Konu: 12 - Bir Erk Savaşı
Perşembe, 28 Aralık 1961
Sabahleyin erkenden bir yolculuğa çıktık. Önce güneye, sonra da doğuya dağlara doğru araba sürdük. Don Juan yiyecek ve suyla doldurduğu sukabağından kaplarını yanımıza almıştı. Yürüyüşe çıkmadan önce arabamda bir şeyler yedik.
“Hep yakınımda ol,” dedi don Juan. “Burası sana yabancı bi yöre, kendini boş yere tehlikeye atmana gerek yok. Sen erk arayışındasın, yaptığın her şeyin bi önemi var. Özellikle gün batarken rüzgârı kolla. Yön değiştirdiği zaman incele onu, rüzgârdan korunmak için sürekli siper et beni.”
“Bu dağlarda ne yapacağız, don Juan?”
“Erk avlayacaksın.”
“Yani somut olarak ne yapacağız?”
“Erk avlarken plan filan yapılmaz. Bi avcı karşısına ne çıkarsa onu avlar. O yüzden her zaman tetikte bulunmalıdır. “Rüzgârı tanıyorsun, şimdi rüzgârdaki erki kendi başına avlayabilirsin. Ama bilmediğin başka şeyler de var ki onlar da, rüzgâr gibi, belli zaman ve belli yerlerde erk özeğidirler.
“Pek yabansı bi şeydir bu erk,” dedi sonra. “Onun tam olarak ne olduğunu belirleyebilmek olanaksızdır. Kimi şeylere ilişkin hissettiğimiz bi duygudur o. Erk kişisel bi şeydir. Sadece insanın kendisine aittir. Benim velinimetim, örneğin, sırf bakarak, gözleriyle bi insanı ölecek derecede hasta edebilirdi. Gözlerini üzerlerine çevirdiği kadınlar sararıp solardı. Ama, kişisel erki söz konusu olduğu zamanlar hariç hiçbi kimseyi hasta etmemiştir.”
“Hasta edeceği kimseleri nasıl seçerdi?”
“Bilmiyorum. Kendisi de bilmezdi bunu. Böyledir işte erk. Seni buyruğu altında tutar ama sana itaat da eder.
“Bi erk avcısı onu tuzağa düşürerek, onu, bulduğu öbür şeylerin arasında saklar. Böylece, kişisel erk büyür; kimi zaman bi savaşçının öyle çok erki birikir ki, bi bilgi adamı olup çıkar.”
“Erk nasıl biriktirilir, don Juan?”
“O da başka bi duygudur. Savaşçının ne tür bi kimse olduğuna bağlıdır. Benim velinimetim öfkeli bi adamdı. Erki bu duygu aracılığıyla biriktirdi. Ona ilişkin anılarım hep kırıp dökmeyle doludur. Onun başına gelenler de hep o türden şeylerdi.”
Bir duygu aracılığıyla erkin nasıl biriktirildiğini anlayamadığımı söyledim ona.
“Açıklaması yoktur ki bunun,” dedi uzun bir duraklamadan sonra. “Bunu kendin yapmak zorundasın.”
Don Juan yiyeceklerin bulunduğu sukabaklarını alarak arkasına astı. Üzerine sekiz parça kurutulmuş et dizili bir kınnabı bana uzatıp boynuma astırdı.
“Erk besinidir bu,” dedi.
“Onu erk besini kılan şey nedir, don Juan?”
“Erk sahibi olan bi hayvanın etidir bu. Bi geyik, benzersiz
bi geyik. Onu bana kişisel erkim getirdiydi. Bu et bizi haftalar, hatta gerekirse aylar boyunca besleyecek. Her kezinde küçücük bi parçasını çiğne, ama iyice çiğne. Erki bedenine ağır ağır işlesin.”
Yürümeye başladık. Saat öğleden evvel onbire gelmekteydi. Don Juan izleyeceğim yöntemi bir kez daha anımsattı.
“Rüzgârı kollayacaksın,” dedi. “Sakın çarpmasın seni. Yormasın da. Erk besinini çiğne—arkama saklanarak rüzgâr dan korun. Rüzgâr beni incitmez; birbirimizi iyi biliriz biz.”
Doğruca yüksek dağlara uzanan bi keçiyoluna soktu beni. Bulutlu bir gündü, yağmur yağmak üzereydi. Yamaçları bulunduğumuz yöreye inen dağların tepelerindeki alçak yağmur bulutlarıyla sisi görebiliyordum.
Öğleden sonra saat üçe kadar tam bir sessizlik içinde yürüdük. Kurutulmuş etin çiğnenmesi gerçekten insana zindelik veriyordu. Rüzgârın yönündeki ani değişikliklerin kollanması da giz yüklü bir iş haline gelmişti, öyle ki değişimleri daha meydana gelmeden önce bedenimin bütünüyle algılayabiliyor gibiydim. Rüzgâr dalgalarını akciğerlerimin üst bölümünde, bronşlarımda bir çeşit basınç imişçesine algılayabildiğim kanısındaydım. Rüzgâr ne zaman biraz hızlanıverecek olsa, göğsümde ve gırtlağımda bir kaşıntı peyda oluyordu.
Don Juan beni birkaç saniye durdurup çevremizi kolaçan etti. Kendini yönlendiriyor gibiydi, sonra sağına döndü, onun da kurutulmuş et çiğnediğini farkettim. Kendimi çok zinde hissediyordum, hiç yorulmamıştım. Rüzgârdaki değişimlerin bilincinde olma işine kendimi öyle kaptırmıştım ki zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamamıştım.
Derin bir koyağa indik, sonra yukarıya doğru tırmanıp muazzam bir dağın dimdik yamacındaki bir düzlüğe ulaştık. Epey yükselmiştik, nerdeyse dağın tepesine varmıştık.
Don Juan düzlüğün bir ucundaki devasa bir kayaya tırmandı, sonra bana yardım ederek beni de oraya çıkardı. Bu kaya sarp duvarların tepesine oturtulmuş bir kubbe izlenimi vermekteydi. Kayanın çevresinde yavaşça yürüdük. Daha sonra kayanın çevresini dönmek için kıçımı kayaya dayayıp, yüzeyini topuklarım ve ellerimle tuta tuta ilerlemem gerekmişti. Terden sırılsıklam olmuştum, ellerimi sık sık kurulamak zorunda kalıyordum.
Öbür yandan, dağın tepesine yakın alçak ama çok geniş bir mağara görünüyordu. Kayanın içine oyulmuş bir dehliz gibiydi. Aşına aşına iki sütunlu bir balkon görünümünü almış bir kumtaşı oluşuğuydu bu.
Don Juan orada kamp kuracağımızı, dağaslanlarının ya da başka yırtıcı hayvanların barınamayacağı denli basık, sıçanların yuva kuramayacağı denli açık, böcekler için de fazlaca rüzgâr tuttuğundan ötürü bizim için güvenli bir yer olduğunu söyledi. Gülerek, başkaca “mahlukatın” burunlamasından dolayı, oranın insanlar için ideal bir yer olduğunu belirtti.
Sonra bir dağkeçisi gibi oraya tırmandı. Bu harikulade çevikliği beni afallatmıştı.
Kıçımı kayaya yapıştırıp kendimi yavaş yavaş kayadan aşağıya çektim, sonra o çıkıntılı yere ulaşmak amacıyla dağın yamacında koşmayı denedim. Son birkaç metre, tüm gücümü tüketmiştim. Don Juan’a şaka yollu, gerçek yaşının kaç olduğunu sordum. Kanımca, o çıkıntılı yere onun yaptığı gibi ulaşabilmesi için insanın son kerte formunda ve genç olması gerekirdi.
“Ben istediğim kadar gencim,” dedi don Juan. “Bu de gene bi kişisel erk meselesi. Erk biriktirdiğin taktirde bedenin inanılmaz şeyler yapabilir. Öte yandan, erkini heba edersen, çok geçmeden lapacı bi adam olup çıkarsın.”
Çıkıntılı yerin konumu, uzunlamasına doğu-batı doğrultusundaydı. Balkona benzeyen oluşuğun açık tarafı güneye bakıyordu. Ben batı ucuna doğru ilerledim. Manzara şahaneydi. Ta aşağılarda yağmur yağmaktaydı. Saydam bir maddeden yapılmış bir çarşaf gibi ovaların üzerinde asılı durmaktaydı.
Don Juan bir barınak kurmak için yeterli zamanımızın olduğunu söyledi. Taşıyabildiğim kadar çok kayayı getirip çıkıntılı yere yığmamı istedi, kendisi de çatı kurmak için dal toplamaya başladı.
Bir saat geçmeden çıkıntılı yerin doğu ucunda otuz santimetre kalınlığında bir duvar örmüştü. Uzunluğu altmış santim, yüksekliğiyse doksan santim kadardı. Sonra, toplamış olduğu dalları birbirine bağlayarak ve örerek bir çatı yaptı; uçları çatal şeklinde iki direğe tutturdu. Aynı uzunluktaki bir başka direk de çatının kendisine bağlanmıştı—bu direk duvarın karşı tarafında çatıyı desteklemeye yarıyordu. Kurduğu yuva üç ayaklı yüksekçe bir masaya benziyordu.
Don Juan çatının altında, çıkıntılı yerin hemen kıyısında bağdaş kurarak oturdu. Benim de, yanına, onun sağma oturmamı söyledi. Bir süre sessiz kaldık.
Don Juan sessizliği bozdu. Fısıldayarak, olağanüstü hiçbir şey yokmuşçasına davranmamızı söyledi. Özellikle yapmam gereken bir şey olup olmadığını sordum. O da, yazı yazarak kendimi meşgul etmemi, sanki yazı masama oturmuş da yazmaktan başka hiçbir şey düşünmüyormuşum gibi hareket etmemi söyledi. Bir süre sonra beni dürteceğini, o zaman gözleriyle imleyeceğim yere bakmam gerektiğini anlattı. Beni uyararak, ne görürsem göreyim, ağzımdan bir kelime dahi çıkarmamamı buyurdu. Yalnızca kendisi çarpılmaksızın konuşabilirmiş, zira o dağlardaki tüm erkler onu iyi tanırlarmış.
Yönergelerini yerine getirerek bir saatten fazla yazdım durdum. Kendimi yaptığım işe iyice kaptırmıştım. Birden koluma bir fiske vuruluduğunu hissettim; don Juan’ın gözleriyle başının iki yüz metre kadar ötemizde dağın tepesinden inen bir sis tabakasını imler şekilde devindiğini gördüm. Don Juan kulağıma o kadar yakından dahi zorla işitebileceğim bir şekilde fısıldadı.
“Gözlerini sis kümesinin üzerinde ileri geri devindir,” dedi. “ Ama ona doğrudan doğruya bakma. Gözlerini kırpıştır, ama onları sisin üzerine odaklama. Sis kümesinin üzerinde yeşil bir leke gördüğünde, onu gözlerinle bana imle.”
inerek bize doğru yavaşça yaklaşmakta olan sis kümesinin üzerinde gözlerimi ileri geri devindirdim. Bu şekilde yarım saat geçmiş olacaktı. Hava kararmaktaydı. Sisin hareketi son kerte yavaştı. Bir ara birden sağ tarafımda hafif bir ışıltı görmüş gibi oldum. Önce, sisin arasından bir küme yeşil fundalık gördüğümü sandım. Ama dosdoğru ona baktığımda hiçbir şey göremez oldum, oysa gözlerimi oraya odaklamadan baktığımda, belirsiz yeşilimsi bir alan görebilmekteydim.
Orasını don Juan’a imledim. Don Juan gözlerini kısarak oraya baktı.
“Gözlerini o beneğin üzerine odakla,” diye kulağıma fısıldadı. “Görene dek gözlerini kırpma.”
Ne görmem gerektiğini sormak istediydim ki, o, konuşmamam gerektiğini bana anımsatırcasına dik dik yüzüme baktı.
Oraya baktım gene. Yukarılardan inmekte olan sis sanki katı bir maddeymişçesine asılı durmaktaydı. Tam, yeşilimsi rengi gördüğüm noktanın hizasına gelmişti. Gözlerim gene yorulup da onları kıstığım zaman, önce sis kümesinin üzerine eklenmiş gibi görünen küçük bir sis yığını, onun ardından da ara larında ince desteksiz bir yapıya benzeyen bir sis şeridi gör düm; sanki tepemizdeki dağ ile sis kümesi önümde bir köprüyle birleşmiş gibi durmaktaydı. Bir ara, dağın tepesinden aşağıya, köprüyü bozmaksızın sürüklenerek inen saydam sisi göre bildiğimi sandım. Sanki üç boyutlu, som bir köprü vardı gerçekten. Bir an geldi, o serap öyle mükemmelleşti ki, köprünün alt tarafının, üst tarafına oranla daha koyu renkte olduğunu, yanlarının kumtaşı rengiyle tezat teşkil ettiğini bile ayırt edebiliyordum.
Dilim tutulmuş, köprüye bakıyordum. Sonra ya ben kendimi onun seviyesine çıkarmıştım ya da köprü benim seviyeme inmişti. Birden tam önümdeki dümdüz bir kirişe bakmaktaydım. Çok ama çok uzun, somut bir kirişti, dardı, korkulukları yoktu, ama üzerinde rahatça yürünebilecek kadar genişti.
Don Juan kolumu kavrayarak beni hızla silkeledi. Başımın bir aşağıya bir yukarıya sallandığını hissettim, gözlerim de dehşetli kaşınmaktaydı. Farkında olmadan onları ovuşturdum. Don Juan, ben gözlerimi tekrar açana dek beni sarsmayı sürdürdü. Sukabağından, elinin çukuruna biraz su dökerek, suyu yüzüme serpti. Bunun etkisi çok nahoş olmuştu. Su öyle soğuktu ki, her bir damlası tenimde birer yaraymış gibi acı vermişti. Bedenimin ısısı çokça yükselmişti. Ateş basmıştı sanki.
Don Juan içmem için derhal bana su verdi—kulaklarımla boynuma bolca su serpti.
Bir kuşun yüksek sesle meşum, uzunca bir çığlık attığını işittim. Don Juan bir an dikkatle dinledi; ördüğü duvarın taşlarını ayağıyla iterek çatısıyla birlikte devirdi. Çatıyı çalıların içine doğru atarak bütün taşları birer birer yan tarafa fırlattı.
Sonra kulağıma fısıldadı, “Biraz su iç, sonra kurutulmuş etini çiğne. Burada kalamayız. O çığlık bi kuş sesi değildi.”
Çıkıntılı yerden doğu istikametine doğru inişe geçtik. Bir süre sonra öyle bir karanlık basmıştı ki, gözlerimin önünde siyah bir perde vardı sanki. Sis, içinden geçilmesi olanaksız bir engel gibiydi. Geceleyin sisin ne denli bir felaket olduğunu daha önceleri hiç bilmezdim. Don Juan’ın nasıl yürüyebildiğini bir türlü anlayamıyordum. Ben bir kör gibi onun kollarına tutunarak yürüyebiliyordum.
Her nedense, bir uçurumun kıyısından yürüyormuşuz duygusuna kapılmıştım. Bacaklarım hareket etmek istemiyordu. Aklım don Juan’a güveniyor, mantıksal olarak yürümeyi istiyordum, ama bedenim istemiyordu. Don Juan zifiri karanlıkta beni sürüklemek zorunda kalıyordu.
O araziyi avucunun içi gibi biliyor olmalıydı. Bir yerde durarak beni yere oturttu. Kolunu bırakmaya cesaret edemiyordum. Bedenim, su götürmez bir şekilde, kubbeye benzeyen kıraç bir dağın üzerinde oturduğumu bilmekteydi, ve iki santim sağıma dönmüş olsam sanki korkunç bir uçuruma yuvarlanacakmışım gibi hissediyordum. Oturduğum yer muhakkak kavisli bir dağ yamacı olmalıydı, zira bedenim gayri ihtiyari sağa doğru meylediyordu. Dik konumda kalabilmesi için bedenimin böyle davrandığını düşünerek, elimden geldiğince solumda duran don Juan’a yaslanarak terazilenmeye gayret ettim.