çatı kurmak için dal toplamaya başladı.
Bir saat geçmeden çıkıntılı yerin doğu ucunda otuz santimetre kalınlığında bir duvar örmüştü. Uzunluğu altmış santim, yüksekliğiyse doksan santim kadardı. Sonra, toplamış olduğu dalları birbirine bağlayarak ve örerek bir çatı yaptı; uçları çatal şeklinde iki direğe tutturdu. Aynı uzunluktaki bir başka direk de çatının kendisine bağlanmıştı—bu direk duvarın karşı tarafında çatıyı desteklemeye yarıyordu. Kurduğu yuva üç ayaklı yüksekçe bir masaya benziyordu.
Don Juan çatının altında, çıkıntılı yerin hemen kıyısında bağdaş kurarak oturdu. Benim de, yanına, onun sağma oturmamı söyledi. Bir süre sessiz kaldık.
Don Juan sessizliği bozdu. Fısıldayarak, olağanüstü hiçbir şey yokmuşçasına davranmamızı söyledi. Özellikle yapmam gereken bir şey olup olmadığını sordum. O da, yazı yazarak kendimi meşgul etmemi, sanki yazı masama oturmuş da yazmaktan başka hiçbir şey düşünmüyormuşum gibi hareket etmemi söyledi. Bir süre sonra beni dürteceğini, o zaman gözleriyle imleyeceğim yere bakmam gerektiğini anlattı. Beni uyararak, ne görürsem göreyim, ağzımdan bir kelime dahi çıkarmamamı buyurdu. Yalnızca kendisi çarpılmaksızın konuşabilirmiş, zira o dağlardaki tüm erkler onu iyi tanırlarmış.
Yönergelerini yerine getirerek bir saatten fazla yazdım durdum. Kendimi yaptığım işe iyice kaptırmıştım. Birden koluma bir fiske vuruluduğunu hissettim; don Juan’ın gözleriyle başının iki yüz metre kadar ötemizde dağın tepesinden inen bir sis tabakasını imler şekilde devindiğini gördüm. Don Juan kulağıma o kadar yakından dahi zorla işitebileceğim bir şekilde fısıldadı.

“Gözlerini sis kümesinin üzerinde ileri geri devindir,” dedi. “ Ama ona doğrudan doğruya bakma. Gözlerini kırpıştır, ama onları sisin üzerine odaklama. Sis kümesinin üzerinde yeşil bir leke gördüğünde, onu gözlerinle bana imle.”
inerek bize doğru yavaşça yaklaşmakta olan sis kümesinin üzerinde gözlerimi ileri geri devindirdim. Bu şekilde yarım saat geçmiş olacaktı. Hava kararmaktaydı. Sisin hareketi son kerte yavaştı. Bir ara birden sağ tarafımda hafif bir ışıltı görmüş gibi oldum. Önce, sisin arasından bir küme yeşil fundalık gördüğümü sandım. Ama dosdoğru ona baktığımda hiçbir şey göremez oldum, oysa gözlerimi oraya odaklamadan baktığımda, belirsiz yeşilimsi bir alan görebilmekteydim.
Orasını don Juan’a imledim. Don Juan gözlerini kısarak oraya baktı.
“Gözlerini o beneğin üzerine odakla,” diye kulağıma fısıldadı. “Görene dek gözlerini kırpma.”
Ne görmem gerektiğini sormak istediydim ki, o, konuşmamam gerektiğini bana anımsatırcasına dik dik yüzüme baktı.
Oraya baktım gene. Yukarılardan inmekte olan sis sanki katı bir maddeymişçesine asılı durmaktaydı. Tam, yeşilimsi rengi gördüğüm noktanın hizasına gelmişti. Gözlerim gene yorulup da onları kıstığım zaman, önce sis kümesinin üzerine eklenmiş gibi görünen küçük bir sis yığını, onun ardından da ara larında ince desteksiz bir yapıya benzeyen bir sis şeridi gör düm; sanki tepemizdeki dağ ile sis kümesi önümde bir köprüyle birleşmiş gibi durmaktaydı. Bir ara, dağın tepesinden aşağıya, köprüyü bozmaksızın sürüklenerek inen saydam sisi göre bildiğimi sandım. Sanki üç boyutlu, som bir köprü vardı gerçekten. Bir an geldi, o serap öyle mükemmelleşti ki, köprünün alt tarafının, üst tarafına oranla daha koyu renkte olduğunu, yanlarının kumtaşı rengiyle tezat teşkil ettiğini bile ayırt edebiliyordum.
Dilim tutulmuş, köprüye bakıyordum. Sonra ya ben kendimi onun seviyesine çıkarmıştım ya da köprü benim seviyeme inmişti. Birden tam önümdeki dümdüz bir kirişe bakmaktaydım. Çok ama çok uzun, somut bir kirişti, dardı, korkulukları yoktu, ama üzerinde rahatça yürünebilecek kadar genişti.
Don Juan kolumu kavrayarak beni hızla silkeledi. Başımın bir aşağıya bir yukarıya sallandığını hissettim, gözlerim de dehşetli kaşınmaktaydı. Farkında olmadan onları ovuşturdum. Don Juan, ben gözlerimi tekrar açana dek beni sarsmayı sürdürdü. Sukabağından, elinin çukuruna biraz su dökerek, suyu yüzüme serpti. Bunun etkisi çok nahoş olmuştu. Su öyle soğuktu ki, her bir damlası tenimde birer yaraymış gibi acı vermişti. Bedenimin ısısı çokça yükselmişti. Ateş basmıştı sanki.
Don Juan içmem için derhal bana su verdi—kulaklarımla boynuma bolca su serpti.
Bir kuşun yüksek sesle meşum, uzunca bir çığlık attığını işittim. Don Juan bir an dikkatle dinledi; ördüğü duvarın taşlarını ayağıyla iterek çatısıyla birlikte devirdi. Çatıyı çalıların içine doğru atarak bütün taşları birer birer yan tarafa fırlattı.
Sonra kulağıma fısıldadı, “Biraz su iç, sonra kurutulmuş etini çiğne. Burada kalamayız. O çığlık bi kuş sesi değildi.”
Çıkıntılı yerden doğu istikametine doğru inişe geçtik. Bir süre sonra öyle bir karanlık basmıştı ki, gözlerimin önünde siyah bir perde vardı sanki. Sis, içinden geçilmesi olanaksız bir engel gibiydi. Geceleyin sisin ne denli bir felaket olduğunu daha önceleri hiç bilmezdim. Don Juan’ın nasıl yürüyebildiğini bir türlü anlayamıyordum. Ben bir kör gibi onun kollarına tutunarak yürüyebiliyordum.
Her nedense, bir uçurumun kıyısından yürüyormuşuz duygusuna kapılmıştım. Bacaklarım hareket etmek istemiyordu. Aklım don Juan’a güveniyor, mantıksal olarak yürümeyi istiyordum, ama bedenim istemiyordu. Don Juan zifiri karanlıkta beni sürüklemek zorunda kalıyordu.
O araziyi avucunun içi gibi biliyor olmalıydı. Bir yerde durarak beni yere oturttu. Kolunu bırakmaya cesaret edemiyordum. Bedenim, su götürmez bir şekilde, kubbeye benzeyen kıraç bir dağın üzerinde oturduğumu bilmekteydi, ve iki santim sağıma dönmüş olsam sanki korkunç bir uçuruma yuvarlanacakmışım gibi hissediyordum. Oturduğum yer muhakkak kavisli bir dağ yamacı olmalıydı, zira bedenim gayri ihtiyari sağa doğru meylediyordu. Dik konumda kalabilmesi için bedenimin böyle davrandığını düşünerek, elimden geldiğince solumda duran don Juan’a yaslanarak terazilenmeye gayret ettim.

Cvp: 12 - Bir Erk Savaşı

Don Juan ansızın yanımdan uzaklaştı; onun bedeninin desteği olmayınca yere yıkılıverdim. Yere değince, denge duyumu yeniden kazanmıştım. Yattığım yer oldukça düzdü. Dokuna dokuna yakın çevremi keşfe koyuldum. Kuru yapraklarla dal parçaları vardı.
Birden her yanı aydınlatan bir şimşek çaktı—korkunç bir gök gürültüsü işitildi. Don Juan’ın solumda durmakta olduğunu gördüm. Onun birkaç adım ötesinde dev ağaçlarla bir mağarayı da görebilmiştim.
Don Juan o deliğe girmemi söyledi. Sürünerek içeriye girdim, sırtımı kayalığa dayayıp oturdum.
Don Juan’ın bana doğru eğilerek fısıltıyla hiç kımıldamamamı söylediğini hissettim.
Birbiri ardına üç şimşek çaktı. Bir bakışta don Juan’ın solumda bağdaş kurarak oturduğunu gördüm. Mağara, iki ya da üç kişinin sığınabileceği büyüklükte obruk bir oluşuktu. Aslında iri bir kayanın alt tarafındaki bir girintiydi bu. İyi ki oraya sürünerek girmiştim, diye geçirdim, zira yürümüş olsaydım başımı kayaya çarpacaktım.
Şimşeğin parlaklığı sis kümesinin ne kadar kalın olduğuna ilişkin bir fikir vermişti. Dev ağaçların gövdeleri sisin donuk açık gri kütlesinin içinde koyu renkli hayaletlere benziyordu.
Don Juan fısıldayarak, sis ile şimşeğin birlikte bir harekât sergilediklerini, canımı dişime takarak tetikte bulunmamı, zira erk savaşının içinde yer aldığımı söyledi. Tam o anda muhteşem bir şimşek çakarak manzarayı renkli bir düşe çevirmişti. Sis, elektriksel şarjları kırağılaştırarak onları tekdüze dağıtan beyaz bir filtre işlevini görmekteydi; sis yüksek ağaçların arasında asılı duran yoğun, beyazımtırak bir madde gibiydi, ama tam önümde yer seviyesinde sis incelmeye başlamıştı. Yerdeki bitkileri ayırt edebiliyordum. Bir çam ormanındaydık. Çevremizde çok yüksek ağaçlar vardı. Öyle aşırı yükseklikteydiler ki, bulunduğum yerin neresi olduğunu bilmesem Kaliforniya’daki servilerin arasında olduğuma yemin edebilirdim.
Birkaç dakika süren bir şimşek bombardımanına tutulmuştuk. Her şimşek çakışında, görebildiğim şeyler giderek netleşiyordu. Tam önümde bir keçiyolu uzanıyordu, üzerinde herhangi bir bitki yoktu. Ağaçsız bir alanda son bulmaktaydı.
Şimşek çakışlarının sayısı öyle çoktu ki, ne yönden geldiklerini tayin edemez oldum. Ama manzara epey aydınlamış, içim ferahlamıştı. Karanlığın kesif perdesi bol ışıkla ortadan kalkar kalkmaz korkularım da endişelerim de yok olmuştu. O nedenle şimşek çakışları arasında uzunca bir ara olduğu zaman artık çevremdeki karanlık yüzünden yolumu şaşırmıyordum.
Don Juan fısıldayarak, artık yeterince baktığımı, şimdi de dikkatle gök gürültüsünün sesi üzerinde odaklanmam gerektiğini söyledi. Gök gürlemesi hep sağ tarafımdan geliyor gibiydi. Sis kalkmaktaydı, zifiri karanlığa alışmış bulunduğumdan, etrafımdaki bitkileri ayırt edebiliyordum. Şimşek de gök gürültüsü de devam etti, sonra birden sağ tarafım açılıverdi, artık gökyüzünü görebiliyordum.
Elektriksel fırtına sağıma doğru ilerliyora benziyordu. Bir şimşek daha çaktı; ta sağımda, uzaklardaki bir dağı gördüm. Işık arka planı aydınlatmış, dağın devasa kütlesi meydana çıkıvermişti. Tepesinde ağaçlar görmüştüm; pırıl pırıl bir gökyüzüne kesilerek yapıştırılmış düzgün, siyah resimleri andırıyorlardı. Dağın üzerinde bulut yığınları da vardı.

Cvp: 12 - Bir Erk Savaşı

Çevremizdeki sis tamamıyla dağılmıştı. Sürekli esen bir rüzgâr sol tarafımdaki koskoca ağaçların yapraklarını hışırdatıyordu. Elektrik yüklü fırtına ağaçları aydınlatamayacak denli uzaktaydı, ama koyu kütleleri hâlâ ayırt edilebiliyordu. Fırtınanın yaydığı ışıktan anladığıma göre sağ tarafımda uzak dağ silsileleri vardı—orman da ancak sol tarafımda kalıyordu. Sanki hiç görmediğim karanlık bir vadiye tepeden bakıyor gibiydim. Elektrik yüklü fırtınanın cereyan ettiği alan ise vadinin karşı yanındaydı.
Sonra yağmur yağmaya başladı. Elimden geldiğince kayanın dibine yapışmaya çalıştım. Şapkam başımın ıslanmasına mani oluyordu. Dizlerimi göğsüme bastırarak oturuyordum, sadece baldırlarımla ayakkabılarım ıslanıyordu.
Uzun süre yağdı. Ilık bir yağmurdu. Bunu ayaklarımla hissettim. Sonra uyumuşum.
Kuş sesleriyle uyandım. Etrafıma bakınıp don Juan’ı aradım. Orada yoktu; normal olarak acaba beni orada yalnız mı bıraktı, diye düşünürdüm, ama çevremdekileri görmenin şoku beni handıysa felce uğratmıştı.
Ayağa kalktım. Ayaklarım sırılsıklamdı, şapkamın kenarı da sırsıklamdı. İçindeki sular üzerime dökülmüştü. Bulunduğum yer bir mağara değildi; kesif bir çalılığın altındaydım. Bir an emsalsiz bir şaşkınlık geçirdim. Çalılarla kaplı iki küçük toprak tepenin arasındaki düz bir yerde durmaktaydım. Solum da ağaç filan olmadığı gibi sağımda da vadi yoktu. Tam önümde de, ormandaki keçiyolunu gördüğümü sandığım yerde koskoca bir çalı vardı.
Tanık olduğum şeye inanmayı reddettim. Gerçekliğe ilişkin bu iki versiyonum arasındaki uyuşmazlık beni bir izah yolu aramaya sevketti. Ben mışıl mışıl uyurken don Juan’ın beni sırtında taşıyarak, uyandırmadan, bambaşka bir yere getirmiş olması pekâlâ mümkündü.

Uyumuş olduğum yeri inceledim. Orada yer kupkuruydu, onun yanındaki, don Juan’ın bulunduğu yer de kuruydu.
Bir iki kez onu çağırdım, sonra yoğun bir kaygıya kapılarak avazım çıktığınca ona seslendim. İlerdeki bir çalılığın ardından çıkageldi. Birden onun herşeyi bildiğini fark ettim. Öyle muzip bir gülümsemesi vardı ki, ben bile gülmeye başladım.
Zamanımı onunla oyun oynayarak harcamak istemiyordum. Derhal, niçin böyle hissettiğimi sordum. Elimden geldiğince ona bütün gece süren sanrılarıma ilişkin bütün ayrıntıları anlattım. Lafımı kesmeden dinledi beni. Ancak yüzünü bir türlü ciddileştiremiyordu; nitekim bir iki kez gülmeye başlamış ama derhal buna son vermişti.
Üç dört defa bu konuya ilişkin düşündüklerini sordum; ama o bütün bunlardan bir şey anlamıyormuş gibi başını sallıyordu.
Ona anlattıklarım son bulunca yüzüme baktı, ve dedi ki: “Çok kötü görünüyorsun. Çalılığa bi uğraman gerek galiba.”
Bir an kıkır kıkır güldü, giysilerimi çıkararak burup sıkmamı, onları kurutmamı söyledi.
Güneşli, pırıl pırıl bir gündü. Çok az bulut vardı. Rüzgârlı, insanı canlı tutan bir havaydı.
Don Juan, kimi bitkileri arayacağını, benim de kendime gelip sakinleşmemi, bir şeyler atıştırıp güç kazanana dek onu çağırmamamı söyleyerek oradan uzaklaştı.
Giysilerim gerçekten sırılsıklamdı. Kurunmak için güneşte oturdum. Gevşeyebilmek için tek yolun not defterimi çıkarıp bir şeyler yazmak olduğunu düşündüm. Notlarım üzerimde çalışırken biraz yemek yedim.
Bir iki saat sonra nispeten rahatlayınca, don Juan’ı çağırdım. Dağın tepesine yakın bir yerden seslenerek karşılık verdi. Su kabaklarını toplayarak onun bulunduğu yere tırmanmamı söyledi. Oraya vardığım zaman, onu düz bir kayanın üzerinde oturur buldum. Sukabaklarını açarak bir şeyler yemeye başladı. Bana da iki koskoca et parçası uzattı.
Nereden başlayacağımı bilemiyordum. Soracak öyle çok şey vardı ki. Duygularımı anlamış olacak ki neşeli bir kahkaha atarak dalga geçercesine sordu:
“Nasılsın bakalım?”
İçimden bir şey söylemek gelmiyordu. Hâlâ sinirliydim. Don Juan yassı kaya parçasının üzerine oturmamı buyurdu. Kayanın bir erk nesnesi olduğunu, orada bir süre oturduktan sonra tazelenmiş olacağımı söyledi.
“Otur, otur,” diye sertçe üsteledi.
Gülümsemiyordu. Bakışları deliciydi. İster istemez oturuverdim.
Marazi davranışlarımla erke karşı ihmalkâr davrandığımı, bu halime son vermem gerektiğini, aksi takdirde erkin her ikimize düşman kesileceğini, o durumda da bu ıssız dağlardan asla sağ salim ayrılamayacağımızı söyledi.
Kısa bir duraklamadan sonra öylesine soruverdi: “Rüya görme işin nasıl gidiyor?”
Kendime, ellerime bakma komutunu vermenin benim için ne denli güç olduğunu ona anlattım. Önceleri, belki de bu kavramın yeniliğinden ötürü, nispeten kolay oluyordu. Kendime ellerime bakmayı hatırlatmakta hiç zorluk çekmiyordum. Ama o ilk heyecanı yitirmiştim—bunu hiç yapmadığım geceler bile oluyordu.
“Uyurken başına bir saçbandı taksana,” dedi don Juan. “Saçbandı takmak iyi bi taktiktir, ama ben veremem sana, zira sen kendi bandını silbaştan kendin yapmalısın. Ama rüya görmede onun bi suretini göresiye kadar saçbandını yapamazsın. Anladın mı? Saçbandının belli bi surete göre yapılması gerekir. Başın üst bölümünü sıkıca kavrayacak şekilde bi sırımı da olmalıdır. Başı sıkıca tutan bi kep şeklinde de olabilir. İnsan başına bi erk nesnesi geçirince rüya görme daha kolaylaşır. Uyurken başına bi şapka giyebilir ya da bi rahip gibi bi kukuleta da geçirebilirsin, ama bu şeyler yoğun rüyalara neden olurlar, rüya görmeye değil.”
Bir süre sustu, sonra bana, arada soluk almaksızın hızla, saçbandına ilişkin sureti yalnızca “rüya görme” sırasında değil, uyanıklık durumlarında kuşların uçuşunu, suyun devinimlerini, bulutları, vesaireyi seyretmek gibi alakası olmayan bir olayın sonucu olarak da görebileceğimi anlatmaya koyuldu.
“Bi erk avcısı her şeyi izler,” diye sürdürdü. “Ve her şey de ona bi giz açıklar.”
“Ama her şeyin giz anlattığına nasıl emin olabilir ki insan?” diye sordum.
“Doğru” yorumlamalar yapabileceği özel bir formülünün olabileceğini düşünmekteydim.
“Emin olmanın tek yolu, daha beni görmeye geldiğin ilk günden bu yana sana vermiş olduğum yönergeleri yerine getirmektir,” dedi. “Erk sahibi olabilmesi için insanın erk ile yaşaması gerekir.”
Alicenap bir şekilde gülümsemekteydi. Az önceki sertliğini yitirmişe benziyordu; hatta dirseğiyle hafifçe kolumu dürtmüştü.
“Erk besini yesene,” diye yineledi.
Vermiş olduğu kurutulmuş eti çiğnemeye başladım, o anda birden aklıma o kurutulmuş etin içinde psikotropik bir madde bulunmuş olabileceği, sanrıların da o yüzden ortaya çıktığı ihtimali geliverdi. Bir an sanki rahatlamıştım. Şayet etin içine bir şey koymuş ise, sanrılarım son derece normal sayılırdı.
“Erk besini”nin içinde herhangi bir şey bulunup bulunmadığını sordum ona.
Don Juan güldü ama beni dolaysızcasına yanıtlamadı. Ben dayatarak, kızgın ya da tedirgin bile olmadığım hususunda onu temin ettim, ama evvelsi geceki olayları açıklayabilmem açısından bilmem gerektiğini söyledim. Hakikati anlatması için üsteledim, dil döktüm, en sonunda ona yalvardım.
“Sen gerçekten çatlaksın,” dedi don Juan inanamıyormuş gibi başını sallayarak, “Sinsi bi yanın var senin. Her bi şeyin seni rahatlatacak biçimde açıklanmasında ısrar ediyorsun. Ette erkten başka bi şey yok. O erk oraya benim ya da başka birisi tarafından değil, erkin ta kendisince koyulmuştur. Bi geyiğin kurutulmuş etidir o; bana sunulan bi armağandı o geyik, tıpkı bi süre önce bi tavşanın sana sunulmuş olduğu gibi. Ne sen ne de ben, tavşana bi şey koymuş değiliz. Ben sana tavşanın etini kurutmanı söylemedim, zira o eylem için sende bulunandan daha çok erke ihtiyaç vardır. Gene de, onun etini yemeni istemiştim. Pek fazla yememiştin, ama o senin kendi salaklığındı.
“Dün gece senin başına gelenler ne şakaydı ne de bi şeytanlık. Erkle karşılaşmıştın sen. O sis, o karanlık, o şimşekler, o gök gürültüleri, o yağmur, onların hepsi de büyük bi erk savaşının parçalarıydı. Acemi şansı var sende. Bi savaşçı öyle bi savaşı görmek için neler vermezdi.”
Benim meramım, gerçek olmaması nedeniyle cereyan eden bütün o olayların bir erk savaşı olamayacağını anlatmaktı.
“Gerçek olan nedir ki?” diye sordu don Juan son kerte dingin.
“Bu, bakmakta olduğumuz her şey gerçektir,” dedim, çevremi göstererek.
“Ama dün gece gördüğün köprü de gerçekti, orman da, başka her bi şey de.”
“Ama gerçek idiyseler, nerede onlar şimdi?”
“Buradalar. Yeterince erkin olsaydı, onları geriye getirebilirdin. Şu anda bunu yapamazsın, zira kuşku içinde kalıp dırdır etmenin daha yararlı olacağını sanıyorsun sen. Yanılıyorsun, dostum. Alemler üstünde âlemler var, tam burada, önümüzde. Gülünecek şeyler değildir onlar. Dün gece senin kolunu kavramasaydım, istesen de istemesen de o köprünün üzerinde yürüyecektin. Daha önce de seni arayan o rüzgârdan korumak zorunda kalmıştım seni.”
“Beni korumamış olsaydın ne olurdu?”
“Yeterince erkin bulunmadığı için, rüzgâr sana yolunu kaybettirecek ya da hatta seni bi koyağa iterek öldürecekti. Ama dün gece en önemlisi o sisti. O köprüden geçip öbür yana geçebilir ya da düşüp ölümünü bulabilirdin. Ama kesin olan bi şey var. Ben seni korumamış olsaydım, her şeye karşın sen o köprüye girer, üzerinde yürürdün. Erkin doğası böyledir. Daha önce anlatmıştım sana, o sana egemendir, ama senin buyruğundadır da. Dün gece, örneğin, erk seni köprüye girmeye zorlayacaktı—köprünün üzerinde yürürken o sahneyi sürdürmek de senin elinde olacaktı. Ben seni durdurdum, zira senin erki kullanma yetinin olmadığını biliyordum, erk olmayınca da köprü göçüp gidecekti.”
“Sen de gördün müydü köprüyü, don Juan?”

“Yo. Sadece erki gördüm ben. Herhangi bi şey olabilirdi. Bu sefer erk, senin için, bi köprüydü. Ne diye bi köprüydü? Bilmiyorum. Biz insanlar pek anlaşılmaz mahlûklarız.”
“Siste hiç köprü gördün mü sen, don Juan?”
“Görmedim. Ama senin gibi olmadığımdan dolayı. Başka şeyler gördüm ben. Benim erk savaşlarım seninkilerden çok farklı.”
“Neler görmüştün, don Juan? Lütfen anlatır mısın?”
“Sisin içinde ilk erk savaşım sırasında düşmanlarımı görmüştüm. Senin düşmanların yok. Sen insanlardan nefret etmiyorsun. Ben o zamanlar insanlardan nefret etmeye müptelaydım. Artık öyle değilim. Nefretimi yendim, ama o zamanlar nefretim beni neredeyse öldürecekti.
“Oysa senin erk savaşın harikaydı. Seni helak etmiyordu. Asıl sen kendini tüm o uyuz düşüncelerinle, kuşkularınla şimdi helak etmektesin. Senin iptilan da bu işte.
“Sis sana kusursuz bi şekilde davrandı. Sende onu çeken bi şey var. Sana görkemli bi köprü sundu, o köprü bundan sonra hep orada sisin içinde olacak. Kendini art arda gösterecek o köprü, ta ki sen bi gün onu geçene dek.
“Şu günden itibaren, ne yaptığımı bilene dek, sisli yerler de tek başına dolaşmamanı hararetle tavsiye ederim.
“Erk pek yabansı bi şeydir. Ona sahip olmak için, onu yönetebilmek için insanın en başta erke sahip olması gerekir. Ancak, insanın kendisini bi erk savaşından sağ salim çıkarabilmesine yeterli erke sahip olmasına dek onu azar azar biriktirmek de olasıdır.”
“Nedir bir erk savaşı?”
“Dün gece senin başına gelenler bi erk savaşının başlangıcıydı. Görmüş olduğun sahneler erkin bulunduğu yerlerdir. Bir gün bunların ne demeye geldiğini kavrayacaksın; o sahneler çok anlamlıydı.”
“Onların anlamını sen bana anlatabilir misin, don Juan?”
“Hayır. O sahneler senin kendi kişisel fetihlerindir, kimseyle paylaşamazsın onları. Ama dün gece onlar yalnızca bi başlangıçtı, hafif bi çekişmeydi. Gerçek savaş, sen köprüyü geçtiğinde cereyan edecek. Köprünün öbür tarafında ne var? Bunu yalnızca sen bileceksin. Ormandaki o keçiyolunun sonunda ne olduğunu da yalnız sen bileceksin, ama bütün bunlar senin başına gelebilir, ya da gelmeyebilir. Bu bilinmeyen keçi yollarından da, köprülerden de geçmek için insanın kendisi yeterli erke sahip olmalıdır.”
“İnsan yeterli erke sahip olmazsa ne olur?”
“Ölüm her zaman bekler durur, savaşçının erki tükenir tükenmez ölüm hemen onun kapısını çalar. Onun için, bilinmeyene erk birikimi olmaksızın atılmak aptallıktır. Yalnızca ölümünü bulur insan o zaman.”
Onu pek dinliyor sayılmazdım. Kafam hâlâ, o sanrılanmalara neden olan şeyin, kurutulmuş etin içindeki bir madde olduğu düşüncesiyle meşguldü. Bu fikre bağlanmak beni rahatlatıyordu.
“Anlamaya çalışarak kendini helak etme,” dedi don Juan aklımdan geçenleri okumuşçasına. “Bu dünya bi muammadır. Bakmakta olduğun her şey, göründüğünden başka bi şeydir de. Dünya düşündüğümüzden çok fazlasını içerir, öyle fazlasını ki, sonsuz, diyebiliriz. Böyle olunca, onu anlamaya çalışmak demek, aslında onu bildiğimiz bi şeye benzetmek demek olur. Sen de ben de, burada, senin gerçek, dediğin dünyanın içindeyiz; zira ikimiz de onu biliyoruz. Ama sen erk dünyasını bilmiyorsun, o yüzden onu bildiğin bi sahneye benzetmektesin.”
“Bu hususu seninle tartışmayacağımı biliyorsun,” dedim. “Ama aklım bunu bir türlü kabul etmiyor.”
Don Juan gülerek başıma hafifçe dokundu.
“Vallahi sen delisin,” dedi. “Ama olsun. Bi savaşçı gibi yaşamanın ne denli zor olduğunu bilirim ben. Şayet benim yönergelerimi izleseydin, sana öğretmiş olduğum eylemleri yerine getirseydin, şimdiye dek o köprüyü geçmeye yeterli erki toplamış olacaktın. Görmeye ve dünyayı durdurmaya yetecek erki.”
“Ama ne diye erke ihtiyacım var ki, don Juan?”
“Ben de senin gibiydim. Erk filan istemiyordum. Ona sahip olmak için mantıklı bi neden bulamıyordum. Sendeki kuşkuların hepsi bende de vardı, o nedenle bana verilen yönergeleri hiç uygulamıyordum; ya da bu konuyu hiç düşünmüyordum; ama aptallığıma karşın yeterince erk biriktirmiştim, sonra bi gün geldi, kişisel erkim dünyayı çökertti.”
“Ama bir insan ne diye dünyayı durdurmak istesin?”
“Kimse istemez ki, mesele burada. Kendiliğinden oluverir bu. Dünyayı durdurmanın nasıl bi şey olduğunu bi kez öğrendin mi, nedeni hemen anlaşılır. Bak evlat, savaşçının sanatlarından birisi belli bi amaçla dünyayı çökertmek, sonra da, yaşamını sürdürmek amacıyla onu yeniden biçimlendirmektir.”
Ben de ona, bana yardım etmesi için en iyi yolun dünyanın çökertilmesi için belirli bir nedeni örnek olarak göstermesi olacağını söyledim.
Bir süre sessiz kaldı. Ne diyeceğini düşünür gibiydi.
“Bunu sana anlatamam,” dedi. “Bunu bilmek için çok fazla erke gereksinme vardır. Bi gün, sen istemesen de, bi savaşçı gibi yaşayacaksın; o zaman olaki yeterince kişisel erk biriktirmiş olursun da o soruyu kendin yanıtlarsın.
“Ben sana bi savaşçının bu dünyada yola koyulmak için bilmesi gereken hemen her şeyi, yani kendi kendine erk biriktirmesi gerektiğini öğrettim. Ama bunu yapamayacağını bildiğim için sana karşı sabırlı olmam gerekiyor. Erk dünyasında tek başına kalmanın yaşamboyu bi savaşımı gerektirdiğini ben kendim deneyerek öğrendim.”
Don Juan gökyüzüne, dağlara baktı. Güneş batıya doğru inişe geçmişti bile. Dağların üzerinde yağmur bulutları birikiyordu. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum; saatimi kurmayı unutmuştum. Don Juan’a saatin kaç olduğunu tahmin edip edemeyeceğini sorduğumda öyle bir gülme krizine yakalanmıştı ki, kayanın üzerinden ta çalılara kadar yuvarlandı.
Sonra ayağa kalkıp kollarını uzatarak gerindi, esnedi. “Daha erken,” dedi. “Sisin dağın tepesinde toplanmasını beklememiz gerek, sonra sen bu kayanın üzerinde tek başına duracak, lütfettikleri için sise şükranlarını sunacaksın. Sis insin ve seni sarsın. Gerektiğinde, yardımına koşmak için buralarda olacağım.”
Sisin ortasında bir başıma kalma düşüncesi nedense beni dehşete düşürmüştü. Böyle mantıksız bir şekilde tepki gösterdiğimden dolayı utandım.

Cvp: 12 - Bir Erk Savaşı

“Bu ıssız dağları, şükranlarını dile getirmeksizin terk edemezsin,” dedi kesin bir ifadeyle. “Bi savaşçı, kendisine sunulan lütufların karşılığını vermeden sırtını asla dönmez erke.”
Don Juan, elleri başının altında, yüzü şapkayla örtülü, arka üstü uzandı.
“Sisi nasıl beklemek lazım?” diye sordum. “Ne yapmam gerekir?”
“Yazı yaz!” dedi don Juan şapkasının altından. “Ama gözlerini kapatma, sırtını ona dönme.”
Yazmayı denediysem de konsantre olamıyordum. Ayağa kalkıp huzursuzca dolaştım. Don Juan şapkasını kaldırıp tedirgin bakışlarla beni süzdü.
“Otur!” diye buyurdu.
Erk savaşının daha sonuçlanmadığını, tinime duygusuzluğu öğretmem gerektiğini söyledi. Şayet o dağlarda kısılıp kalmamayı istiyorsam, yaptığım hiçbir şeyin duygularımı açığa vurmaması gerektiğini de ekledi.
Sonra ayağa kalkıp elini önemli bir şey söylemeye hazırlanırcasına devindirdi. Anormal bir durum yokmuş gibi davranmam gerektiğini, zira o anda içinde bulunduğumuz türden erk yerlerinin hastalıklı insanları tüketme potansiyeline sahip olduklarını söyledi. Bu yüzden insan bir “mahal” ile yabansı, zarar verici ilişkiler geliştirebilirmiş.
“Bu ilişkiler insanı bi erk yerine bağlayabilir,” dedi don Juan. “Ama burası senin yerin değil. Onu kendin bulmuş değilsin. Onun için kemerini sıkı bağla ki pantolunu yitirmeyesin.”
Don Juan’ın anlattıkları beni adeta büyülüyordu. Saatlerce ara vermeksizin yazdım.
Don Juan gene uyumaya başladı, ancak, dağın tepesinden inen sis yüz metre kadar ilerimize vardığında uyandı. Ayağa kalkarak çevremizi kolaçan etti. Ben arkamı dönmeksizin etrafa bakıyordum. Sağ tarafımda dağdan inen sis ovalara kadar ulaşmıştı. Sol tarafımda manzara açıktı; ama, rüzgâr sağ tarafımdan esmekte, sisi ovalara doğru iterek sanki bizi çevirmesini sağlamaktaydı.
Don Juan fısıldayarak duygusuz kalmamı, gözlerimi kapatmaksızın olduğum yerde durmamı, sisle tam olarak sarılmadan önce arkaya dönmememi, ancak o zaman inişe geçebileceğimizi söyledi.
Don Juan bir iki metre arkamdaki kimi kayaların ardına gizlendi.
O dağlardaki sessizlik görkemli olduğu kadar ürkütücüydü de. Sisi taşıyan yumuşak rüzgâr sisin kulaklarımın içine doğru ıslık çaldığı hissini yaratıyordu. Sis dağdan aşağıya koskoca kümeler halinde inerken, üzerime düşüp beni ezecekmişe benzeyen beyazımsı katı maddeleri andırıyordu. Sisi kokladım. Sert, hoş bir rayiha karışımı yabansı bir kokusu vardı. Sonra sis beni sarıverdi.
Sis gözkapaklarımı bastırıyormuş gibi algılıyordum. Sisin ağırlığını hissediyor, gözkapaklarımı kapatmak istiyordum, ayrıca üşüyordum. Gırtlağım kaşınıyordu; öksürmek istiyor ama buna cesaret edemiyordum. Öksürüğümü yatıştırmak amacıyla çenemi kaldırıp boynumu aşağı yukarı esnetmeye başladım, yukarıya doğru bakarken sis kümesinin kalınlığını gerçekten görebildiğimi sandım. Gözlerim sanki sisin içinde ilerleyerek onun kalınlığını ölçebilecekti. Gözlerim kapanmaya başladı, uykuya dalma arzuma karşı koyamadım. Her an yere yıkılıverecekmişim gibi hissetmekteydim. Tam o anda don Juan yerinden sıçradığı gibi kollarımdan kavrayarak beni sarstı. O sarsıntı beni iyice kendime getirmişti.
Don Juan kulağıma fısıldayarak olanca hızımla yokuş aşağıya koşmam gerektiğini söyledi. Sonra, benim arkamdan geleceğini, zira koşarken devireceğim taşlara çarparak parçalanmamı istemediğini ekledi. Önderliği benim yapacağımı, zira bunun benim erk savaşım olduğunu, her ikimizi de oradan sağ salim çıkarabilmem için zihnimin açık olması, benim de kendimi bırakmam gerektiğini de belirtti.
“Haydi iş başına,” dedi yüksek sesle. “Bi savaşçının havası yoksa sende, asla çıkamayabiliriz bu sisin içinden!”
Bir an duraladım. O dağlardan aşağıya koşarak yolumu bulabileceğimden emin değilim.
“Koş, tavşan, koş!” diye haykırdı don Juan—yamaçtan aşağıya doğru beni itti.

Cvp: 12 - Bir Erk Savaşı

.