1

Konu: BÖLÜM 1 - DOÑA SOLEDAD’IN DEĞİŞİMİ

Pablito’yla Nestorun evde olmadıklarına ilişkin ani bir önseziye kapılmıştım. Kendimden öylesine emindim ki, arabayı durdurdum. Asfaltın birdenbire bittiği bir yerdeydim, o gün onların Orta Meksika dağlarındaki kasabalarına giden o bozuk ve taşlı yolda araba sürmek isteyip istemediğimi gerçekten anlamak istiyordum.

Arabamın camını indirdim. Hava rüzgârlı ve soğukçaydı. Bacaklarımı germek amacıyla arabadan çıktım. Saatlerce direksiyon sallamanın gerginliği, sırtımı ve boynumu sertleştirmişti. Taşlı yolun kenarına doğru yürüdüm. Toprak daha önce serpiştiren sağanak nedeniyle nemliydi. Bulunduğum yerin az uzağında, güney yönündeki dağ yamaçlarına yağan o şiddetli yağmur hâlâ sürüyordu. Ama tam önümde gök, doğuya ve kuzeye doğru apaçıktı. Kıvrıla kıvrıla gelen yolun kimi noktalarından uzaktaki mavimsi dorukların gün ışığıyla parıl parıl parladıklarını görebilmiştim.

Bir an düşündükten sonra, dönüp kente gitmeye karar verdim. Don Ju an ’ı pazarda bulacakmışım gibi, çok yabansı bir duyguya kapılmıştım. Önünde sonunda, onunla tanıştığımdan bu yana hep böyle yapmış ve gidip onu pazaryerinde bulmuştum. Kural gereği, onu Sonora’da bulamazsam, arabamı Orta Meksika’ya sürüp, o belirli kentin pazaryerine gitmem gerekirdi. Don Juan er ya da geç çıkardı ortaya. Onunla bu biçimde buluşmaya öylesine alışmıştım ki, onu her zamanki gibi, yeniden bulacağıma kesinkes emindim.

Bütün öğleden sonrayı pazarda beklemekle geçirdim. Bir şeyler alırmış gibi yaparak tezgâhların aralarında bir aşağı bir yukarı yürüyüp durdum. Sonra, parkın çevresinde bekledim bir süre. Alacakaranlığa doğru, artık gelmeyeceğini anlamıştım. Birden, buradaymış da gitmiş duygusuna kapıldım. Onunla birlikte oturduğumuz sıraya oturdum ve duygularımı çözümlemeye çalıştım. Kente varışımda, don Juan’m burada olduğu yolunda kesin bilgim nedeniyle kıvanmıştım. Hissettiklerim, burada onunla sayısız kez buluşmalarımızın anısından öte bir şeydi; beni aradığını ayırt eden, bedenimdi. Ne var, sıranın üstünde öylece otururken başka türden, yabansı bir kesinlik duygusuna kapıldım. Artık burada olmadığını anlamıştım. Gitmişti ve onu kaçırmıştım. Bir süre sonra çıkarsamalarımı göz ardı ettim. Bulunduğum yerden etkilenmiş olduğumu düşündüm. Mantığı elden bırakmaya başlamıştım; bu, geçmişte de, bölgeyi terk ettikten sonra, iki üç gün boyunca daima başıma gelmişti. Birkaç saat dinlenmek amacıyla otel odama döndüm, ama kendimi yeniden sokaklara vurdum. Öğleden sonra yaşamış olduğum, don Juan’ı bulma umudunu taşımıyordum.

Vazgeçmiştim. Güzel bir gece uykusu uyumak için yeniden otelime döndüm. Gündüzün, dağlara doğru yola çıkmadan önce, arabamla caddelerde gezindim, ama her nasılsa zamanımı harcadığımın ayırdmdaydım. Don Juan orada yoktu. Pablito’yla Nestor’un yaşadığı küçük kasabaya varmak tüm sabahımı aldı. Öğleye doğru oradaydım. Don Juan, sokaktakilerin dikkatine hedef olmamak amacıyla arabayı doğrudan kasabanın içine sürmemeyi öğretmişti bana. Oraya her gidişimde, kasabanın hemen girişine yakın bir yerde gençlerin futbol oynadıkları bir alanın yanma bırakırdım arabayı. Oradan da, toprağı iyice sıkıştırılmış bir yaya yolundan yürüyerek Pablito ve Nestor’un, kasabanın güneyinde yer alan yamaçların dibindeki evlerine ulaşırdım. Alanın yakınma vardığımda toprak yola taş döşenmiş olduğunu gördüm. Bir süre Pablito’nun evine mi, yoksa Nestor’unkine mi gideyim diye düşündüm. Onların buralarda olmadığına ilişkin duygum hâlâ sürüyordu. Pablito’nun evine gitmeye karar verdim. Nestor’un tek başına yaşadığım, Pablito’nun ise yaşamını anası ve dört kız kardeşiyle birlikte sürdürdüğünü düşünmüştüm. Evde değilse, kadınlar onu bulmama yardımcı olurlardı. Eve yaklaştığımda, yoldan eve uzanan patikanın genişletilmiş olduğunun ayırdma vardım. Arabayı neredeyse evin sokak kapısına dek soktum. Kerpiç eve, kiremitten bir sundurma eklenmişti. Havlayıp duran köpekler dolaşmıyordu ortalıkta, ama çitle ayrılmış bir bölgenin ardında, tetikte beni izleyen kocaman bir köpek gördüm. Bir dizi tavuk gıtgıtlayarak evin önünde yemleniyordu. Motoru susturdum ve gerindim. Bedenim sertleşmişti.

Evde kimseler yok gibiydi. Kafamdan, Pablito ve ailesinin taşınmış olabileceği ve eve bir başkasının yerleştiği düşüncesi geçti. Birden sokak kapısı çarpılarak açıldı ve Pablito’un annesi, arkasından birisi itmişçesine ortaya çıkıverdi. Bir an, beni tanımamışçasma baktı. Arabadan çıktığımda ta nır gibi oldu. Mutluluk dolu bir titreme her yanını sardı ve bana doğru koştu. Evde hafiften kestirirken arabamın sesiyle uyanıp, ne oluyor diye bakmaya çıkınca beni önce tanıyamamış olduğunu düşündüm. Bana doğru koşan yaşlı kadının uygunsuz görüntüsü beni güldürdü. Daha da yakınlaştığında bir kuşku anı yaşadım. Bir biçimde, öylesine çevikçe davranıyordu ki, hiç de Pablito’nun annesini andırmıyordu.

"Tanrım, bu ne sürpriz!" diye bağırdı.

"Doña Soledad?" diye sordum, gözlerime inanamazcasına.

"Tanıyamadm mı beni?" diye yanıt verdi gülerek.

Şaşırtıcı çevikliği hakkında kimi aptalca yorumlarda bulundum.

"Neden beni hep yaşlı bir kocakarı gibi görürsün?" diye sordu, şakacı bir meydan okuyuşla bana bakarak.

Ona, "Bayan Piramit" lakabını takmış olmam nedeniyle lafını sakınmadan suçladı beni. Nestor’a bir keresinde, kadının çizgilerinin bana bir piramiti anımsattığını söylemiş olduğumu anımsadım. Geniş ve kocaman bir sırtı, ufacık da bir kafası vardı. Çoğunlukla giydiği uzun giysiler de görüntüyü tamamlıyordu.

"Bi bak bana," dedi. "Hâlâ benziyor muyum piramite?"

Gülmeyi sürdürüyordu, ne var, gözlerindeki bir şey beni çok rahatsız etmişti. Şaka yaparak kendimi savunmaya yeltendiysem de lafı ağzıma tıkayıp, lakaptan beni sorumlu tuttu.

Bunu isteyerek yapmadığımı söyledim, hem zaten görüntüsünün piramitle yakından ya da uzaktan bir ilgisi olmadığı konusunda güvence verdim.

"Neler oldu sana, doña Soledad?" diye sordum. "Değişmişsin sen."

"Söyledin ya işte," diye yanıtladı birdenbire, "değiştirildim."

Biçimsel anlamda demek istemiştim. Ne var, yakından bakınca mecazın hiç de yeri olmadığını teslim etmem gerekti. Gerçekten de değişik bir insan olup çıkmıştı. Birden, ağzımda kuru, madensi bir tat oluştu; korkmuştum. Yumruklarını kalçalarına dayadı, ayakları hafifçe aralık ve yüzü bana dönük biçimde öylece durdu. Açık yeşil renkli kat kat bir etekle, beyazımsı bir gömlek giymişti. Eteği, üzerinde görmeye alışık olduklarımıza oranla daha kısaydı. Saçlarım göremiyordum; kalınca bir bantla, türbanı andıran bir kumaşla bağlamıştı başını. Ayakkabısı yoktu ve bir genç kız edasıyla gülerek, büyük ayaklarını, tartımla yere vuruyordu. ( içini bu denli dışarı yansıtan bir insan görmemiştim daha önce. Gözlerinde yabansı bir parlaklık vardı; korkutmayan ama rahatsızlık veren bir parlaklık. Görünüşünü belki de hiçbir zaman bu denli dikkatlice incelememiş olabileceğimi düşündüm. Don Juan’la birlikte olduğum yıllar boyunca, her şeyin ötesinde, gözlerimi insanlardan kaçırmış olmaktan suçluluk duydum. Don Juan güçlü kişiliğiyle çevredeki herkesi soluk ve önemsiz kılmıştı.

Böylesine şaşırtıcı bir canlılık içinde olabileceğini gözümde hiç canlandırmadığımı, onu gerçekten tanıma konusunda gösterdiğim özensizliğin utanç verici olduğunu, belki de herkesle yeni baştan tanışmam gerekeceğini söyledim dona Soledad’a.

Daha yakınıma geldi. Güldü ve sağ eliyle sol kolumun arkasını tutup yavaşça kavradı. "Hiç kuşku yok," diye fısıldadı kulağıma.

Cvp: BÖLÜM 1 - DOÑA SOLEDAD’IN DEĞİŞİMİ

Gülüşü dondu ve gözleri cam gibi oldu. Bana öylesine yakın duruyordu ki, göğüslerinin sol omzuma değdiğini hissettim. Rahatsızlığım arttı ve tetikte durmak için hiçbir neden bulunmadığına kendimi inandırmaya çalıştım. Hiç durmadan, Pablito’nun annesini gerçek anlamda tanımadığımı, bu yabansı davranışına karşın büyük olasılıkla bunun, onun normal hali olduğunu yineleyip duruyordum kendime. Ne var, içimde, korkmuş bir yanım, bunların mesnetsiz ve dinginleştirici düşünceler olduğunu, çünkü her ne kadar gözlerimi ondan kaçırmış olsam da onu yalnızca çok iyi anımsamakla kalmayıp çok iyi tanıdığımı da biliyordu. O, benim için tam bir anne örneğiydi. Onu altmışına merdiven dayamış, hatta daha da yaşlı olarak düşünürdüm. Zayıf kasları onca ağırlığı zorlukla taşırdı. Saçlarına çokça beyaz düşmüştü.

Anımsadığım kadarıyla, hüzünlü, somurtkan, hoş yüz hatlarına sahip bir kadın, her zaman mutfakta ve her zaman acı çeken, kendini adamış bir anneydi. Yine anımsayabildiğim kadarıyla, çok nazik, hiç de bencil olmayan, pek utangaç, çevredeki herkese hizmet edebilmek için kendini paralayan bir kadındı. Bende, sayısız ve sıradan karşılaşma sonucunda oluşan tablosu işte böyle bir şeydi. Ne var, o gün korkunç derecede farklı bir şeyle karşılaşmıştım. Gözümün önündeki kadın, Pablito’nun annesinin bendeki imgesiyle hiç mi hiç örtüşmemişti, yine de kadın aynı kadındı; daha zayıf ve daha güçlüydü. Onu son gördüğüm zamankine oranla yirmi yaş daha genç duruyordu. Bedenimin titrediğini hissettim.

Önümde birkaç adım ilerleyip yüzünü bana döndü. "Dur sana bir bakayım," dedi. "Nagual bize senin bir şeytan olduğunu söylediydi."

O anda hepsinin, Pablito’nun, annesinin, kız kardeşinin ve Nestor’un, don Juan’m adını dile getirmek istemezmişçesine ona "Nagual" dediklerini, benim de onlarla konuşurken aynı kullanımı benimsemiş olduğumu anımsadım.

Ellerini cesurca omuzlarıma koydu, böyle bir şeyi daha önce denemeye bile kalkışmamıştı. Bedenim gerginleşti. Gerçekten ne diyeceğimi bilemedim. Kendimi toplamama olanak tanıyan uzun bir suskunluk oldu. Görüntüsü ve davranışı, Pablito ve Nestor’u sormayı unutturacak kerte ürkütmüştü beni.

"Söylesene, Pablito nerede?" diye sordum, birdenbire kafama dank etmişçesine.

"Ha, o mu, dağlara gitti," diye kayıtsız bir titremle yanıtlayarak benden uzaklaştı.

"Peki, Nestor nerede?"

Kayıtsızlığını göstermek istermişçesine gözlerini devirdi.

"Birlikte dağlardalar," dedi aynı titremle.

Birden kendimi iyi hissettim ve onların da iyi olduğuna ilişkin en ufak bir kuşku bile duymadığımı söyledim ona.

Bana baktı ve güldü. Bir mutluluk ve hafiflemişlik havası her yanımı sardı ve ona sarıldım. Sarılışıma cömertçe karşılık verdi ve beni tuttu; nefesimi kesen, sarsıntı verici bir edimdi bu. Bedeni sımsıkıydı. Ondaki olağandışı gücü hissettim.

Kalbim çarpmaya başladı. Nestor’un, don Juan ve don Genaro’yu hâlâ görüp görmediğini sorduğum sırada onu nazikçe kendimden itmeyi denedim, veda buluşmamız sırasında don Juan, Nestor’un hazır olduğundan tam anlamıyla emin olmadığını belirtmişti. Beni bırakırken, don Genaro’nun sonsuza dek dönmemek üzere gittiğini söyledi.
Sinirle, gömleğinin kolunu çekiştirdi.

"Peki ya don Juan?"

"Nagual da gitti," dedi dudaklarını büzerek.

"Nereye gittiler?"

"Ne yani, bilmiyo musun?"

Ona, her ikisinin de iki yıl önce bana veda ettiklerini ve tüm bildiğimin, o saat sırra kadem bastıkları olduğunu söyledim. Nereye gittikleri konusunda düşünce üretmeye cüret edememiştim. Geçmişte, nerede olduklarını bana asla söylemezlerdi; ben de, yaşamımdan çıkmak istemişlerse, tüm yapmaları gerekenin beni görmekten vazgeçmeleri olacağını kabullenmiştim.

"Buralarda değiller, hiç kuşkusuz," dedi hiddetle. "Hiç kuşkusuz, geri de dönecek değiller."

Sesi aşırı derecede duygusuzdu. Onun yanında sıkıldığımı hissettim. Oradan ayrılmak istedim.

"Ama sen burdasm," dedi, hiddeti gülümsemeye dönüşmüştü.

"Pablito’yla Nestor’u beklesen iyi olur. Seni görmek için yanıp tutuşuyorlardı."

Kolumu güvenle tutup, beni arabadan uzaklaştırmak amacıyla çekti. Geçmişteki haliyle karşılaştırıldığında, şaşkınlık verici bir yürekliliği vardı.

"Önce, sana arkadaşımı göstereyim," dedi ve beni zorla evin önüne getirdi.

Burada, küçük bir bahçeyi andıran, çitle çevrilmiş bir alan vardı; içinde de kocaman, erkek bir köpek. Dikkatimi çeken ilk şey sağlıklı, sık, sarı kahverengi tüyleri oldu. Kötü bir köpeğe benzemiyordu. Zincirlenmemişti ve çit, aşamayacağı denli yüksek değildi. Köpek, ona yaklaştığımızda o ilgisiz tavrım bozmadı, hatta kuyruğunu bile oynatmadı. Doña Soledad, arkadaki orta boy bir kafesi imledi. İçinde kıvrılıp yatmış bir çakal vardı.

"Arkadaşım bu," dedi. "Köpek değil. O, kızlarıma ait."

Köpek bana baktı ve esnedi. Ondan hoşlanmıştım. Aramızda anlatılmaz bir dostluk bağı oluşmuştu.

"Hadi gel, eve girelim," dedi kolumdan çekerek.

Duraksadım. Bir yanım korkmuş, gidelim diyor, öte yanım dünyaları verseler gitmem diye diretiyordu.

"Benden korkmuyosun ya?" diye sordu suçlarcasma.

"İnan ki çok korkuyorum!" diye bağırdım.

Kıkırdamaya koyuldu ve oldukça güven veren bir titremle, inatçı ve ilkel bir kadın olduğunu, sözcükleri yerinde kullanamadığını, insanlara nasıl davranılacağını bilemediğini açıkladı. Doğrudan gözlerimin içine bakarak, don Juan’m, kendisini bana yardımcı olmakla görevlendirdiğini, çünkü benim için endişelendiğini söyledi.

"Bize, senin pek ciddi olmadığını ve çevrede dolaşarak masum insanların başına dert açacağını söylediydi," dedi.

O ana dek, tüm söylediklerinin benim için bir anlamı vardı, ama don Ju an ’ı, benim hakkımda bu ifadeleri kullanırken canlandıramıyordum gözümde. Evin içine girdik. Pablito’nun her zaman oturduğu yere oturmak istedim. Beni durdurdu.

"Burası sana ve bana uygun değil," dedi. "Hadi, benim odama gidelim."

"Burasını yeğlerim," dedim, kendimden emin. "Bu noktayı tanırım ve kendimi burada iyi hissederim."

Hoşnutsuzlukla dudaklarını büzdü. Hayal kırıklığına uğramış bir çocuk gibi davranıyordu. Üst dudağını ördek gagası gibi gerdi.

"Çok yanlış işler dönüyor burda," dedim. "Eğer neler olduğunu söylemezsen, ben de giderim."

Tam bir bocalama içinde, tüm sorunun benimle nasıl konuşacağını bilememek olduğunu söyleyerek kendini savundu. Ben de, kuşku götürmez değişimin altını çizerek karşı durdum ve derhal neler olduğunu anlatmasını istedim.

Böylesine bir değişimin nasıl gerçekleştiğini bilmem gerekiyordu.

"Söylersem kalıcan mı?" diye sordu bir çocuğun sesiyle.

"Öyle olsa gerek."

"Öyleyse her şeyi anlatırım sana. Ama benim odamda."

Birden ürküye kapıldım. Kendimi dinginleştirmek için olağanüstü bir çaba sarf ettikten sonra odasına doğru yürüdük. Evin arkasında, Pablito’nun kendisine yaptığı yatak odasında yaşıyordu. Oda yapılırken bir kez ve bittikten hemen sonra, taşınmasından önce bir kez daha görmüştüm. Oda, tıpkı daha önce gördüğüm gibi, ortadaki yatak ve kapının yanında pek göze batmayan iki konsol dışında boştu. Duvarların kireç beyazı, rahatlatıcı bir sarımsı beyaza dönüşmüştü. Tavanın ahşabı da zamanla değişik bir renk almıştı. Duvarların düz, temiz beyaz görüntüsü her gün süngerle te mizlenmiş hissini veriyordu. Oda, oldukça yalın, içedönük bir manastır hücresini andırıyordu. Hiçbir süsleme göze çarpmıyordu. Pencerelerde, demirle desteklenmiş kaim ahşap kapaklar vardı. Ne bir iskemle, ne de üstüne oturulacak bir şey göze çarpıyordu.

Doña Soledad yazı takımımı aldı, göğüslerinin üstünde tuttu ve üst üstte konmuş iki şilteden oluşan somyasız yatağının üstüne ilişerek, yanma oturmam gerektiğini imledi.

"Sen ve ben aynıyız," dedi ve defterimi bana verdi.

"Efendim, anlayamadım?"

"Sen ve ben aynıyız," diye yineledi yüzüme bakmadan.

Ne demek istediğini anlayamıyordum. Bir tepki beklercesine bana baktı. "Şimdi bu ne demek, doña Soledad?" diye sordum.

Sorum onu çok şaşırtmışa benziyordu. Görünüşe bakılırsa, sözünü söyler söylemez anlayacağımı ummuştu. Önce güldü, ne var, ben anlamadığımda diretince çok kızdı. Ayağa fırlayıp, beni kendisine karşı dürüst davranmamakla suçladı. Gözleri öfkeyle parladı; ağzı, onu çok yaşlı gösteren öfkeli bir devinimle gerildi. Kafam gerçekten karışmıştı ve ne söylersem söyleyeyim, yanlış anlaşılacağını hissediyordum. O da aynı durumu yaşıyor olsa gerekti. Bir şey söylemek ister gibi ağzını oynattı, ama dudakları büzülüp kaldı. Sonunda, böylesi bir anda hiç de kusursuzca davranmadığımı mırıldandı. Sırtını döndü.

"Bak bana, doña Soledad!" dedim güçlü bir sesle. "Senin kafanı hiçbir biçimde bulandırma niyetinde değilim. Ben hiçbir şey bilmiyorum, seninse bir şeyler biliyor olman gerekir."

"Çok konuşuyorsun!" diye çıkıştı kızgınlıkla. "Nagual, seni konuşturmamamı söylediydi. Her şeyi birbirine karıştırıyorsun."

Birdenbire zıpladı ve şımarık bir çocuk gibi ayağını yere vurmaya başladı. İşte o anda odanın zemininin değişmiş olduğunun ayırdma vardım. Anımsadığım kadarıyla yörenin koyu toprağı sıkıştırılarak yapılmış bir zemindi. Yeni zemin ise kızıl pembe rengindeydi. Onunla sürdürdüğüm tartışmaya bir an ara verip odada dolanmaya başladım. İlk girdiğimde bu zemini nasıl olup da göremediğimi anlayamamıştım. Büyüleyiciydi. Önce, yumuşaklığı ve nemliliği nedeniyle, çimento gibi yayılıp düzlenmiş kızıl kilden yapıldığını düşündüm; sonra, aralarda hiçbir çatlak olmadığını gördüm. Kil kuruduktan sonra büzüşür, çatlar ve aralarda oluklar oluşurdu.
Eğilip, parmaklarımı yavaşça zeminin üstünde dolaştırdım. Kiremit kadar sertti. Kil fırınlanmıştı. Sonunda, zeminin çok geniş ve düz kil tabakalarından yapıldığını, aralarının da yine yumuşak kille derzlendiğini ayırt ettim. Tabakalar, insanın, dikkat etmeyince anlayamayacağı, göze çarpmayan, çok ilginç ve çekici bir şekil dizisi oluşturmuşlardı. Tabakaların yerleştiriliş biçimindeki ustalık, bana, bunun iyi taşarlanmış bir plana göre yapılmış olduğunu düşündürdü.

Böylesine büyük tabakaların kırılmadan nasıl fırınlanabildiğim anlamak istedim. Doña Soledad’a sormak amacıyla arkamı döndüm. Aynı anda vazgeçtim. Neden söz ettiğimi anlayamazdı. Yeniden zemini incelemeye koyuldum. Kil biraz kabacaydı, ince bir zımparayı andırıyordu. Kaymayı önleyici bir yüzey oluşturuyordu.

"Pablito mu yaptı bu zemini?" diye sordum.

Yanıtlamadı.

"Müthiş bir çalışma," dedim. "Oğlunla iftihar ediyor olmalısın."

Bunu Pablito yapmıştı hiç kuşkusuz. Bu planlama gücü vc yeteneği başka kimseye ait olamazdı. Bunu, benim burada olmadığım zaman dilimi içinde yapmış olduğunu düşündüm. Ama ikinci kez düşündüğümde, doña Soledad’m odasına altı ya da yedi yıl önce yapıldığından bu yana hiç girmemiş olduğumu anımsadım.

"Pablito! Pablito, ha?" diye bağırdı kızgın, tırmalayıcı bir sesle. "Bu tür şeyleri yalnızca onun yapabileceğini nerden çıkardın?"

Uzun bir süre konuşmadan birbirimize baktık ve birden zemini kendisinin yaptığını, don Juan’m da onu buna yönelttiğini anladım.

Zaman zaman birbirimize bakarak, uzun süre konuşmadan öylece kaldık. Yeni düşüncemin doğru olup olmadığını düşünmenin kesinlikle gereksiz olduğunu hissettim.

"Ben kendim yaptım," dedi sonunda, sert bir titremle.

"Nasıl yapılacağını Nagual söyledi."

Söyledikleri, kendimi çok iyi hissetmemi sağlamıştı. Neredeyse tam anlamıyla sarılarak onu ayağa kaldırdım. Dans eder gibi döndürdüm. Onu soru yağmuruna tutmaktan başka bir şey düşünemiyordum. Tabakaları nasıl yaptığını, oluşan şeklin neyi simgelediğini, kili nereden getirdiğini öğrenmek istedim. Ne var, heyecanımı paylaşmadı. Sessiz ve kayıtsız kaldı; arada bir sorar gibi bakıyordu. Yeniden zemini incelemeye koyuldum. Yatak, birbirlerine doğru yaklaşan kimi çizgilerin tam merkezine yerleştirilmişti. Kil tabakalar, yatağın altından odaya doğru yayıldığı anlaşılan, gittikçe uzaklaşan bir motif oluşturmak amacıyla, keskin açılarla kesilmişti.

"Ne denli etkilendiğimi dile getirecek sözcük bulamıyorum," dedim.

"Sözcükler! Kimin sözcüklere gereksindiği var ki?" dedi kesercesine.

Ani bir içgörü anı yaşadım. Aklım bana ihanet ediyordu. Ondaki bu muhteşem değişikliği açıklamanın tek bir yolu vardı; don Juan onu çömezi yapmış olmalıydı. Yoksa, doña Soledad, bu tekinsiz ve erk dolu varlığa nasıl dönüşebilirdi? Onu ilk gördüğümde anlamalıydım bunu; ne var, beklentilerime bu olasılık dahil değildi. Don Juan, her ne yaptıysa, onu görmediğim o iki yıl içinde yapmış olmalı diye düşündüm; her ne kadar iki yıl bu mükemmel değişiklik için yetecek bir süre gibi görünmese de.

"Galiba sana neler olduğunu anladım," dedim kayıtsız ve neşeli bir titremle. "Kafamda bir şeyler iyice belirginleşti."

"Ya! Öyle mi?" dedi ilgisizlik içinde.

"Nagual sana büyücü olmayı öğretiyor, değil mi?"

Düşmanca baktı. Söylenebilecek en kötü şeyi söylediğimi hissettim. Yüzünde gerçek bir hor görme ifadesi vardı. Bana hiçbir şey söylemeyecekti.

"Sen ne piçsin, sen!" diye bağırdı birden, öfkeyle titreyerek.

Kızgınlığının haklı bir temele dayanmadığını düşündüm. Yatağın bir köşesine oturduğum sırada, ayağını sinirle yere vuruyordu. Derken, o da yüzüme bakmadan yatağın öteki köşesine oturdu.

"Tam olarak ne yapmamı istiyorsun?" diye sordum, kendinden emin ve köşeye sıkıştırıcı bir titremle.

"Söyledik sana!" dedi bir çığlık biçiminde. "Sen ve ben aynıyız."

Ondan, söylediklerini açıklamasını ve bu olanları anlamadığımdan bir an bile kuşku duymamasını istedim. Aniden ayağa kalktı ve eteğini yırtarcasma çıkarıp yere çaldı.

"İşte bunu diyorum!" diye bağırdı, kasıklarının içini okşayarak.

Ağzım istemeden açıldı. Ona, bir aptal gibi bakmakta olduğumun ayırdma vardım.

"Sen ve ben, işte burda aynıyız!" dedi.

İyice salaklaşmıştım. Doña Soledad, o yaşlı Kızlderili kadın, dostum Pablito’nun anası, üç beş karış ötemde yarı çıplak durmuş, bana cinsel organını gösteriyordu. Düşüncelerimi bir düzene koyamadan öylece ona bakakaldım. Bilebildiğim tek şey, bu bedenin yaşlı bir kadına ait olmadığıydı. Güzel, kaslı, kılsız, harikulade esmer uylukları vardı. Kalçalarının kemik yapısı genişçe, ama yağsızdı. Merakımı ayrımsamış olmalıydı; kendini yatağa attı.

"Ne yapacağını bilirsin," dedi apışarasım imleyerek, "burda tek olacağız."

"Doña Soledad, sana yalvarırım!" diye bağırdım. "Neler oldu sana! Pablito’nun anasısın sen!"

"Hayır, değilim!" diye kesti. "Kimsenin anası değilim ben!"

Yattığı yerden kalkıp yatağa oturdu ve kızgın gözlerle bana baktı.

"Ben de senin gibi, Nagual’m bir parçasıyım," dedi. "Biz birbirimize karılmak için yaratıldık."

Bacaklarını açıverince birden uzağa zıpladım.

"Bir dakika bekle, doña Soledad," dedim. "İzin ver, biraz konuşalım."

Vahşi bir korku anı yaşadım ve birden delice bir düşünce beliriverdi kafamda. Olabilir mi, diye sordum kendime, don Juan’m buralarda bir yerde gülmekten kırılarak gizlenmesi olası mıydı?

"Don Juan!" diye ünledim.

Çığlığım öylesine yüksek çıkmıştı ki, doña Soledad yatağından fırlayıp üstünü eteğiyle örttü. Yeniden bağırırken eteğini giydiğini gördüm.

"Don Juan!"

Sesim kısılana dek, evin her yerinde don Juan’m adını çağırarak koşup durdum. Bu arada, doña Soledad evin dışına koşup arabamın yanma varmış, ne yapacağını bilmezmişçesine bana bakıyordu. Ona doğru yürüdüm. Ve tüm bunları yapmasını, don Juan’m mı söylediğini sordum. Onaylarcasına başını salladı.

Don Juan buralarda mı diye sordum. "Hayır," dedi.

Cvp: BÖLÜM 1 - DOÑA SOLEDAD’IN DEĞİŞİMİ

"Her şeyi anlat bana," dedim.
Bana, yalnızca don Juan’ın buyruklarını yerine getirdiğini söyledi. Bana yardımcı olması amacıyla kendini değiştirip bir savaşçıya dönüşmesini buyurmuştu ona. Bu sözünü yerine getirmek için yıllardır beklediğini bildirdi.

"Şimdi çok güçlüyüm," dedi yavaşça. "Yalnızca senin için. Ama odamdayken beğenmedin beni, değil mi?"

Kendimi, bunun onu beğenmemekle bir ilgisi olmadığını, önemli olan şeyin Pablito’ya karşı hissettiklerim olduğunu açıklarken buldum; derken, ne söylediğimin ayırdmda olmadığımı ayrımsadım. Doña Soledad içinde bulunduğum o sıkıcı durumu anlamış olmalıydı, aramızda geçenlerin unutulması gerektiğini söyledi.

"Açlıktan ölmüşsündür sen," dedi canlı bir biçimde. "Sana yemek hazırlıyım."

"Bana açıklamadığın bir sürü şey daha var," dedim.

"Bak, içten söylüyorum, her ne olursa olsun bu noktadan ayrılmak niyetinde değilim. Korkuttun beni."

"Konukseverliğimi kabul etmelisin; en azından bir tas kahve olsun iç," dedi sakince. "Gel hadi, unutalım her şeyi."

Eliyle, eve girmemizi imledi. O anda derinden gelen bir hırlama duydum. Köpek ayaklanmış, söylenenleri anlarmışçasına bize bakıyordu. Doña Soledad oldukça ürkütücü bir bakış yöneltti üstüme. Sonra, bakışını yumuşattı ve gülümsedi.

"Gözlerimin seni rahatsız etmesine izin verme," dedi.

"Ben yaşlı bir kadınım, gerçek bu. Bugünlerde gözlerim kararıyor. Gözlük lazım bana galiba."

Bir kahkaha krizine tutuldu ve parmaklarını gözlük gibi yapıp gözlerinin üstüne yerleştirdi.

"Gözlüklü, moruk bir Kızılderili karısı! Ne gülünç," dedi kıkırdayarak.

O sırada kafamı toplayıp sert olmaya ve hiçbir açıklama yapmadan buradan çekip gitmeye karar verdim. Arabama binmeden önce Pablito ve kız kardeşlerine getirdiklerimi bırakmak istedim. Arabanın bagajını açıp onlara getirdiğim armağanları çıkarmaya yeltendim. Eğilip, yedek lastikle arka koltuğun arasındaki iki paketi almaya davrandım. Tam birini almış ve ötekine uzanmıştım ki, ensemde gezinen kaba bir elin varlığını hissettim. İstemeden sıçrayıp başımı açık kapağa vurdum. Dönüp baktım. O sert elin baskısı nedeniyle tam anlamıyla dönemedim, ama enseme yayılmış gümüşi bir patiyi ya da eli bir an için bile olsa görebildim. Ürküyle savrulup, kendimi steyşın arabanın arkasından sürücü koltuğuna attığımda, paketlerin hâlâ elimde olduğunun ayırdma vardım. Tüm bedenim titredi, bacaklarımın kasları titredi ve kendimi, sıçrayıp kaçarken buldum.

"Seni korkutmak istemediydim," dedi doña Soledad özür dilercesine, ben üç metre öteden onu izlerken. Teslimiyet içinde, elinin ayasını gösterdi, bana dokunan şeyin kendisi olmadığı konusunda güvence vermek istiyordu.

"Ne yaptın bana?" diye sordum, dingin ve gevşemiş biçimde konuşmaya özen göstererek.

Canı sıkılmış ya da şaşırmış gibi duruyordu. Bir şeyler mırıldandı ve söylemesi yasakmış ya da ne diyeceğini bilmiyormuş gibi başını salladı.

"Hadi, doña Soledad," dedim ona yaklaşarak, "bana numara yapma."

Ağlamaya başlayacakmış gibi duruyordu. Onu teselli etmek istedim; ne var, bir parçam buna direndi. Suskunlukla geçen bir sürenin ardından görüp hissettiklerimi anlattım.

"Korkunç!" dedi çınlayan bir sesle.

Çocuksu bir devinimle, yüzünü sağ kolunun yeniyle örttü. Ağlayacak sandım. Yanma geldim ve kolumu omzuna atmayı denedim. Tersini yapmaya gönlüm razı olmayacaktı.

"Hadi, doña Soledad," dedim, "gel bütün bunları unutalım, hem gitmeden şu paketleri de sana bırakayım."

Yüzünü görmek için önüne geçtim. Parıldayan kara gözlerini ve yüzünün bir bölümünü görebildim. Ağlamıyordu, gülüyordu. Geriye doğru zıpladım. Gülüşü kanımı dondurmuştu. İkimiz de kımıldamadan öylece kaldık. Yüzünü örtmeyi sürdürdü; ne var, gözleriyle beni izlediğini görebiliyordum. Neredeyse felç olmuş gibi orada dururken, pek karamsar olduğumu hissettim. Dipsiz bir kuyuya düşmüştüm. Doña Soledad bir cadıydı. Bedenim biliyordu bunu, ne var, ben inanamıyordum henüz. Doña Soledad’m delirdiğine ve akıl hastanesine kapatılacak yerde, evde tutulduğuna inanmak istiyordum. Kımıldamayı ya da gözlerimi ondan ayırmayı göze alamıyordum. Öylece, beş altı dakika kalmış olmalıyız. Kolu havada, kımıldamadan bekledi. Arabanın önünde, neredeyse sol çamurluğa dayanacak biçimde duruyordu. Bagaj kapağı hâlâ açıktı. Sağ kapıya doğru atılmayı düşündüm. Anahtar kontağın üstündeydi. Koşmak için ivme kazanmak amacıyla bir parça gevşedim.

Konumumu değiştirdiğimin hemen ayırdına varmışa benziyordu. Kolunu aşağı indirdi ve tüm yüzü göründü. Dişlerini kenetlemişti. Gözlerini gözlerime dikmişti. Zorlu ve kötü bir bakışla bakıyordu. Birden üstüme geldi. Eskrimci gibi ağırlığını sağ ayağına verdi ve pençe gibi elleriyle beni göğsümden yakalamak için atılırken, çok ürkütücü bir çığlık kopardı.

Bedenim bir anda eriminin ötesine sıçradı. Arabaya koştum, ama inanılmaz bir devingenlikle ayağıma sarılıp beni kendisine çekti. Yüz üstü düştüğümde, beni sol ayağımdan yakaladı. Sağ ayağımı yukarı çektim, beni bırakmasaydı, ayakkabımın tabanıyla yüzünü tekmeleyecektim. Ayaklarınım üzerine sıçradım ve arabanın kapısını açmaya çabaladım. Kilitliydi. Öteki kapıya ulaşmak amacıyla kendimi motor kapağının üzerinden attım, ama her nasılsa doña Soledad oraya benden önce ulaşmıştı. Yeniden, kaputun üstünden öteki yana geçmeyi denedimse de, tam ortaya vardığımda, sağ baldırıma saplanan keskin bir acıyla duraksadım. Beni bacağımdan yakalamıştı. Sol ayağımla tekmeleyemiyordum onu. İki bacağımı birden kaputun üstünde kıstırmıştı. Beni kendisine çekti ve tam önüne düştüm. Yerde güreştik. Muhteşem bir gücü vardı, çığlıkları kanımı donduruyordu. Devasa bedeninin baskısı altında neredeyse hareketsiz kalmıştım. Bu bir ağırlık değil, bir gerilim durumuydu ve bu gerilim onda fazlasıyla vardı. Birden bir hırıltı duydum.O koca köpek, kadının sırtına atlayıp onu benden ayırdı. Ayağa kalktım. Arabaya girmek istedim, ama o ve köpek, tam da kapının dibinde dövüşüyorlardı. Elimden gelen tek geri çekilme biçimi eve girmekti. Bunu da bir iki saniye içinde gerçekleştirdim. Dönüp arkamda neler olduğuna bakmadım bile ve eve dalıp kapıyı kapattım, kol demiriyle de berkittim. Arkaya koşup öteki kapıyı da aynı hareketlerle sağlamlaştırdım.

Köpeğin çılgıncasına kopardığı hırıltıları ve kadının insanlık dışı çığlıklarını içeriden duyabiliyordum. Derken, köpeğin hırıltıları ve havlamaları, canı acımış ya da bir şey onu korkutmuş gibi ulumaya ve inlemeye dönüştü. Mide boşluğumda bir sarsıntı hissettim. Kulaklarım çınlamaya başladı. Evin içinde tuzağa düşmüş olduğumun ayırdma vardım. Gerçek bir korkuya kapılmıştım. Eve koşmak gibi aptalca bir şey yaptığım için kendimden tiksiniyordum. Kadının saldırısı kafamı öylesine karıştırmıştı ki, tüm strateji anlayışımı yitirip, sıradan bir saldırgandan kaçarcasma eve sığınıp kapıyı kapatmakla ondan kurtulacağımı sanmıştım. Birisinin kapıya yaklaştığını ve yaslanıp açmayı denediğini duydum. Derken, çılgın gibi kapıya vurulmaya başlandı.

"Kapıyı aç," dedi doña Soledad sert bir sesle. "Bu Allahın belası köpek beni kötü hırpaladı."

Kapıyı açıp açmamayı eni konu düşündüm. Yıllar önce bir kadın büyücüyle karşı karşıya kaldığım aklıma gelmişti. Don Ju an ’a bakılırsa, kadın kafamı karıştırıp öldürücü bir vuruş yapabilmek amacıyla onun görünüşüne bürünmüştü. Doña Soledad’m, eski kişiliğine hiç benzemediği apaçıktı; ne var, onun bir büyücü olduğundan tam emin değildim. Zaman öğesi, bu inanışımda önemli bir rol oynamıştı. Pablito, Néstor ve ben yıllarca don Juan ve don Genaro’nun peşinde dolaşmış da büyücü olamamıştık. O nasıl olsundu? Ne kadar değişirse değişsin, başarması yaşam boyu süren bir şeyin üstesinden gelmiş olamazdı.

"Neden bana saldırdın?" diye yüksek sesle bağırdım, kaim kapının ardından duyulabilmesi için. Nagual’m ona, benim gitmemi engellemesini söylediğini belirterek yanıtladı. Nedenini sordum. Yanıtlamadı; bunun yerine öfkeyle kapıya vurdu, ben de daha sert vurdum. Bir süre kapıya vurmayı sürdürdük. Durdu ve kapıyı açmam için yeniden yalvarmaya başladı. Sinirsel bir güç gelmişti üstüme. Kapıyı açarsam, oradan kaçıp kurtulabileceğimi biliyordum. Kol demirini kaldırdım. Sendeleyerek içeri girdi. Gömleği yırtılmıştı. Saçını tutan bant düşmüş, uzun saçları tüm yüzünü kaplamıştı.

"Bak, o orospu çocuğu köpeğin bana yaptıklarına!" diye bağırdı. "Bak! Bak!"

Derin bir nefes aldım. Bir biçimde bilincini kaybetmişe benziyordu. Bir kerevete oturup lime lime olmuş gömleğini çıkarmaya koyuldu. Evden fırlayıp arabaya ulaşmak için bu anı seçtim. Yalnızca korkunun getirdiği bir hızla içeri daldım, kapıyı kapattım, motoru çalıştırdım ve vitesi geriye taklım. Gaz pedalına basıp başımı arka pencereye döndürdüm. Döner dönmez sıcak bir nefes yüzümü yaladı; dehşet verici bir hırıltı duydum ve bir anda köpeğin şeytansı gözlerini gördüm. Arka koltukta duruyordu. Ürkünç dişleri gözlerimin düzeyindeydi. Başımı çabucak eğdim. Dişleriyle saçlarımdan yakaladı beni. Tüm bedenimle devinmiş olmalıyım ki ayağım debriyaj pedalından uzaklaştı. Arabanın sarsıntısı, hayvanın dengesini yitirmesine neden oldu. Kapıyı açıp dışarı atladım. Köpeğin kafası kapıdan fırladı. Topuklarımı birkaç santimetreyle kaçıran çenelerinin sıkıca kapanması nedeniyle o kocaman dişlerinin birbirine vururken çıkardıkları sesi duydum. Araba geri gitmeye başladı. Yeniden eve doğru atıldım. Kapıya varmadan durdum. Doña Soledad orada duruyordu. Saçlarını yeniden bağlamıştı. Omuzlarına bir şal atmıştı. Bir an bana baktı ve derken, önce, yaraları canını yakıyormuşcasma yavaşça, sonra da yüksek sesle gülmeye başladı. Parmağını bana uzatıp midesini tuttu, derken gülmekten iki büklüm oldu. Öne doğru eğilip, görünüşe bakılırsa nefesini tutmak amacıyla biraz gerildi. Belden yukarısı çıplaktı. Kahkahalarıyla sallanan göğüslerini görebiliyordum. Her şeyi yitirdiğimi hissettim. Arabaya doğru baktım. Bir iki metre geri gidip durmuştu. Kapı köpeğin üstüne kapanmıştı. Ön koltuğun arkasını ısıran ve camlara vuran kocaman köpeği görebiliyor, çıkardığı gürültüyü duyabiliyordum. O an çok belirgin bir karar almak zorundaydım. Doña Soledad’m mı, yoksa köpeğin mi beni daha çok korkuttuğunu bilmiyordum. Bir an düşündükten sonra, köpeğin yalnızca aptal bir hayvan olduğuna karar verdim. Yeniden arabaya koşup tepesine tırmandım. Tavana yatıp yukarıdan sürücü kapısını açmayı başardım. Her iki kapıyı da açıp, köpek kapının birinden çıkarken ben de diğerinden içeri kaymayı düşünüyordum.

Sağ kapıyı açmak için eğildim. Ne var, kilitli olduğunu unutmuştum. O anda köpeğin kafası kapıdan belirdi. Köpeğin dışarı çıkıp tavana atlayacağını düşünmemle kahredici bir ürküye kapılmam bir oldu. Bir saniyeden az bir süre içinde yere atlayıp kendimi evin kapısında buldum. Doña Soledad kapı girişinde yeniden güç kazanmaya çabalıyordu. Aniden koyverdiği kahkahalar yüzünden acı çekiyora benziyordu. Arabanın içinde kalan köpek, hâlâ sağa sola saldırıyordu. Görünüşe bakılırsa, çok büyük olduğu için, kendisini bir türlü ön koltuğa aşıramıyordu. Yeniden arabanın yanma gidip yavaşça kapıyı kapattım. Sağ ön kapının kilidini açabilecek denli uzun bir sopa aradım. Evin önündeki alana bakındım. Çevrede en ufak bir tahta parçası bile görünmüyordu. Doña Soledad, bu arada içeri girmişti. Durumumu gözden geçirdim. Onun yardımına başvurmaktan başka çarem yoktu. Ürpertiler içinde eşiği geçtim; bir yerlerde saklanmış, her an üstüme atlamaya hazır durumda bekliyor olabilirdi. Her gediği ve gölgeyi gözden kaçırmamaya çabaladım.

"Doña Soledad!" diye bağırdım.
"Ne istiyorsun, Allahın belası?" diye bağırdı odasından.

"Lütfen dışarı çıkıp köpeğini arabamdan alır mısın?" dedim.

"Dalga mı geçiyorsun?" diye yanıtladı. "Benim köpeğim değil ki. Sana daha önce de söyledim, kızlarımın köpeği o."

"Kızların nerede?" diye sordum.

"Dağlarda," diye yanıtladı.

Odasından çıkıp yanıma geldi.

"O Allahın belası köpek n ’aptı, bak da gör," dedi sert bir sesle. "Bak!"

Şalını çekip çıplak sırtını gösterdi bana. Belirgin hiçbir diş izi göremedim; sert toprağa sürtünmekten de oluşabilecek birkaç yüzeysel sıyrık vardı yalnızca. Bana saldırdığı sırada kendi bile yapmış olabilirdi bunu.

"Hiçbir şeyin yok ki," dedim.

"Gel de ışığın altında bak," dedi ve kapıya yaklaştı.

Köpeğin diş izlerine dikkatlice bakmam için diretti. Aptal gibiydim. Gözlerimin çevresinde, özellikle de alnımda yoğun devinimler hissettim. Buna karşın dışarı çıktım. Köpek yerinden kıpırdamamıştı; beni görür görmez havlamaya başladı. Kendime lanet okudum. Başıma gelenlerin tek suçlusu bendim. Aptal gibi, tıpış tıpış tuzağın göbeğine düşmüştüm. Sonunda kasabaya kadar yürümeye karar verdim. Ne var ki, cüzdanım, belgelerim, sahip olduğum her şey arabada, köpeğin ayaklarının altındaki çantamdaydı. Umarsızlık her yanımı sardı. Kasabaya yürümek anlamsızdı. Cebimde kahve içecek kadar bile param yoktu. Öte yandan, kasabadan kimseyi tanımıyordum. Köpeği arabadan çıkarmaktan başka seçeneğim kalmamıştı.

"Bu köpek ne yer?" diye bağırdım kapıdan.

"Bacağını ver, belki yer," diye yanıtladı odasından ve kıkırdadı.

Evde yiyecek bir şey var mı diye bakındım. Tencereler boştu. Onu hoş tutmaktan başka çarem kalmamıştı. Umarsızlığım öfkeye dönüştü. Ölümüne dövüşmeyi göze alarak fırtına gibi odasına daldım. Üstünü şalıyla örtmüş yatağında yatıyordu.

"Sana tüm yaptıklarım için beni affet lütfen," dedi lafını sakınmadan. Gözlerini tavana dikmişti.

Açıklığı, öfkemi durdurdu.

"Durumumu anlamalısın," diye sürdürdü. "Gitmene izin veremezdim."

Yavaşça güldü ve duru, dingin ve oldukça sevecen bir sesle, hırsı ve beceriksizliği nedeniyle suçluluk duyduğunu, davranışlarıyla beni korkutmayı neredeyse başarmış olduğunu, ne var ki, durumun birdenbire değiştiğini söyledi. Sustu ve doğrulup yatağında oturdu, göğüslerini şalıyla örttü, derken, garip bir güvenlik duygusunun bedenini kapladığını ekledi. Tavana baktı ve kollarını yeldeğirmeni gibi, tekinsiz bir tartımla devindirmeye başladı.

"Burayı terk etmenin bir yolu kalmadı artık," dedi.

Hiç gülmeden beni inceliyordu. İçimdeki öfke dinginleşmişti, ne var, umarsızlığım da iyice belirginleşmişti. Güç söz konusu olduğunda ne onunla, ne de köpekle aşık atamayacağımı çok iyi biliyordum. Buluşmamızın yıllar önce ayarlanmış olduğunu, ne kendisinin ne de benim bunu aceleye getirmeye ya da bozmaya yetecek denli kişisel erke sahip olmadığımızı söyledi. "Buradan çekip gitmek için kıvranıp durma," dedi. "Bu, seni burada tutmaya çabalamam denli gereksiz. İstencinin
ötesinde bir şey seni buradan azat edecek, tıpkı benim istencimin ötesinde bir şeyin seni burada tutacağı gibi."

Ondaki bu güven duygusu yalnızca yumuşamasını sağlamakla kalmamış, sözcükleri ustalıkla kullanmasına da yol açmıştı. Anlatımı duru ve yönlendiriciydi. Don Juan her zaman sözlerin peşinden giden bir insan olduğumu söylerdi. Konuştukça, aslında gösterdiği kerte korkutucu olmadığını düşünürken yakaladım kendimi. Artık her an kavgaya hazırmış hissini vermiyordu. Aklım rahatlamıştı, ama bir başka yanım hiç de öyle değildi. Tüm kaslarım yay gibi gergindi; ne var, beni ölesiye korkutmuş olsa da çekici bir yanı olduğunu itiraf etmeliydim.

"Burayı terk etmenin ne denli gereksiz olduğunu göstereceğim sana," dedi ve yataktan aşağıya atladı. "Sana yardım edeceğim. Ne istersin?"

Gözünün ucuyla beni inceledi. Küçük beyaz dişleri gülüşüne şeytansı bir hava katmıştı. Dolgun yüzü inanılmaz derecinle yumuşaktı ve neredeyse tek bir kırışığa bile rastlanmıyordu. Burnunun her iki yanından ağzının iki köşesine inen iki derin çizgi, yüzünün görünümüne yaşlılık değil de bir olgunluk katmıştı. Yataktan kalkarken kayıtsızca üzerinden kayıp yere düşen şal, göğüslerini tümüyle açıkta bırakmıştı. Kendini örtmeye yeltenmedi. Tersine, göğsünü şişirip memelerini
dikleştirdi.

"Bakıyorum farkına vardın, ha?" dedi ve kendisinden hoşnutmuşçasına bedenini bir o yana bir bu yana salladı.

"Saçlarımı başımın ardında toplarım hep," dedi. "Nagual böyle yapmamı söylediydi. Yüzüm çekiliyor, genç gösteriyorum."

Göğüslerinden söz edeceğinden çok emindim. Bu değişiklik beni şaşırttı.

"Saçlarımın yüzümü germesi beni genç gösteriyor demek istemiyorum," dedi çekici bir gülüşle, "bu gerginlik beni gençleştiriyor."

"Bu nasıl mümkün olabilir?" diye sordum.

Cvp: BÖLÜM 1 - DOÑA SOLEDAD’IN DEĞİŞİMİ

Bir soruyla yanıtladı. Don Ju an ’m, eğer insan sarsılmaz bir arzu ve niyetle isterse her şey mümkün olur, sözünü layıkıyla anlayıp anlamadığımı sordu. Ben ise daha kesin bir açıklamanın peşindeydim. Bu kerte genç görünebilmek için saçını arkaya toplamaktan başka neler yaptığını anlamak isledim. Yatağına uzanıp kendini düşüncelerden arındırdığını, odasının zeminindeki çizgilerin, yüzündeki kırışıkları çekip almasına izin verdiğini söyledi. Ondan, daha fazla ayrıntı isledim; yatağında uzanmışken yaşadığı duygu, devinim ve algıları sordum. Hiçbir şey hissetmediği, yerdeki çizgilerin bunu nasıl becerdiğini bilmediği konusunda diretti ve tek bildiğinin, düşüncelerin kafasına dolmasına izin vermemek olduğunu söyledi, Ellerini göğsüme dayayıp yavaşça itti beni. Sorularımdan
gına geldiğini anıştırmak istemişti belki de. Arka kapıdan çıkıp dışarı doğru yürüdük. Uzun bir sopaya ihtiyacım olduğunu söyledim ona. Doğrudan odunların bulunduğu yere gitti, ama bunların arasında uzun bir sopa yoktu. Bana birkaç çivi bulmasını istedim; böylelikle iki kısa odunu birleştirebilirdim. Evin her yanında çivi aradık ama bulamadık. Son bir çare olarak Pablito’nun evin arkasına yaptığı tavuk kümesinden bulabildiğim en uzun sopayı çıkarıp almam gerekti.

Pek de sağlam görünmeyen sopa yine de işe yarayacağa benziyordu. Doña Soledad, araştırmamız sırasında ne gülmüş ne de şaka yapmıştı. Kendini tümüyle bana yardım etme işine vermiş gibiydi. Öylesine yoğun biçimde ilgilenmişti ki gerçekten başarmamı istiyormuş hissine kapılmıştım. Arabama doğru yürüdüm, elimde uzun sopa ve odunluktan aldığım daha kısa bir odun vardı. Doña Soledad sokak kapısının orada duruyordu. Sağ elimdeki kısa sopayla köpeği dürtüklerken öteki elimdeki uzun sopayla da kapının kilidini kaldırmaya çabalıyordum. Köpek neredeyse elimi ısırmak üzereyken sopa elimden düştü. O kocaman hayvanın gücü ve öikesi öylesine müthişti ki neredeyse uzun sopayı da yitirmek üzereydim. Doña Soledad yardımıma koştuğu sırada köpek sopayı bir ısırışta parçalamak üzereydi; kadın, arka cama abanarak köpeğin dikkatini çekti ve sopayı bırakmasını sağladı. Bu manevradan cesaret alarak, başım önde arabaya daldım ve ön koltuk boyunca kayıp, kilidi açmaya davrandım. Ne var, köpek tüm gücüyle bana saldırdı ve ben yaptığımdan caymaya zaman bulamadan o koca omuzlarıyla ön ayaklarını ön tarafa geçirdi. Patilerini omuzlarıma dayadı. Korkuyla sindim. Beni hırpalayacağına inanıyordum. Köpek beni öldürmek istercesine başını öne doğru uzattı, ama beni ısıracak yerde direksiyona vurdu. Kendimi dışarı attım ve tek bir hareketle kaportaya, oradan da arabanın üstüne tırmandım.

Tüylerim diken diken olmuştu. Sağ kapıyı açtım. Doña Soledad’dan, bana uzun sopayı uzatmasını istedim ve bununla arka koltuğun sırtlığını aşağı indiren kolu ittim. Köpeği rahatsız edersem öne geçer ve bu tla ona arabadan çıkacak kadar yer sağlar diye düşünüyordum. Ama kımıldamadı bile. Bunun yerine öfkeyle sopayı ısırdı. O anda, doña Soledad arabanın tepesine sıçrayıp yanıma uzandı. Köpeği rahatsız etmeme yardımcı olmak istedi. Ona arabanın tavanında kalamayacağını, çünkü köpek çıkınca arabanın içine girip buradan gitmek istediğimi söyledim. Yardımları için teşekkür edip eve gitmesini istedim. Omuzlarını silkti, aşağı atladı ve kapıya gitti. Kilidi yeniden aşağı illim ve köpeği şapkamla kızdırdım. Gözlerinin etrafına vurdum. Köpek şimdiye dek görmediğim kadar çıldırmıştı; ne var, koltuğu terk etmeyecekti. Sonunda, o koca dişleriyle sopayı ısırarak bir çekişte elimden aldı. Birden, doña Soledad’ın çığlığını duydum.

"Dikkat et! Dışarı çıkıyor!"

Arabaya bir göz attım. Köpek sıkıştığı koltuktan kurtuluyordu. Direksiyona kıstırdığı arka ayakları dışında tümüyle dışarı çıkmak üzereydi. Eve doğru yöneldim ve köpek üstüme atlamadan hemen önce içeri girmeyi becerdim. Öylesine hızlı deviniyordu ki, kapadığım kapıya tosladı. Kol demiriyle kapıyı sağlama alan doña Soledad, gıdaklar gibi bir sesle, "Faydasız olduğunu söylemiştim sana," dedi. Boğazını temizleyip bana doğru döndü.

"Köpeği bir iple bağlayamaz mısın?" diye sordum.

Anlamsız bir yanıt alacağıma emindim, ne var, her şeyi denememiz gerektiğini, gerekirse köpeği içeri sürüp burada yakalamamızı söyleyerek beni şaşırttı. Bu fikir bana çekici gelmişti. Sokak kapısını dikkatle açtım. Köpek görünürde yoktu. Bir süre daha etrafa bakındım. Hayvandan bir iz yoktu. Kendi yerine dönmüş olabileceğini umuyordum. Arabama yönelmeden önce bir an daha beklemeye karar verdiğim sırada derinden gelen bir hırıltı duydum ve arabanın içinde hayvanın o kocaman kafasını gördüm. Yeniden ön koltuğa yerleşmişti. Doña Soledad haklıydı; bunu sürdürmenin bir yararı yoktu. Bir hüzün dalgası her yanımı kapladı. Her nasılsa sonumun yaklaştığını anlamıştım. Tam bir umutsuzluk içinde, doña Soledad’a mutfaktan bir bıçak alarak ya köpeği öldüreceğimi ya da onun beni haklayacağını söyledim; tüm evi araştırdım ve değil bir bıçak, tek bir metal parçası bile bulamadım.Eğer bulsaydım dediğimi yapacaktım.

"Nagual sana yazgını kabullenmeyi öğretmedi mi?" diye sordu doña Soledad peşim sıra seğirtirken. "Şu dışardaki sıradan bir hayvan değil. O köpeğin erki var. Bir savaşçı o. Yapması gerekeni yapacak, gerekirse seni öldürecek." Bir an için denetlenemez bir boşunalık duygusuna kapıldım ve onu omuzlarından kavrayıp homurdanmaya başladım. Bu ani çıkışım onu şaşırtmamış ya da etkilememişe benziyordu. Sırtını bana döndü ve şalını yere düşürdü. Sağlam ve güzel bir sırtı vardı. Önce onu itme isteğine kapılmıştım, ne var, bunun yerine ellerimi omuzlarında dolaştırdım. Yumuşak ve pürüzsüz bir cildi vardı. Kolları ve omuzları abartısızca kaslıydı. Kaslarının üstünde çok az bir yağ tabakası vardı ve bedeninin üst kısmına o pürüzsüzlük görüntüsünü veren de buydu. Ne var ki parmaklarımın ucuyla neresine bastırırsam bastırayım, pürüzsüz cildin altındaki sert kasları hissediyordum. Göğüslerine bakmak istemedim. Evin arkasında, mutfak olarak kullanılan, yalnızca üstü kapalı alana doğru yürüdü. Onu izledim. Bir sıranın üstüne oturup, dingince ayaklarını yakaladı. O sandallarını bağlarken ben de durduramadığım bir titremeyle evin arkasına eklenen yeni bölümde dolaştım. Döndüğümde kapının yanında duruyordu.

"Konuşmayı seviyorsun," dedi kayıtsız bir sesle, beni odasına doğru götürürken. "Acele yok. Şimdi, istersen sonsuza dek konuşabiliriz."

Konsolun üstüne herhalde daha önce kendisinin koymuş olduğu yazı takımımı oradan alıp abartılı bir özenle bana verdi. Derken, yatak örtüsünü aldı, katladı ve aynı konsolun üstüne yerleştirdi. Konsolların da, duvarlar gibi sarımsı beyaz olduklarının ayırdına vardım. Örtüsüz yatak ise üç aşağı beş yukarı yerin pembemsi kırmızı rengini andırıyordu. Yatak örtüsü ise tavan ve panjurlar gibi koyu kahverengiydi.

"Hadi konuşalım," dedi sandallarını çıkarıp rahatça yerleştikten sonra. Dizlerini çıplak göğüslerine doğru çekti. Genç bir kızı andırıyordu. Saldırgan ve buyurgan tavrı gitmiş, yerini çekicilik almıştı. O anda, bir an öncesinin tam karşıtıydı. Beni yazmaya zorlama biçimine gülesim geldi. Bana don Juan ’ı anımsatıyordu.

"Şimdi vaktimiz var," dedi. "Rüzgâr değişti. Farkında değil misin?"

Farkmdaydım. Rüzgârın yeni yönünün, kendi hayırlı yönü olduğunu ve böylece rüzgârın kendine yardım edeceğini söyledi.

"Rüzgâr hakkında ne biliyorsun, doña Soledad?" diye sordum, yatağının kenarına dingince iliştiğim sırada.

"Yalnızca Nagual’m bana öğrettiklerini," dedi. "Her birimizin, yani biz kadınların belirli bir yönü, özel bir rüzgârı vardır. Erkeklerin yoktur. Ben kuzey rüzgârıyım; bu rüzgâr estiği zaman çok farklıyımdır. Nagual, bir savaşçının kendi özel rüzgârını, istediği her şey için kullanabileceğini söylediydi. Ben de bunu bedenimi gençleştirmek, çatısını yeniden çatmak için kullandım. Bak bana! Kuzey rüzgârıyım ben. Pencereden içeri girerken hisset beni."

"Neden erkeklerin de rüzgârı yok sence? Seni bu düşünceye iten nedir?" diye sordum.

Bir an düşündü ve Nagual’m bunun nedenini hiç dile getirmemiş olduğunu söyledi.

"Zemini kimin yaptığım öğrenmek istedin," dedi şalıyla omuzlarını örterken. "Ben yaptım. Tam dört yılımı aldı. Şimdi bu yer tıpkı kendim gibi."

O konuşurken, yerdeki çizgilerin kuzeyden başlayarak yayılmakta olduklarının ayırdma vardım. Ne var, oda dört ana noktayla tam uyum içinde değildi; bu nedenle yatağı duvarlara ters açıyla yerleştirilmişti, yerdeki kil tabakaları da öyleydi.

"Yeri neden kırmızı renkte yaptın, doña Soledad?"

"Benim rengim bu. Kızıl toprak gibi kırmızıyım ben de. Kızıl kili çevredeki dağlardan getirdim. Nagual bunları nerede bulacağımı söyledi, taşımama da yardım etti, tıpkı diğerleri gibi. Herkes yardım etti."
"Kili nasıl fırınladın?"

"Nagual bana bir kuyu kazdırttı. Bunu odunla doldurduk ve yassı kayalarla sıkıştırdığımız kil tabakalarını odunların arasına yerleştirdik. Kuyuyu kafes teliyle örtüp üstünü toprakla sıvadım. Sonra da odunları ateşe verdim. Günlerce yandı."

"Tabakaların eğrilip bükülmesini nasıl önledin?"

"Ben yapmadım. Rüzgâr yaptı, ateş yandıkça esen kuzey rüzgârı. Nagual bana, kuyunun kuzeye ve kuzey rüzgârına bakacak biçimde nasıl yapılması gerektiğini öğretti. Bana kuzey rüzgârı için dört delik açtırttı, böylece rüzgâr kuyunun içinde dolaştı. Toprak sıvanın ortasında bir delik daha açtırarak dumanın dışarı çıkmasını sağladı. Rüzgâr odunların günlerce için için yanmasına neden oldu; kuyu soğuyunca üstünü açtım ve tabakaları düzleyip parlatmaya başladım. Yeterince tabaka yapıp odamın zeminini döşemek, bir yılımı aldı."

"Yerdeki şekilleri nasıl biçimlendirdin?"

"Bunu rüzgâr öğretti bana. Odamın zeminini yaparken rüzgâra direnmemeyi, Nagual daha önce öğrettiydi. Rüzgârıma teslim olup bana kılavuzluk etmesine nasıl izin vereceğimi gösterdiydi. Bunu yapmak onun yıllarını aldı. Başlangıçta başa çıkılmaz aptal bir ihtiyar karıydım; bunu bana kendisi söyledi ve haklıydı da. Ama, her şeyi çok çabuk öğrendim. Belki de çok yaşlı olmamdan ve yitirecek hiçbir şeyim olmamasmdandır. Başlangıçta, işimi daha da zorlaştıran şey duyduğum korkuydu. Nagual’m varlığı bile korkudan aklımın başımdan gitmesine ve bayılmama yetiyordu. Nagual herkes üzerinde aynı etkiyi uyandırırdı. O kerte korkutucu olmak onun yazgısıydı."

Konuşmayı bırakıp bana bakmaya başladı.

"Nagual insan değil," dedi.

"Nedir sana bunu söyleten?"

"Nagual kimsenin bilmediği zamanlardan gelen bir şeytan."

Söyledikleri kanımı dondurmuştu. Kalbimin deli gibi çarptığını hissettim. İstese bile benden daha iyi bir dinleyici bulamazdı herhalde. Ölümüne meraklanmıştım. Söylediklerini açıklaması için yalvardım ona.

"Dokunuşuyla insanlar değişti," dedi. "Biliyorsun bunu. Senin bedenini değiştirdi. Sen, onun ne yaptığını anlayamadı n bile. Ama o, senin yaşlı bedenine giriverdi. İçeriye bir şey yerleştirdi. Aynısını bana da yaptı. İçime bir şey bıraktı vc o şey denetimi ele aldı. Yalnızca bir şeytan başarabilir bunu. Ben kuzey rüzgârıyım artık, ne kimseden korkarım ne de bir şeyden. Beni değiştirmeden önceyse adının söylenmesinden ötürü düşüp bayılacak kerte korkak, zayıf, çirkin, yaşlı bir kadındım. Tabii, Pablito’nun bana bir yararı dokunamazdı; Nagual’dan, ölümün kendisinden de fazla korkuyordu.

"Bir gün evde tek başmayken Nagual ve Genaro geldiydi. Kapının yanında kaplanlar gibi dolandıklarını duydum. Hemen haç çıkardım; benim için iki iblisti onlar, ne var, bir yardımım olur mu diye yanlarına gittim. Karınları açtı, onlara güzel bir yemek hazırladım. Sukabağmdan oyulmuş kalırı ve büyük kâselerim vardı. Onlara birer kâse çorba verdim. Nagual yemeği pek beğenmemişti anlaşılan; zayıf ve yaşlı bir kadının yaptığı yemeği yemek istemezdi. Bilerek sakarlık etti ve kolunu çarpıp kâseyi masadan attı. Ama kâse kapaklanıp içindeki her şey yere saçılacak yerde, Nagual’m vuruşunun gücüyle kaydı ve tek bir damla damlamadan tam ayaklarımın dibine düştü. Kâse aslında ayağımın dibine kondu ve ben alıncaya dek orada kaldı. Onu kaldırıp masaya, Nagual’m önüne koydum ve her ne kadar yaşlı ve zayıf bir kadın olsam ve kendisinden korksam da yemeğimin iyi duygular taşıdığını söyledim.

"O andan sonra Nagual bana karşı tümüyle değişti. Çorba kâsesinin ayağımın dibine düşmesi ve tek bir damlanın bile akmamış olması, erkin beni ona gösterdiğinin kanıtıydı. Bunu o zaman bilmiyordum tabii ve yemeğimi reddettiği için utanca kapıldığını sandım. Bu değişimin nedenini anlayamadım. O an hâlâ korku doluydum, gözlerine bile bakamıyordum. Ne var, gittikçe ilgilenmeye başladı benimle. Bana armağanlar da getirdi: Bir şal, bir giysi, bir tarak ve başka şeyler. Tüm bunlar çok kötü şeyler hissetmeme neden oldu. Utanmıştım, çünkü onu kadm arayan bir erkek sanmıştım. Nagual’ın elinde genç kadınlar vardı, benim gibi yaşlı bir kadınla ne yapacaktı ki? Önceleri armağan ettiği giysileri giymeye, hatta bakmaya bile yeltenmedim, ama Pablito beni razı etti ve bunları kullanmaya başladım. Nagual’dan daha da fazla korkmaya başladım ve onunla yalnız kalmayı istemedim. Şeytanın teki olduğunu biliyordum. Kadınına ne yaptığını
da biliyordum."

Onu durdurma gereğini hissettim. Don Juan’m yaşamında bir kadm olduğunu bilmediğimi söyledim.

"Kimden söz ettiğimi biliyorsun," dedi.

"İnan bana bilmiyorum, doña Soledad."

"Bırak şimdi. La Gorda’yı kastettiğimi biliyorsun."

Bildiğim tek "la Gorda" Pablito’nun kız kardeşiydi, inanılmaz derecede şişman oluşu nedeniyle Gorda, yani Şişko diye çağırılan kız. Her ne kadar kimse bana söylememiş olsa da onun, doña Soledad’m gerçek kızı olmadığı hissine kapılmıştım. Daha fazla bilgi almak için zorlamak istemedim onu. Birdenbire şişman kızın aniden ortadan kaybolduğunu ve hiç kimsenin kıza neler olduğu konusunda bana bilgi vermediğini ya da buna yeltenmediğini anımsamıştım.

"Bir gün evin önünde, tek başmaydım," diye sürdürdü doña Soledad. "Nagual’m bana verdiği fırçayla saçımı tarıyordum; burnumun dibine dek geldiğini ve arkamda durduğunu anlamayamamıştım. Birden elleriyle beni çenemden yakaladığını hissettim. Çok yavaş bir sesle, kımıldamamam gerektiğini, aksi takdirde boynumun kırılabileceğini söylediğini duydum. Başımı sola doğru döndürdü. Öyle çok değil, birazcık. Öylesine korktum ki, bir çığlık atıp elinden kurtulmaya çabaladım, ama uzun, çok uzun bir süre başımı sıkıca lutmayı sürdürdü.

"Çenemi bıraktığında bayılmışım. Sonra neler oldu bilmiyorum. Ayıldığımda, şu anda oturduğum yerde uzanmış yatıyordum. Nagual gitmişti. Öylesine utanmıştım ki, kimseleri görmek istemedim, hele de la Gorda’yı. Hatta, Nagual’ın boynumu çevirmediğini, aslında bir karabasan gördüğümü sandım."

Durdu. Bir açıklama bekledim. Dağılmış gibiydi, düşüncelere dalmıştı belki de.

"Tam olarak neler oldu, doña Soledad?" diye sordum, kendimi tutamamıştım. "Sana bir şey yaptı mı?"

"Evet. Gözlerimin yönünü değiştirmek amacıyla boynumu büktü," dedi ve şaşkınlığım karşısında kahkahayı patlattı.

"Yani, o...?"

"Evet. Yönümü değiştirdi," diye sürdürdü, meraklılığının farkına varmadan. "Bunu sana da, başka herkese de yaptı."

"Doğru. Bana da yapmıştı. Peki sence neden yaptı bunu?"

"Yapmalıydı. Yapılacak en önemli şeydi bu."

Don Juan’m kesinlikle gerekli gördüğü özel bir edimden söz ediyordu. Bu konuda daha önce kimseyle konuşmamıştım. Aslında, neredeyse unutmuştum bile. Çömezliğimin başlangıcında, Kuzey Meksika’nın dağlarında bulunduğumuz bir sırada iki küçük ateş yakmıştı. İki ateşin arası altı metre kadar vardı. Beni de bir o kadar uzağa oturtmuş, bedenimi, özellikle de başımı oldukça gevşemiş ve doğal bir konumda tutmuştu. Derken, beni ateşlerden birine baktırmış, arkamdan yaklaşarak omuzlarımı değil ama gözlerimi öteki ateşle aynı hizaya getirmek amacıyla boynumu sola bükmüştü. Başımı, ateşler sönünceye dek o konumda tutmuştu. Yeni yön güneydoğuydu ya da ikinci ateş güneydoğu yönünde yakılmıştı. Tüm bu olayı, don Juan’m anlaşılmaz tuhaflıklarından ya da anlamsız törenlerinden biri olarak algılamıştım.

"Nagual, hepimizin yaşamlarımız süresince bir bakış yönü oluşturduğumuzu söylediydi," diye sürdürdü konuşmasını.

"Bu, tinin gözlerinin bakış yönü olurmuş. Yıllar geçtikçe, bu yön aşırı kullanılır, zayıflar ve kötülermiş ve bizler de bu özel yöne bağlı olduğumuz için zayıflar ve kötülermişiz. Nagual, boynumu büküp korkudan bayılana dek tuttuğu gün, bana yeni bir yön vermiş oldu."

"Sana hangi yönü verdi?"

"Niye sordun bunu?" dedi gereksiz bir vurgulamayla.

"Nagual’m belki de bana farklı bir yön mü verdiğini sanıyorsun?"

"Bana verdiği yönü söyleyebilirim," dedim.

"Zahmet etme," diye çıkıştı. "Kendisi zaten söylediydi."

Kaygılanmış gibiydi. Konumunu değiştirip karnının üstüne yattı. Yazmaktan sırtım ağrımıştı. Yere oturup yatağını masa gibi kullanmak için izin istedim. Ayağa kalktı ve katlanmış yatak örtüsünü, yatak olarak kullanmam için elime ovuşturdu.

"Nagual başka neler anlattı sana?" diye sordum.

"Nagual, yönümü değiştirdikten sonra erkten gerçek anlamda söz etmeye başladı bana," dedi yeniden uzanırken.

"Önceleri, olaylardan kayıtsızca bahsediyordu, çünkü beni nasıl yönlendireceğini bilemiyordu. Bir gün beni Sierralarda kısa bir yürüyüşe çıkardı. Derken bir başka gün otobüse atlayıp çöle, doğup büyüdüğü topraklara gittik. Yavaş yavaş onunla bir yerlere gitmeye alıştım."

"Sana hiç erk bitkisi verdi mi?"

"Bir keresinde, çöldeyken Mescalito verdiydi bana. Ama kof bir kadın olduğum için Mescalito beni reddetti. Dehşet verici bir buluşma oldu bu. İşte, bundan sonra Nagual, beni aslında rüzgârla tanıştırması gerektiğini anladı. Bu bir yora görmesinden sonra oldu, tabii. Her ne kadar görmeyi bilen bir büyücü olsa da yorayı algılamadan ne yöne gideceğini bilemeyeceğini söylemişti o gün, üst üste. Zaten, günlerce benimle ilgili bir belirti beklemişti. Ama, erk bunu göndermek istemedi. Ondan sonra da beni guajesiyle tanıştırdı ve Mescalito’yu gördüm."

Onu durdurdum. "Guaje", yani sukabağmdan yapılan matara sözcüğünü kullanış biçimi kafamı karıştırdı. Bana anlattıkları bağlamında irdelendiğinde, sözcüğe hiçbir anlam yiiklenemiyordu. Belki de mecazi anlamda kullanmıştı ya da bu matara bir hüsnütabir diye düşündüm.

"Guaje nedir, doña Soledad?"

Gözlerine şaşkın bir bakış yerleşti. Yanıtlamadan önce şöyle bir duraksadı.
"Mescalito, Nagual’m guajesidir," dedi sonunda.

Yanıtıyla kafamı daha da karıştırmıştı. Hele bana gerçek bir istekle anlamı aktarmak için çabaladığını anladığımda kendimi küçük düşmüş hissettim. Daha fazla açıklama yapması için üstelediğimde, benim her şeyi zaten bildiğimde diretti. Meraklı sorularıma set çekmek don Juan’m en sevdiği kurnazlıktı. Ona, don Juan’ının bana, Mescalito’nun, peyote ormanlarında bulunan bir tanrı ya da bir güç olduğunu söylediğini aktardım. Mescalito’nun, onun matarası olduğunu söylemek kesinlikle aptallıktı.

"Nagual, matarası aracılığıyla, seni istediği her şeyle tanıştırır," dedi bir suskunluğun ardından. "Erkinin püf noktası budur. Herkes verebilir sana peyoteyi, ne var, yalnızca bir büyücü tanıştırabilir sana Mescalito’yu, matarası aracılığıyla."

Konuşmayı kesip gözlerini bana dikti. Bakışlarından ateş fışkırıyordu.

"Neden zaten bilmekte olduklarını yinelettiriyorsun bana?" diye sordu, sesinde kızgın bir titremle.

Bu ani çıkışıyla aptallaşmıştım. Daha bir an önce neredeyse tatlı bir durumdaydı.

"Bendeki bu değişikliklere kafanı takma," dedi yeniden gülümserken, "kuzey rüzgârıyım ben, çok sabırsızım. Yaşamım boyunca, düşündüklerimi kimseye aktarmaya cüret edemedim. Kimseden korkum yok artık. Ne hissedersem onu söylüyorum. Benimle birlikteyken güçlü olmalısın."

Karın üstü ilerleyerek yakınıma geldi.

"Eveet, Nagual beni matarasından çıkan Mescalito’yla tanıştırdı," diye sürdürdü. "Ama bana olacakları tahmin edemedi. Senin Mescalito’yla buluşmana ya da Eligio’nunkine benzer bir şeyler bekliyor olsa gerekti. Her iki durumda da şaşırıp kalmış ve bir sonraki adımın atılmasını matarasına bırakmıştı. Her iki durumda da matarası ona yardımcı olmuştu. Ama benim olayım farklıydı; Mescalito, ona, bir daha beni oralara getirmemesini söylemişti. Nagual ve ben yöreyi aceleyle terk ettik. Eve döneceğimize kuzeye gittik. Mexicali’ye gitmek amacıyla otobüse bindik, ama çölün ortasında indik. Vakit geç olmuştu. Güneş dağların ardına girmişti. Nagual, yolu geçip yürüyerek güneye gitmek istedi. Hızla giden birkaç arabanın geçmesini beklediğimiz sırada omzuma vurdu ve yolun tam karşısını imledi. Bir toz hortumu gördüm. Ani bir rüzgâr yolun o tarafında tozları kaldırıyordu. Bize doğru gelişini izledik. Nagual yolun karşısına koştu ve rüzgâr her yanını kapladı. Beni yavaşça olduğum yerde döndürüp yitti gitti. Don Juan’m beklediği yoraydı bu. O günden sonra, rüzgâra ulaşmak amacıyla dağlara ve çöle gittik. Rüzgâr beğenmedi beni önce, yaşlıydım çünkü. O zaman, Nagual beni değiştirmeye girişti. Önce bu odayı ve zemini yaptırdı bana. Derken, yeni giysiler giydirdi ve hasır yaygı yerine şilte üzerinde yatırdı. Ayakkabılar giydirdi, konsollarımı giysilerle doldurdu. Yüzlerce kilometre yürümeye zorladı beni ve sessiz kalmayı öğretti. Çok hızlı öğrendim. Anlamsız ve nedensiz şeyler de yaptırdı bana.

"Bir gün, onun memleketinin dağlarındayken rüzgârı ilk kez dinleyebildim. Doğrudan rahmime geldi. Düz bir kayanın üstüne yatmıştım, rüzgâr çevremde dönüp duruyordu. Aynı gün, çalılıkların orda da dolandığını görmüştüm gerçi ama bu kez yanıma geldi ve durdu. Karnımın üstüne konan bir kuş gibiydi. Nagual tüm giysilerimi çıkarttırmıştı; tümüyle çıplaktım ama üşümüyordum, rüzgâr ısıtıyordu beni çünkü."

"Korkmuş muydun, doña Soledad?"

"Korkmak ne söz, donup kalmıştım. Rüzgâr canlıydı; tepeden tırnağa yaladı beni. Derken, bedenimin içini tümüyle kapladı. Balon gibiydim, sonra rüzgâr, kulaklarımdan, ağzımdan ve dile getirmek istemediğim başka yerlerimden çıkto. Öleceğim sandım, Nagual beni tutmasa kaçıp gidecektim. Kulağıma fısıldayıp dinginleştirdi beni. Öyle yattım kayanın üstünde ve bıraktım rüzgâr istediğini yapsın. Rüzgâr, işte ondan sonra yapmam gerekenleri söyledi bana."

"Neyi yapmanı söyledi?"
"Yaşamımı, benimle ilgili şeyleri, odamı, duygularımı. Açık seçik değildi önce. Ben düşünüyorum sandım. Nagual öyle sandığını söyledi. Aslında, sakinleşince başka bir şeyin bize bir şeyler söylediğinin ayırdına varırız."

"Ses duydun mu?"

"Hayır. Rüzgâr, bir kadının bedeni içinde kımıldanır. Nagual bunun böyle olduğunu, çünkü kadınların rahimleri olduğunu söylediydi. Rüzgâr rahmin içine girer girmez seni kavrar ve ne yapacağını söyler. Kadın ne denli dingin ve sessizse sonuç o kerte iyi olur. Kadın birdenbire, hayatta nasıl yapıldığını bilmediği şeyleri yaparken buluverir kendini de diyebilirsin buna.

"O günden sonra rüzgâr hep geldi bana. Rahmimin içindeyken konuştu benimle ve bilmek istediğim her şeyi anlattı. Nagual, ta başından beri benim kuzey rüzgârı olduğumu anlamıştı. Öteki rüzgârlar, her ne kadar onları ayırt etmeyi öğrendiysem de benimle onun konuştuğu gibi konuşmadılar hiç."

Cvp: BÖLÜM 1 - DOÑA SOLEDAD’IN DEĞİŞİMİ

"Kaç tür rüzgâr var?"

"Dört rüzgâr vardır, dört yön gibi. Tabii bu büyücülere ya da her ne yapıyorlarsa ona göre geçerlidir. Dört, bir erk sayısı onlar için. Meltemdir ilk rüzgâr; sabah. Umut ve parlaklık taşır, günün müjdecisidir. Gelir, gider ve her yere girer. Kimi zaman yumuşak ve anlaşılmazdır, kimi zamansa dırdırcı ve sıkıcı.

"Bir başka rüzgâr da yeğin rüzgârdır, sıcak, soğuk ya da ikisi birden olur. Gün ortası rüzgârıdır bu. Tüm gücüyle ama tam bir körlük içinde eser. Kapıları zorlar, duvarları devirir. Büyücünün yeğin rüzgârla aşık atması için aşırı güçlü olması gerekir.

"Derken, öğleden sonrasının soğuk rüzgârına gelir sıra. Hüzünlü ve yorucudur. Bir an olsun erince kavuşmana izin vermez. İliğine dek üşütür seni, ağlatır. Nagual, bunun göründüğünden de derin bir şey olduğunu ve peşinde koşmanın zahmete değmekten de öte bir şey olduğunu söyledi.

"Sonuncusuysa sıcak rüzgârdır. Her şeyi korur, ısıtır ve kaplar. Büyücüler için bu, gece rüzgârıdır. Erki, karanlıkla birlikte sürer.

"Bunlar dört rüzgâr işte. Aynı zamanda dört yönle de bağdaştırılabilir. Meltem doğudur. Soğuk rüzgâr da batı. Sıcak rüzgâr güneydir. Yeğin rüzgârsa kuzey.

"Dört rüzgârın kişilikleri de vardır. Meltem neşeli, kaygan ve kaypaktır. Soğuk rüzgâr kafadar, melankolik ve daima düşüncelidir. Sıcak rüzgâr mutlu, terk edilmiş, ama canlıdır. Yeğin rüzgâr ise güç dolu, buyurgan ve sabırsızdır.

"Nagual, bana dört rüzgârın da kadın olduğunu söyledi. Kadın savaşçıların rüzgârların peşinde koşma nedenleri buymuş. Rüzgârlar ve kadınlar benzeşirlermiş. Kadınların erkeklerden daha iyi olmalarının nedeni de buymuş. Kadınlar kendi özgün rüzgârlarına sıkıca sarılınca daha hızlı öğreniyorlar da diyebilirim."

"Kadın kendine özgü rüzgârın hangisi olduğunu nasıl bilebilir?"

"Kadın sesini kısar da kendiyle konuşmayı bırakırsa, rüzgârı gelip öylece alıverir onu."

Eliyle kavrarmış gibi yaptı.

"Çırılçıplak yatması mı gerek?"

"Eh işte, yardımcı olur bu. Hele de utangaçsa. Yaşlı, şişman bir kadındım ben. Giysilerimi hiç çıkarmamıştım. Onlarla yatardım, yıkanırken donumu çıkarmazdım. O şişman bedenimi rüzgâra göstermek, ölmek gibi bir şeydi benim için. Bunu bilen Nagual, sonuna dek kullandı bunu. Kadınlarla rüzgârların dostluğunu da biliyordu, ama onu şaşırtmış olduğum için Mescalito’yu göstermişti bana.

"O boynumu büktüğü uğursuz günün ardından, Nagual’ın elindeydim artık. Beni ne yapacağını bilmediğini söyledi bana. Ama, şişman ve yaşlı bir kadını yaşamında görmek islemediği de bir gerçekti. Nagual, bana karşı, tıpkı sana karşı hissettiği duyguları hissediyordu. Apışıp kalmıştı. Ne sen ne de ben buralarda olmamalıydık. Sen Kızılderili değilsin, ben ise yaşlı bir kocakarıyım. İkimiz de gereksiziz, aslını arayacak olursan. Bir de şimdiki halimize bak. Demek ki bir
şeyler olmuş.

"Kadın erkekten çok daha esnek ve yatkın, tabii. Kadın, bir büyücünün erki sayesinde çabucak değişebilir. Özellikle de Nagual gibi bir büyücünün erkiyle. Nagual’a göre, erkek çömez aşırı zordur. Örneğin sen la Gorda kadar değişmedin, üstelik o senden çok daha sonra başladı. Bir kadın daha yumuşak ve daha naziktir, her şeyin ötesinde bir matara gibidir; verileni alır. Ama her nasılsa erkek daha fazla erke hükmedebiliyor. Öte yandan, Nagual bunu hiçbir zaman kabul etmedi, o da başka kadınların benzersiz olduklarına, onların en iyi olduklarına inandı. Erkeklerin daha iyi olduğunu hissetmemi, benim kof bir kadın olmama dayandırırdı. Haklı olmalı. Öylesine uzun süredir boş ki içim, tam olmanın nasıl bir şey olduğunu unutmuş olmalıyım. Nagual, eğer yeniden tam olmayı başarırsam bu konudaki hislerimin de değişeceğini söyledi. Ama eğer haklı olsaydı o sevgili Gorda’sı da Eligio denli başarılı olurdu ve senin de bildiğin gibi hiç de öyle değil."

Anlatışının akışını izleyemiyordum çünkü bazı şeyleri bildiğimi varsayıyordu. Örneğin, bu bağlamda Eligio ya da la Gorda’nm neler yaptıkları konusunda hiçbir fikrim yoktu.

Cvp: BÖLÜM 1 - DOÑA SOLEDAD’IN DEĞİŞİMİ

"La Gorda, Eligio’dan hangi anlamda değişikti?" diye sordum. Bana bir an, içimdeki bir şeyi denetlermiş gibi baktı. Derken, yeniden dizlerini göğsüne çekip oturdu.

"Nagual her şeyi anlattı bana," dedi birden. "Nagual’m benden gizlediği hiçbir şey olmadı. Eligio en iyimizdi; işte, bu dünyada olmasının nedeni de bu. Geri dönmedi. Aslında öyle iyiydi ki, çömezliğinin bitiminde bir uçuruma atlamasına bile gerek kalmadı. Genaro gibiydi o; bir gün tarlada çalışırken bir şey geldi ve onu alıp götürdü. Kendini salıvermeyi biliyordu."

Ona, ben gerçekten uçuruma atladım mı, diye sormak üzere olduğumu hissettim. Sorumu sormadan önce bir an için düşündüm. Eninde sonunda, bu konuyu aydınlığa çıkarmak için gelmiştim Pablito’yla Nestor’u görmeye. Bu konuyla ilgili olarak don Juan’m dünyasındaki herhangi bir kişiden öğreneceğim bir bilgi parçası benim için fazladan bir ikramiye olacaktı.

Sorumu aktarır aktarmaz güldü.

"Yani şimdi sen, ne yapmış olduğunu bilmediğini mi söylüyorsun?" diye sordu.

"Gerçek olmaktan öylesine uzak ki," dedim.

"İşte bu Nagual’ın dünyası, hiç kuşkusuz. İçimdeki hiçbir şey gerçek değil. Onun kendisi bana, hiçbir şeye inanmamamı söylediydi. Ne var, erkek çömezlerin atlaması gerek. Tabii eğer Eligio gibi gerçekten görkemli değilseler.

"Nagual, beni ve la Gorda’yı alıp o dağa götürdü ve bizi en dibine baktırdı. İşte orada bize ne tür bir uçan Nagual olduğunu gösterdi. Ama yalnızca la Gorda izleyebildi onu. O da karanlığa atlamak istedi. Nagual bunun gereksiz olduğunu söyledi ona. Dişi savaşçıların bundan daha acı veren ve daha zor şeyler yapmaları gerektiğini söyledi. Bize, bu atlayışın yalnızca dördümüz için olduğunu söyledi. Olan da buydu zaten, siz dördünüz atladınız."

Dördümüzün atladığını söyledi, ne var, ben yalnızca Pablito’nun ve benim atladığımı sanıyordum. Açıklamalarının ışığında, don Juan ve don Genaro’nun da bizi izlediklerine hükmettim. Bu pek aptalca gelmedi bana; hatta hoş ve dokunaklıydı bile.

"Sen ne diyorsun?" diye sordu, düşüncelerimi dile getirmemin ardından. "Ben, senden ve Genaro’nun üç çömezinden söz ediyorum. Sen, Pablito ve Nestor aynı gün atladınız."

"Genaro’nun öbür çömezi kim? Ben yalnızca Pablito ve Nestor’u biliyorum."

"Ne yani, Benigno’nun, Genaro’nun çömezi olduğunu bilmediğini mi söylemek istiyorsun?"

"Hayır, bilmiyordum."

"Genero’nun en eski çömeziydi o. Siz atlamadan önce, tek başına atladı."

Benigno, Sonora Çölü’nde don Juan’la dolanırken bulduğumuz beş Kızılderili gençten biriydi. Erk nesnelerinin peşindeydiler. Don Juan, bana onların hepsinin büyücülük uğraşının çömezi olduklarını söylemişti. O gün Benigno’yu gördükten sonra, birkaç gün içinde onunla sıra dışı bir dostluk geliştirmiştim. Güney Meksikalı’ydı. Pek sevmiştim onu. Nedendir bilinmez, kişisel yaşamıyla ilgili etkili bir gizem oluşturmak çok hoşuna gidiyordu. Kim olduğunu ya da ne yaptığını hiçbir zaman ortaya çıkaramadım. Onunla ne zaman konuştuysam, yoklamalarımdan kurtulmakta gösterdiği ezici başarıyla beni şaşırtmıştı. Bir keresinde don Juan, Benigno ile ilgili kendiliğinden bilgi vermiş ve onun bir velinimet ve bir öğretmen bulmasından çok mutlu olduğunu söylemişti. Don Juan ’m açıklamasını, hiçbir anlam içermeyen sıradan bir yaklaşım olarak almıştım. Dona Soledad on yıllık eski bir bilinmezi açığa çıkarmıştı benim için.

"Sence neden don Juan bana Benigno’dan söz etmedi?"

"Kim bilir? Bir nedeni olmalı mutlaka. Nagual hiçbir şeyi düşünmeden yapmazdı."

Konuşmamızı yazıya dökmeden önce ağrıyan sırtımı yatağının kenarına vermem gerekti.

"Peki, Benigno’ya ne oldu?"

"İyidir. Hatta belki herkesten de iyi. Göreceksin onu. Pablito ve Nestor’la birlikte. Şu aralar birbirlerinden ayrılamıyorlar. Üstlerinde Genaro’nun izi var sanki. Aynı şey kızlara da oldu; Nagual’m izi üstlerinde olduğu için onlar da ayrılamıyorlar."

Onu durdurup hangi kızlardan söz ettiğini açıklamasını istemem gerekti.

"Benim kızlarım," dedi.

"Senin kız çocukların mı? Yani, Pablito’nun kız kardeşleri mi?"

"Pablito’nun kız kardeşleri değil. Onlar, Nagual’m çömezidir."

Açığa vurduğu bu yeni bilgi beni yerime mıhladı. Yıllar once Pablito’yla tanıştığımdan bu yana, evinde yaşayan dört kızın onun kız kardeşleri olduğuna inandırmıştım kendimi. Don Juan bile bana böyle söylemişti. Tüm öğleden sonra boyunca yaşadığım o umarsızlık duygusu yeniden eline geçirdi beni. Doña Soledad’a güvenilmezdi, bir şeyler tezgâhlıyor olmalıydı. Her ne nedenle olursa olsun, don Juan’m beni bu kerte yanıltmayacağından emindim.

Doña Soledad saklamadığı bir merakla inceledi beni.

"Rüzgâr, senin bana inanmadığını fısıldadı bana," dedi ve güldü.

"Rüzgâr haklı," dedim sertçe.

"Yıllardır gördüğün kızlar Nagual’mdır. Onun çömeziydiler.

Şimdi Nagual gittiğine göre onlar Nagual oldular. Ama onlar benim de kızlarım. Benim! "Pablito’nun annesi değilim, ama onlar benim kız çocuklarım mı demek istedin?"

"Onlar benim demek istedim. Nagual, onlara göz kulak olmak için bana verdi. Her zaman yanlış yapıyorsun çünkü her şeyi açıklamak için sözcüklere yapışıyorsun. Pablito’nun annesi olduğuma göre ve onların benim kızlarım olduğunu duyduğun için, Pablito’yla kızların illa kardeş olması gerekiyor sana göre, di mi? Kızlar benim gerçek bebelerim, Pablito benim rahmimden çıkmış olsa bile benim gerçek düşmanımdır."

Açıklamalarına verdiğim tepki, allak bullak olmayla öfkenin gerçek bir karışımıydı. Yalnızca sapkın değil, aynı zamanda tehlikeli bir kadın olduğunu düşündüm. Her nasılsa bir parçam, bunu buraya geldiğim andan beri biliyordu. Uzun süre beni izledi. Ona bakmama engel olmak için yatağın üzerine oturmuştum yeniden.

"Nagual senin tekinsizliğin konusunda uyarmıştı beni," dedi birdenbire, "ama ne demek istediğini anlamamıştım. Şimdi biliyorum artık. Bana dikkatli olmamı ve öfkeye kapılmamamı, çünkü senin bir vahşi olduğunu söyledi. O kerte dikkatli davranmadığım için kusura bakma. Bunun yanı sıra, yazı yazmayı sürdürdüğün sürece cehenneme düşsen bile bunun ayırdına varamayacağını söylediydi. Seni bu konuda rahatsız etmedim. Ayrıca, kuşkucu olduğunu, çünkü sözcüklerinin başını derde soktuğunu söyledi. Seni bu konuda da sıkmadım. Seni mutlu etmek için deliler gibi konuştum."

Sesinin tınısında sessiz bir suçlama seziliyordu. Onu canından bezdirdiğim için sıkılmıştım bir biçimde.

"Bana anlattıklarına inanmak çok zor," dedim. "Ya sen ya da don Juan bana çok kötü yalan söylediniz."
"Ne ben, ne de o sana yalan söyledi. Yalnızca anlamak istediğini anladın sen. Nagual, bunun senin boşluğunun bir nedeni olduğunu söyledi.

"Kızlar, Nagualın çocukları, nasıl ki sen ve Eligio da onun çocuklarıysanız. Onun altı çocuğu oldu, dört kadın, iki de erkek. Genaro’nunsa üç oğlu. Hepsi yapar dokuz. Aramızdan biri, Eligio başarmış durumda, şimdi de deneme sırası siz sekizlerde."

"Eligio nereye gitti?"

"Nagual ve Genaro’yla buluşmaya."

"Peki, Nagual ve Genaro nereye gittiler?"

"Nereye gittiklerini biliyorsun. Benimle dalga geçiyorsun, değil mi?"

"Ama sorun bu, işte dona Soledad. Seninle dalga geçmiyorum."

"Peki, söyleyeceğim sana öyleyse. Senden hiçbir şey gizleyemem. Nagual ve Genaro geldikleri yere döndüler, öteki dünyaya. Zamanları dolduğunda, öylece adım atıverdiler oradaki karanlığın içine ve geri gelmek istemediklerine göre gecenin karanlığı onları yutuverdi."

Onu daha fazla yoklamanın gereksiz olduğunu hissettim. Konuyu değiştirmeye hazırdım; ne var, önce o konuştu.

"Atladığında, öteki dünyanın bir kapısını yakalayabilmiştin," dedi. "Ama belki de atlama kafanı karıştırmıştır. Çok kötü. Bu konuda kimseler bir şeycik yapamaz. Erkek olmak senin yazgın. Kadınlar bu bağlamda erkeklerden çok daha iyidir. Uçuruma atlamaları gerekmez. Kadınların kendi yolları vardır. Kendi uçurumları. Aybaşı olurlar. Nagual, bana, bunun onlar için bir kapı oluşturduğunu söyledi. Aybaşı dönemlerinde başka bir şeye dönüşüyorlardı. Bunu kızlarıma öğrettiğinde ne demek istediğini anladım. Benim için çok geçti; çok yaşlıydım ben ve o kapının neye benzediğini anlayamadım. Ama, Nagual o dönemde kızların başlarına gelen her şeye dikkat etmelerinde diretti. O günler gelince kızları dağlara götürür, iki dünya arasındaki yarığı görünceye dek onlarla birlikte kalırdı.

"Nagual hiçbir şeyden çekinmez ve de yerinmezdi; onları, kendilerinde çok iyi gizlediklerini bildiği yarığı bulana dek acımasızca zorladı. Bu gizlilik ne kerte kusursuz olursa olsun, o dönemlerde alaşağı düşer ve kadınlar çırılçıplak kalıverirler. Nagual, kızlarını bu yarığı açarken ölene dek zorladı. Başardılar da. Başarmalarını sağladı, ama bu da onların yıllarını aldı."

"Peki, nasıl çömez oldular?"

"Lidia onun ilk çömeziydi. Onu bir gün dağlardaki darmadağınık bir barakanın önünde konakladığı sırada bulmuş. Nagual, bana ortalıkta kimsenin görünmediğini, ne var ki, sabahtan başlayarak bir dizi yoranın, onu o evin yakınma çağırdım söyledi. Meltem onu aşırı derecede rahatsız etmişti. O yöreden ayrılmayı her denediğinde gözünü bile açamayacak bir konuma düştüğünü söyledi. Evi bulduğunda içeride bir şeyler olduğunu anlamıştı. Hasırlardan ve dallardan oluşan bir yığının altına baktığında bir kız bulmuş. Çok hastaymış. Sözcükler ağzından zorlukla çıkmasına karşın ona, kendisine hiç kimsenin yardım etmesini istemediğini söylemiş. Orda öylece uyumayı istiyormuş ve eğer bir daha uyanmazsa bundan hiç kimsenin yitireceği bir şey olmayacakmış. Nagual, kızın tinini pek sevmiş ve onunla, kendi diliyle konuşmuş. Ona, kendisini iyileştireceğini ve yeniden gücünü kazanana dek ona bakacağını söylemiş. Kız reddetmiş. Yalnızca zorlukları ve acıyı bilen bir Kızılderiliymiş o. Nagual’a, ailesinin kendine verdiği tüm ilaçları aldığını ve hiçbirinin işe yaramadığını söylemiş.

"Kız konuştukça, Nagual, yoranın kendisine çok belirgin biçimde onu imlediğini anlamış. Yora neredeyse bir buyruk gibiymiş.

"Nagual kızı oradan alıp bir çocuk gibi omuzlarına oturtmuş ve Genaro’nun yerine getirmiş. Genaro ona ilaçlar yapmış. Kız henüz gözlerini bile açamıyormuş. Gözkapakları birbirlerine yapışmışmış. Şişmiş gözkapaklarının her yanım sarımsı ve azmış bir iltihap kaplamışmış. Nagual kız iyileşinceye dek hastabakıcılık etti. Ona bakmam, yemek pişirmem için beni de çağırdı. Yaptığım yemeklerle iyileşmesine yardımcı oldum. O benim ilk bebeğim. Sağlığına kavuşunca, ki bu bir yıl sürdü, Nagual onu ailesinin yanma götürmek istedi ama kız bunu reddedip Nagual’ın yoluna gitti.

"Lidia’yı bulduğundan kısa bir süre sonra, kızcağız daha benim bakımım altındayken, Nagual seni buldu. Yaşamında ilk kez gördüğü bir adam tarafından getirilmiştin ona. Nagual adamın ölümünün başının üstünde dolaştığını görmüş ve böylesi bir zamanda adamın ona seni imlemesini pek tuhaf bulmuş. Nagual’ı çok güldürmüşsün ve hemen ardından Nagual sana bir sınav hazırlamış. Seni alıp götürmemiş, senden kendisini bulmanı istemiş. Seni, hiç kimseleri denemediği kerte denemiş. Bunun, senin yolun olduğunu söylediydi.

"Üç yıl boyunca, yalnızca iki çömezi olmuş: Lidia ve sen. Derken bir gün, kuzeyli bir otacı olan dostu Vicente’yi görmeye gittiği bir sırada, birileri deli bir kız getirmişler, ağlamaktan başka hiçbir şey yapmayan bir kız. Adamlar, Nagual’ı Vicente sanıp kızı eline teslim etmişler. Nagual, bana kızın kendisine koştuğunu ve sanki tanırmış gibi ona yapıştığını söyledi. Nagual, akrabalarına, gitmelerini ve kızı ona bırakmalarını söylemiş. Adamlar sağaltım ücreti konusunda endişelenmişlerse de Nagual bunun bedelsiz olacağına ilişkin güvence vermiş. Kanımca kız öylesine bir baş belasıydı ki ondan kurtulmakta bir sakınca görmediler.

"Sonra, Nagual onu bana getirdi. Ama ne cehennemdi! Gerçekten deliydi. Josefina’ydı bu. Onu iyileştirmek Naguaılın yıllarını aldı. Ne var, bugün bile bir yarasadan da daha çılgındır o. Tabii, Nagual için de deli oluyordu ve bu nedenle de Lidia’yla Josefina arasında korkunç bir kavga vardı. Birbirlerinden nefret ettiler. Ama ben ikisini de sevdim. Ne var, Nagual, uslanmayacaklarını anlayınca onlara karşı pek sertleşti. Senin de bildiğin gibi kimse kızdıramazdı onu. Böylece ölesiye korkuttu kızları. Bir gün Lidia çok kızdı ve evi terk elti. Kendine genç bir koca bulmaya karar vermişti. Yolda yürürken cılız bir civcive rastlamış. Daha yeni yumurtadan çıkmış ve yolun ortasında kaybolmuş bir hayvancıkmış bu. Lidia onu almış ve çevrede hiçbir ev olmadığı için sahipsiz sanmış. Hayvanı sıcak tutmak için gömleğinin içine, göğüslerinin arasına koymuş. Yeniden yola koyulan Lidia civcivin arkasına kaçtığını söyledi bana. Yeniden öne getirmeye çalışmış ama onu yakalayamamış. Hayvan, kızın gömleğinin içinde, arkasında, yanlarında dolanıp durmuş, hızla. Civcivin ayakları önce gıdıklamış onu, ama sonunda da delirtmiş. Civcivi dışarı çıkaramayacağını anlayınca, aklı başından gitmiş bir biçimde bana geldi ve kendisini o kahrolası şeyden kurtarmamı istedi. Giysilerini çıkardım, ama görünürde hiçbir şey yoktu. Civciv filan görmedim ama kızcağız hâlâ teninde dolaşan hayvanın ayaklarını hissediyordu.

"Derken, Nagual çıktı ortaya ve ona eski özünü koyvermeden civcivin koşmayı durduramayacağını söyledi. Lidia’ın çılgınlığı üç gün üç gece sürdü. Nagual, bana onu bağlamamı söyledi. Besledim, temizledim, su verdim ona. Dördüncü gün epey sessizleşti ve dinginleşti. Bağlarını çözdüm, giysilerini giydi ve tıpkı kaçtığı günkü gibi küçük civciv yeniden çıktı ortaya. Lidia civcivi eline aldı, ona teşekkür etti, sevdi ve onu bulduğu yere geri götürdü. Yolun bir bölümünü onunla birlikte yürüdüm.

"O günden sonra Lidia kimseye ilişmedi. Yazgısını kabullendi. Nagual yazgısıdır onun; o olmasaydı, ölecekti. Bir yerde, kabullenmekten başka umarımız olmayan şeyleri reddetmeyi ya da biçimlendirmeyi denemenin anlamı ne, değil mi?

"Sıra sonra Josefina’ya geldi. Lidia’nm başına gelenlerden yeterince korkmuştu gerçi, ama pek çabuk unuttu olanları. Bir pazar öğleden sonrası eve geri dönerken kuru bir yaprak takılmış şalının ipliklerinin arasına. Şalı gevşek örgülüydü. Küçük yaprağı ilmiklerin arasından almak istiyor, ama şalına da zarar gelmesini istemiyordu. Eve gelir gelmez işe koyuldu; ne var, yaprak kötü sıkışmıştı. Sonunda ani bir kızgınlıkla şalı yapraklı yerinden kapıp yaprağı ufaladı. Küçük parçaların daha kolay temizleneceğini düşünmüş. Korkunç bir çığlık duydum, Josefina yere düşmüştü. Ona koştum, başına üşüştüğümüzde elini açamıyordu. Yaprağın p arçaları, tıpkı bir tıraş bıçağı gibi, elinin içini paramparça etmişti, Lidia ve ben yardımcı olduk. Yedi gün baktım ona. Josefina herkesten daha inatçıydı. Neredeyse ölüyordu. Sonunda elini açmaya ikna edebildik onu, işte ancak bundan sonra, eski tavırlarından vazgeçmeyi kabullendi. Şimdilerde bile, ne zaman o çirkin huyları geri gelse tüm bedeninde, özellikle de elinde acılar oluşur. Nagual her ikisine de utkularına pek güvenmemelerini, çünkü bunun, eski özlerimizle yaşam boyu süren bir savaşım olduğunu belirtti.

"Lidia ve Josefina bir daha hiç dövüşmediler. Birbirlerinden hoşlandıklarını hiç sanmıyorum, ne var, kendilerini tutuyorlar. En çok bu ikisini seviyorum. Yıllardır benimle birlikteler. Onların da beni sevdiklerini biliyorum."

"Ya öbür iki kız? Onların öyküsü nasıl?"

"Bir yıl sonra Elena geldi; la Gorda odur. Düşleyebileceğin en kötü konumdaydı. Yüz kilo çekiyordu. Umutsuz bir kadındı. Pablito’nun dükkânına sığınmıştı. Geçinmek içinçamaşır yıkıyor, ütü yapıyordu. Nagual bir gece Pablito’yu aramak için oraya gitmiş ve şişman kızı, başında uçan güvelerden oluşmuş bir ayçayla çalışırken bulmuş. Güvelerin, o ölsün diye kusursuz bir çember oluşturduklarım söyledi. Kadının yaşamının sonuna geldiğini görmüş olmasına karşın, güvelerin ona böyle bir yora göstermek için kendilerinden ölumüyle emin olmaları gerekmiş. Nagual, bunun ardından hızlı davranıp kızı yanma aldı.

"Bir süre iyi gitti işler kız için, ne var, edindiği kötü alışkanlıklar öylesine derine yerleşmişti ki onlardan bir türlü kurtulamıyordu. Böylece Nagual, kıza yardımcı olsun diye rüzgârı onun üstüne salmış. Ya yardımcı olacak ya da işini bitirecekmiş. Rüzgâr üstüne esip onu evden çıkmaya zorlamış; tek başınaydı o gün, kimse neler olduğunu göremedi. Rüzgâr onu tepelere, koyaklara doğru sürüklemiş, sonunda mezara benzer bir kanalın içine düşmüş. Rüzgâr günlerce orada tutmuş onu. Sonunda, Nagual onu bulduğunda rüzgârı durdurmayı becermiş, ne var, kız yürüyemeyecek kerte zayif düşmüşmüş."

"Kızlar, üzerlerinde etkinlik yaratan her neyse, bunları durdurmayı nasıl başardılar?"

"Aslında, kızların üzerinde etkinlik yaratan şeyin Nagual’ın kemerinde asılı matara olduğunu söylemeliyim."

"Peki, mataranın içinde ne vardı?"

"Nagual’ın yanında taşıdığı dostları. Dostun, matara vasıtasıyla yönlendirildiğini söyledi. Bana başka bir şey sorma, çünkü dost hakkında tüm bildiğim bu. Sana tüm söyleyebileceğim, Nagual’m iki dostu buyruğu altına almış olduğu ve yardımlarını sağladığıdır. Kızlarımın durumunda, değişime hazır oldukları an, dost onların üzerinde etkinlik kurmayı bıraktı. Onlar için bir ölüm ya da değişim sorunuydu bu. Ama hepimiz için geçerli bu; şu ya da bu biçimde. Neyse, la Gorda herkesten çok değişti. İçi bomboştu, aslında benden de boştu; ne var, tinini öylesine ileri götürdü ki, erkin ta kendisi oldu. Hoşlanmam ondan, korkarım. Beni bilir. İçime, duygularıma girer, bu da beni Ürkütür. Ama, hiç kimse ona bir şey yapamaz, çünkü bir an olsun düşürmez savunmasını. Benden nefret etmez, ama benim kötü bir kadın olduğumu düşünür. Haklı olabilir. Beni çok iyi tanıdığını düşünürüm, ayrıca olmak istediğim kerte kusursuz değilim; ama Nagual, ona karşı duyduklarım konusunda endişelenmememi söyledi. Eligio gibidir o; dünya değmiyor artık ona."

"Nagual, onu bu kerte özel kılacak ne yaptı ki ona?"
"Ona, kimseye öğretmediği şeyleri öğretti. Onu hiç şımartmadı ya da benzer şeyler yapmadı. Ona güvendi. Herkesin her şeyini bilir o. Nagual, onunla ilgili şeyler dışındaki her şeyi bana da söyledi. Belki de bunun için sevmiyorum onu. Nagual, ona benim gardiyanım olmasını söyledi. Nereye gitsem onu bulurum. Her ne yapsam bilir. Örneğin, şu an ortaya çıksa hiç de şaşırmazdım."

"Ne dersin, yapar mı?"

"Kuşkuluyum. Bu gece rüzgâr benimle."

"Ne yapması isteniyor ondan? Özel bir görevi var mı?"

"Yeterince söz ettim sana ondan. Bu konuda konuşmayı sürdürürsem, her nerede olursa olsun beni saptayacağından korkuyorum ve bunun olmasını da istemiyorum."

"Öbürlerinden söz et öyleyse."

"La Gorda’yı bulduktan birkaç yıl sonra, Nagual, Eligio’yu buldu. Bana, seninle birlikte onun memleketine gittiğiniz bir sırada Eligio’nun seni görmek amacıyla çıkageldiğini, çünkü seni merak ettiğini söyledi. Nagual ayrımsamamış onu. Halbuki, çocukluğundan beri tanırmış. Ne var, bir sabah, Nagual, senin onu beklediğin eve doğru yürürken Eligio’yla yüz yüze gelmiş. Kısa bir mesafeyi birlikte yürümüşler, derken kurumuş bir kaktüs parçası Eligio’nun sol ayakkabısının ucuna batmış. Bundan kurtulmak için ayağını sallamış, ne var, dikenler çivi gibiymiş, ayakkabının tabanına iyice girmiş. Nagual, Eligio’nun parmağıyla göğü imlediğini, ayağını salladığını ve kaktüsün mermi gibi havaya fırladığını söyledi. Eligió bunun büyük bir şaka olduğunu düşünerek kahkahalar atmaya başlamış, ne var, Nagual, Eligió ayırdında olmasa bile, onda erk olduğunu anlamış. İşte bu nedenle, hiçbir zorluk çekmeden yetkin, kusursuz bir savaşçı oldu.

"Onu tanımak bana uğurlu geldi. Nagual, ikimizin benzeştiğini düşünüyordu. Bir şeye bir kez asıldık mı peşini bırakmıyorduk. Eligio’yu tanımanın uğurunu kimseyle paylaşmadım, la Gorda’yla bile. Eligio’yla tanıştı, ama onu layıkıyla tanıyamadı, tıpkı senin gibi. Nagual, ta başından bu yana Eligio’nun sıra dışı olduğunu biliyordu ve onu ayırdı. Senin ve kızların meteliğin bir yanını, onun ise tek başına öteki yanını oluşturduğunuzu biliyordu. Nagual ve Genaro, onu bulmakla çok şey kazandılar.

"Onunla ilk kez, Nagual onu evime getirdiğinde tanışımı. Eligió kızlarıma takılmadı. Ondan hem nefret ettiler hem de korktular. Ne var, kesinlikle kayıtsızdı. Dünya değmiyordu ona. Nagual, özellikle senin uzak durulması gereken türden bir büyücü olduğunu söylerdi. Dokunuşunun sağaltıcı değil yıkıcı olduğunu da söyledi. Senin tinin tutsak alırmış. Senden her nasılsa hem tiksinir hem.de seni beğenirdi. Seni bulduğunda Josefina’dan da öte çılgın olduğunu, hâlâ da öyle olduğunu söyledi."

Don Juan’m benimle ilgili düşündüklerini başkasının ağzı ndan dinlemek tedirginlik verici bir duyguydu. Önce doña Soledad’ın söylediklerini göz ardı etmeyi düşündüm, ne var, benliğimi korumaya çabalamanın yersiz ve aptalca olduğunu hissettim.

"Seninle çok rahatsız oldu," diye sürdürdü, "çünkü erkin buyruğu altındaydı, seninle uğraşmalıydı. Ve o kusursuz savaşçı, ustasının önünde eğilip erkin seninle ilgili yapmasını islediği edimleri şerefle yerine getirdi."

Sustuk. Don Juan ’m benimle ilgili duyguları hakkında daha çok şey öğrenmek için kıvranıyordum. Bunun yerine, diğer kızını anlatmasını istedim ondan.

"Eligio’yu bulduktan bir ay sonra, Nagual, Rosa’yı buldu," dedi. "Rosa sonuncuydu. Onu bulur bulmaz sayının ta mamlandığını anladı."

"Onu nasıl buldu?"

"Benigno’yu kendi toprağında görmeye gitmişti. Eve yaklaşırken, Rosa yolun kenarındaki sık çalılıklardan fırlamış, kaçan bir domuzu yakalamaya çalışıyormuş. Domuz Rosa’ya göre çok hızlıymış. NaguaFa çarpmış ve domuzu elinden kaçırmış. Derken Nagual’a dönüp ağzına geleni söylemeye başlamış. Nagual onu yakalarmış gibi yapınca onunla dövüşmeye hazırlanmış. Ona küfür etmiş ve kendisine dokunmaya bile cüret etmemesini söylemiş. Nagual kızın tininden hemen hoşlanmış, ama henüz hiçbir yora çıkmamış ortalığa. Nagual oradan ayrılmadan bir an beklediğini ve domuzun koşarak gelip kendi yanında durduğunu söyledi. Yora buymuş. Rosa domuzun boynuna bir ip takmış. Nagual, kıza işinde mutlu musun, diye doğrudan sormuş. Kız, hayır, demiş. Hizmetçilik yapıyormuş. Nagual ona kendisiyle gelip gelmeyeceğini sormuş, kız, düşündüğü şey içinse olmaz diye yanıtlamış. Nagual, iş için demiş, o da ne kadar ödeyebileceğini sormuş. O da ona bir rakam söylemiş, kız da bunun ne tür bir iş olduğunu sormuş. Nagual da kendisiyle birlikte Veracruz’un tütün tarlalarında çalışacağını söylemiş. O da ona, kendisini sınadığını ve eğer yanında hizmetçi olarak çalıştıracağını önerseymiş onun bir yalancı olduğunun ortaya çıkacağını, çünkü yaşamı boyunca bir kulübeye bile sahip olamayan birisine benzediğini söylemiş.

"Nagual ondan pek hoşlanmış ve içine düştüğü tuzaktan kurtulmak istiyorsa, öğleden önce Benigno’nun evine gelmesi gerektiğini söylemiş. Ona saat on ikiden öte bekleyemeyeceğini de söylemiş; eğer gelecekse zor bir yaşam ve bir dolu iş için hazır olması gerektiğini de belirtmiş. Kız tütün tarlalarının ne kadar uzakta olduğunu sormuş. Nagual, otobüsle üç günlük yolda olduğunu söylemiş. Rosa, eğer bu kerte uzaksa, domuzu yerine bağlar bağlamaz gitmeye hazır olduğunu söylemiş. Aynen de söylediği gibi yaptı. Buraya geldi ve herkes çok sevdi onu. Ne kötü oldu ne de rahatsızlık verdi; Nagual’ın, onu hiçbir şeye zorlamasına ya da kandırmacaya gelirmesine gerek kalmadı. Benden hiç hoşlanmaz, ama bana herkesten de iyi bakar. Ona güvenirim, ama ben de ondan hiç hoşlanmam ve buralardan gittiğimde en çok onu özleyeceğim. Kafan alabiliyor mu bunu?"

Gözlerine hüznün yansıdığını gördüm. Güvensizliğimi daha fazla sürdüremezdim. Elinin bir devinimiyle gözlerini sildi. Bu aşamada, konuşma kendiliğinden kesilmişti. Hava kararıyordu ve yazmak iyiden iyiye zorlaşmıştı; ayrıca tuvalete gitmem gerekiyordu. Dışarıdaki ayakyolunu kendisinden önce benim kullanmamda diretti, Nagual da olsa öyle yapardı. İşimi gördükten sonra, çocuk leğeni boyunda iki tas gelirdi, ılık suyla yarılarına dek doldurdu ve elleriyle ezdiği yeşil yaprakları da ekledi. Buyurgan bir sesle taslardan birinde yıkanmamı, kendisinin de ötekinde aynı şeyi yapacağını söyledi. Suyun neredeyse esanslı bir kokusu vardı. Gıdıklayıcı bir duygu oluşturuyordu. Yüzüme ve kollarıma nane yaprağı sürmüş gibi oldum.

Yeniden odasına döndük. Yatağının üzerine bıraktığım yazı tahtamı konsollardan birinin üstüne koydu. Pencereler açıktı ve hâlâ ışık vardı. Saat yediye gelmiş olmalıydı. Doña Soledad sırt üstü uzandı. Bana gülümsüyordu. Sıcaklığın tablosu gibi, diye düşündüm. Ama bunun yanı sıra, gözlerinden rahatsızlık ve bükülmez bir güç okunuyordu. Ona, don Juan’la kadını ya da çömezi olarak ne kadar süre birlikte olduğunu sordum. Onu böyle adlandırırken gösterdiğim itina ile dalga geçti. Yanıt yedi yıldı. Bana, onu beş yıldır görmediğimi anımsattı. Halbuki o ana dek onu yalnızca iki yıldır görmediğime inanmıştım. Onu en son ne zaman gördüğümü anımsamaya çalıştım. Olmadı. Yanına uzanmamı söyledi. Yatağın üstünde yanma doğru emekledim. Çok yavaş bir sesle korkup korkmadığımı sordu. Hayır, dedim, gerçek de buydu. Orada, o anda, sayısız kez ortaya çıkan, merakla intiharvari kayıtsızlığın bir karışımı olan çok eski bir tepkimle yüz yüzeydim. Neredeyse bir fısıltıyla, bana karşı kusursuz davranması gerektiğini ve buluşmamızın ikimiz için de çok önemli olduğunu söyledi. Nagual’m kendisine doğrudan ve ayrıntılı buyruklar vermiş olduğunu söyledi. Konuşurken, sesinin don Juan gibi tınlaması için verdiği o müthiş çabaya gülmekten kendimi alamadım. Söylediklerini dinledim. Bir sonra ne söyleyeceğini öngörebiliyordum.

Birdenbire kalkıp oturdu. Yüzü birkaç santim ötedeydi. Bembeyaz dişlerinin odanın karanlığında parladığım görebiliyordum. Kollarını sararmış gibi bana doladı ve beni kendine çekti. Zihnim dupduruydu, yine de bir şey beni bir tür batağa doğru çekiyordu. Kendimi, kavrayamadığım bir şey gibi algılıyordum. Birdenbire, her nasılsa aslında yalnızca onun duygularını hissettiğimi anladım. Yabansı olan oydu. Beni sözcüklerle efsunlamıştı. Soğuk, yaşlı bir kadındı o. Canlılığına ve gücüne karşın tasarladıkları, gençliğe ve diriliğe özgü hileler olamazdı. Don Ju an ’m, onun başını benimkiyle aynı yöne doğru çevirmediğini anlamıştım. Bu düşünce herhangi başka bir bağlamda çok gülünç düşerdi, yine de o anda bunu gerçek bir içgörü olarak kabul ettim. Tehlike duygusu tüm bedenimden aşağı boşandı. Yatağından kalkmak istedim. Ne var, kımıldamama olanak tanımayan olağanüstü bir güç beni mıhlamış, felç olmuştum. Farkmdalığımı hissetmişti, sanırım. Birdenbire saçını tutan bağı başından çekip aldı, tek ve hızlı bir devinimle boynumun çevresine sarıverdi. Bağın gerginliğini derimin üstünde hissediyordum, ne var, bir biçimde bu gerçek değilmiş gibi geliyordu bana.

Don Juan, en büyük düşmanımızın, başımıza gelenlere inanmama olgusu olduğunu söylemişti hep. Doña Soledad’ın kumaş parçasını bir ilmik gibi boynuma doladığı an, aslında ne demek istediğini çok iyi anladım. Ama bu düşünce kafamdan geçtikten sonra bile bedenim tepki vermedi. Ölümüm olsa gereken şeye karşı öylece, neredeyse kayıtsız kalıverdim. Boynumdaki bağı sıktıkça kollarının ve omuzlarının gerilmekte olduğunu hissettim. Beni büyük bir güç ve ustalıkla boğazlıyordu. Yutkunmaya başladım. Gözlerinde çılgın bir ifadeyle bana bakıyordu. O anda beni öldürmeye yeltendiğini anladım.

Don Juan, başımıza gelenin ne olduğunu anladığımızda bunu sormanın artık çok geç olduğunu söylemişti. Bizi yanıltanın daima aklımız olduğunu, çünkü önce iletiyi aldığını, ne var ki ivedilikle yanıt verip eylemde bulunmak yerine bu iletiyi evirip çevirmeyi yeğlediğini anlatmıştı.

Derken, tam boynumun dibinde, nefes boruma yakın bir yerde bir çatırdama sesi duydum ya da belki de duyumsadım. Boynumu kırmış olduğunu anladım. Kulaklarım çınladı ve yanarcasma acıdı. Sıra dışı bir duyma duruluğu yaşadım. Ölmek üzere olduğumu sandım. Kendimi savunma konusunda gösterdiğim yetersizliğe lanet okudum. Onu tekmelemek için bile tek bir kasımı dahi oynatamıyordum. Bedenim titredi ve birdenbire özgürdüm, ölümcül ellerinden kurtulmuştum. Yatağa baktım. Tavandan aşağı bakıyormuşum gibi geldi. Kımıldamadan gevşekçe yatan bedenimi onunkinin altında gördüm. Gözlerindeki dehşeti gördüm. İlmiği gevşetmesini istedim. Bu denli aptalca davranışımdan öylesine gazaba gelmiştim ki, yumruğumu alnının ortasına patlattım. Bir çığlık koparıp başını tuttu ve kendinden geçti, ama bundan hemen önce usumun olmadığı bir sahneyi de yakalayabildim.

Doña Soledad’m, yumruğumun şiddetiyle yataktan dışarı uğradığını gördüm. Duvara doğru koştuğunu, korkmuş bir çocuk gibi oraya yapışıp kaldığını gördüm. Bir sonraki izlenimim, nefes almakta çok zorluk çektiğim biçimindeydi. Boynum acıyordu. Boğazım öylesine kurumuştu ki yutkunamıyordum. Gücümü toplayıp ayağa kalkabilmem için uzun bir sürenin geçmesi gerekti. Sonra doña Soledad’ı inceledim. Kendinden geçmiş, yatakta öylece yatıyordu. Alnının ortasında kocaman, kırmızı bir şiş vardı. Biraz su getirip don Juan’m bana hep yapmış olduğu gibi yüzüne vurdum. Ayıldığında koltuklarından tutup yürüttüm onu. Tere batmıştı. Alnına soğuk suya batırılmış havlular koydum. Kustu, beyin sarsıntısı geçirdiğinden emindim n e re deyse. Titriyordu. Her tarafını giysiler ve örtülerle örttüysem de tüm giysilerini çıkardı ve bedenini rüzgâra verdi. Onu rahat bırakmamı istedi ve eğer rüzgâr yön değiştirirse bunun, onun iyileşeceğini gösteren bir im olacağını söyledi. Kısaca tokalaşır gibi elimi tuttu ve bizi karşı karşıya getirenin yazgı olduğunu söyledi.

"Sanırım bu gece birimizden biri ölecek," dedi.

"Aptal olma. Senin işin henüz bitmedi," dedim. Söylediğimde içtendim.

Nedense, iyi olduğundan emindim. Dışarı çıktım, yerden bir sopa aldım ve arabama doğru yürüdüm. Köpek hırladı. Hâlâ koltuğun üstünde, ayaklarını altına toplamış duruyordu. Dışarı çıkmasını söyledim. Uysallıkla atladı. Sanki bir şeyler değişmişti. Koca bedeninin yarı karanlık içinde kımıldadığını gördüm. Derken, kendi yerine gitti. Özgürdüm. Düşüncelerimi düzene sokmak amacıyla bir süre arabada oturdum. Hayır, özgür değildim. Bir şey beni eve doğru çekiyordu yeniden. Bitirilmemiş bir işim vardı orada. Artık doña Soledad’dan korkmuyordum. Aslında olağanüstü bir kayıtsızlık kaplamıştı her yanımı. Bana bilerek ya da bilmeyerek çok önemli bir ders vermişti. Beni öldürme girişiminin dehşet verici baskısı altında, olağan koşullarda, ona karşı, benden beklenmeyecek kerte yüksek düzeyde etkili olmuştum. Neredeyse boğazlanıyordum; onun o kahrolası odasındaki bir şey beni umarsız kılmış, yine de kendimi bundan kurtarmasını bilmiştim. Neler olduğunu gözümün önüne bile getiremiyordum. Belki de don Juan’m hep söylemiş olduğu gibi, biz insanlarda fazladan bir gizli güç, her zaman var olan ama pek az kullanılan bir şey vardı. Hayalet gibi bir durumdayken vurmuştum doña Soledad’a aslında.

Arabadan fenerimi aldım, eve döndüm, bulabildiğim gaz lambalarını yaktım, girişteki masaya oturup yazmaya koyuldum. Çalışmak beni gevşetti.

Cvp: BÖLÜM 1 - DOÑA SOLEDAD’IN DEĞİŞİMİ

Gündoğumuna doğru, doña Soledad sendeleyerek odasından çıktı. Dengesini zorlukla koruyabiliyordu. Tümüyle çıplaktı, kötüledi ve kapının dibine çöktü. Bir parça su verilim ve bir örtüyle üstünü örtmeye çabaladım. Reddetti. Bedeninin ateşini düşürme olasılıklarına yöneldim. Rüzgârın onu iyileştirmesini istiyorsa çıplak kalması gerektiğini mırıldandı. Yaprakları ezerek alnına koydu ve türbanıyla bağladı. Bedenine bir örtü sararak, çalıştığım masanın yanma geldi ve yüzü bana dönük biçimde oturdu. Gözleri kıpkırmızıydı. Gerçekten hastaya benziyordu.

"Sana söylemem gereken bir şey var," dedi zor duyulabilen bir sesle. "Nagual, seni beklemem için hazırladı beni; gelmen yirmi yıl bile sürse bekleyecektim. Seni nasıl ayartacağıma ve erkini nasıl çalacağıma ilişkin yönergeler verdi. Eninde sonunda Pablito’yla Nestor’u görmeye geleceğini biliyordu. Bu fırsatı kullanarak seni afsunlamamı ve her şeyini almamı söyledi. Nagual, eğer kusursuz bir yaşam sürersem erkimin seni buraya çekeceğini ve o sırada evde benden başka kimsenin olmayacağını belirtti. Erkim bunu becerdi. Bugün herkes gitmişken sen geldin. Kusursuz yaşamım bana yardımcı oldu. Geriye bir tek erkini almak ve ardından seni öldürmek kalıyordu."

"Ama neden böyle dehşet verici bir şeyi yapmak isteyesin ki?"

"Çünkü kendi yolculuğum için senin erkine gereksinimim var. Nagual, her şeyi buna göre ayarladı. O, sen olmalıydın. Seni tanımam etmem; benim için bir değerin yok. Öyleyse neden umarsızca gereksindiğim bir şeyi benim için bir anlam taşımayan birisinden almayayım? Bunlar, Nagual’ın sözleriydi.
"Nagual neden beni zedelemek istesin ki? Sen kendin, onun benim için endişelendiğini söyledin."

"Sana bu gece yaptıklarımın, onun, senin ya da benim için hissettikleriyle hiçbir ilintisi yok. Bu, yalnızca ikimizin arasında. Bugün seninle aramızda geçenlerin tanığı yok, çünkü sen ve ben, Nagual’m parçalarıyız. Ama, özellikle sen, umarsızca aradığım ve bende olmayan çok özel bir şeyi almışsın ondan; sana çok özel bir erk vermiş. Nagual altı çocuğunun her birine bir şey verdiğini söyledi. Eligio’ya ulaşamam, kızlarımdan da olamam, geriye bir tek sen kalıyorsun tuzağıma düşürebileceğim. NaguaPın bana verdiği erki geliştirdim, o da gelişirken bedenimi değiştirdi. Sen de erkini geliştirmişsin. Sendeki erki istedim, bunu yapabilmek için seni öldürmem gerekiyordu. Nagual, ölmesen bile büyümün etkisi altında kalacağını ve eğer istersem yaşamın süresince tu tsağım olacağını söyledi. Her iki konumda da erkin benim olacaktı."

"Ama ölümüm senin işine nasıl yarayacaktı ki?"

"Ölümün değil, erkin. Böyle yaptım çünkü itici gücü gereksiniyordum; bu olmadan yolculuğum cehenneme dönecekti. Yeterince yürekli değilim. La Gorda’dan nefret etmemin nedeni de bu. O, genç ve cesaret dolu. Bense yaşlıyım, kuşku ve endişe doluyum. Eğer gerçeği bilmek istersen, asıl savaş Pablito’yla benim aramda. Benim ölümcül düşmanım o, sen değilsin. Nagual, senin erkinin yolculuğumu kolaylaştıracağını, elde etmek istediğimi almaya yardımcı olacağını söylediydi."

"Pablito, nasıl senin düşmanın olabilir?"

"Nagual, beni değiştirdiğinde olabileceklerin ayırdmdaydı. Öncelikle, gözlerimi kuzeye göre ayarladı. Her ne kadar kızlarım ve sen aynıysanız da ben sizlerin karşıtıyım. Ben başka bir yöne doğru gitmekteyim. Pablito, Néstor ve Benigno, seninle birlikte; gözlerinin yönü seninle aynı. Hepiniz, birlikte Yucatan’a doğru gideceksiniz.

"Pablito, gözlerinin yönü benden farklı diye değil, oğlum olduğu için benim düşmanım. Her ne kadar dediğimi anlamasan da bunu sana söylemeliydim. Öteki dünyaya girmem gerek. Nagual’m şu anda bulunduğu yere. Genaro ve Eligio’nun oldukları yere. Bunu yapmak için Pablito’yu yok etsem bile."

"Neler söylüyorsun, doña Soledad? Çılgınsın sen!"

"Hayır, değilim. Biz canlı varlıklar için o dünyaya girmekten daha önemli bir şey olamaz. Bunun benim için doğru olduğunu söyleyebilirim sana. O dünyaya ulaşmak için Nagual’m bana öğrettiği biçimde yaşıyorum. O dünyanın umudu olmadan ben bir hiçim, hiç. Şişman, yaşlı bir inektim ben. Şimdiyse bu umut bana kılavuzluk ediyor, bir yön veriyor ve senin erkini alamamış olsam bile amacım geçerliliğini koruyor."

Kollarını yastık gibi kullanarak başını masanın üstüne koydu. Açıklamalarının gücü beni şaşkınlık içinde bırakmıştı. Tam anlamıyla neden söz ettiğini pek anlayamamıştım, yine de bu gece ondan duyduğum en yabansı şey olsa da savunmasının özünü paylaşabiliyordum. Amacı, don Juancı biçem ve terimlere göre bir savaşçının amacıydı. Bununla birlikte, insanların buna ulaşabilmek amacıyla başkalarını yok etmesi gerektiğini hiç bilmiyordum. Başını kaldırıp yarı açık gözkapaklarmm arasından bana baktı.

"Bugün, başlangıçta her şey iyi gitti benim için," dedi.  "İlk geldiğinde bir parça ürktüm. Bu anı yıllarca beklemiştim. Nagual, kadınlardan hoşlandığını söylediydi. Onlar için kolay bir av olduğunu söyledi, ben de işi çabucak bitirmek amacıyla buna göre oynadım. Kapılacağını sandım. Nagual, en zayıf anında seni nasıl yakalayacağımı anlattı. Seni, bedenimle o ana doğru yöneltiyordum. Ama kuşkucu oldun birden. Çok sakardım aslında. Nagual’ın da söylediği gibi seni odama aldım, böylece zemindeki çizgiler seni tuzağa düşürecek ve zayıf kılacaktı. Ama, zemini beğenip isteyerek çizgilerini incelemeye başlayınca onu şaşırttın. Gözlerin, çizgilerin üstünde dolaştıkça erki kalmadı. Aslında, bedenim ne yapacağını biliyordu. Derken, öyle bağırınca zemini korkuttun. Bu türden ani gürültüler ölümcüldür, özellikle de bir büyücünün sesi. Odamın zemininin erki alev gibi söndü. Ben biliyordum bunu, sense bilmiyordun.

"Gitmek üzereydin, seni durdurmam lazımdı. Nagual seni yakalamak için elimi nasıl kullanmam gerektiğini göstermişti. Denedim bunu, ama erkim azdı. Zemin ürkmüştü. Gözlerin, çizgileri yanıltmıştı. Daha önce hiç kimsenin gözü değmemişti onlara. Böylece boynunu yakalama girişimim sonuçsuz kaldı. Seni yakalayamadan kaçtın elimin altından. Seni yitirmek üzere olduğumu anlayınca son bir hücum denemesine giriştim. Nagual’m, seni en çok etkisi altına alacağını söylediği şeyi kullandım; korkuyu. Çığlıklarımla seni korkuttum, bu da bana seni sindirecek derecede erk sağladı. Seni ele geçirmek üzere olduğumu düşünüyordum, ama benim o aptal köpeğim aşırı heyecanlandı. Tam seni etkim altına almışken beni yere düşürdü. Şimdi anlayabildiğim kadarıyla belki de köpeğim o kadar aptal değildi. Ola ki, çiftinin ayırdına varıp ona doğru saldırdı ama onun yerine beni düşürdü."

"Senin köpeğin olmadığını söylemiştin."

"Yalan söyledim. O benim kozumdu. Nagual, bana daima bir kozum, kuşku duyulmayacak bir aldatmacam olması gerektiğini öğretmişti. Köpeğime gereksinim duyabileceğimi anlamıştım, her nasılsa. Sana yoldaşımı göstereyim dediğim şey aslında oydu. Çakal, kızlarıma ait. Köpeğimin seni koklamasını istedim. Eve koştuğunda, ona karşı sert davranmam gerekti. Onu, senin arabanın içine sokup canını acıtlım. Öylesine kocaman ki, koltuğa zor sığdı. Ona seni hırpalamasını söyledim. Köpeğim seni iyice ısırırsa güçten düşersin, ben de işini kolayca bitiririm diye düşündüm. Yeniden kaçtın, ne var, evi terk edemiyordun. Sabırlı olmam ve karanlığı beklemem gerektiğini anladım o zaman. Derken rüzgar yön değiştirdi, artık başarımdan emindim. "Nagual, bana, senin beni bir kadın olarak beğeneceğinden adı gibi emin olduğunu söyledi. Doğru anı beklemek yetecekti. Nagual, erkini elinden aldığımı anladığın an kendini öldüreceğini de söyledi. Ama başaramazsam ya da kendini öldürmezsen ya da tutsağım olarak yaşamanı istemezsem, saç bağımla seni boğarak öldürmeliydim. Cesedini nereye atacağımı bile gösterdi bana: Dağlarda bir yarık, dipsiz bir kuyu, buradan pek uzak değil, keçiler kaybolur orada hep. Ne var, Nagual senin korkutucu yanından hiç söz etmemişti. Sana bu gece birimizin ölebileceğim söyledim. Bunun ben olacağını hiç düşünmemiştim. Nagual, kazanacağım hissini yerleştirmişti içime. Seninle ilgili her şeyi anlatmaması ne büyük acımasızlık."

"Bir de beni düşün, doña Soledad. Sana oranla pek az şey biliyordum."

"Aynı şey değil. Nagual, beni yıllarca bunun için hazırladı. Her ayrıntıyı biliyordum. Avucumun içindeydin. Nagual seni aptallaştıran yaprakları daima el altında bulundurmayı ve taze tutmayı bile göstermişti bana. Sanki hoş bir koku versinler diye koymuş gibi yaptım. Kendi tasıma başka türden yapraklar koymuş olduğumu ayırt edemedin. Senin için hazırlamış olduğum her şeyi çok beğendin. Yine de kazanan senin korkutucu yanın oldu."

"Korkutucu yanım derken neden söz ediyorsun?"

"Bu gece bana vuran ve beni öldürecek olandan. İşimi bitirmek için ortaya çıkan o dehşet verici çiftinden! Hiçbir zaman unutamayacağım onu ve eğer yaşarsam, ki kuşkuluyum, hiçbir zaman aynı kişi olamayacağım."

"Bana benziyor muydu?"

"Sendin o tabii, ama şu an göründüğün gibi değil. Tam anlamıyla neye benzediğini söyleyemem. Ne zaman düşünsem başım dönüyor."

Vuruşumla bedenini terk etmesine ilişkin o bir anlık algımdan söz ettim ona. Bunu anlatarak onu biraz dürtmek, canlandırmak istedim. Tüm olayın ardındaki asıl amaç bizi, genelde bize yasak olan bir kaynaktan güç almaya zorlamakmış gibi geliyordu bana. Gerçekten de zorlu bir yumruk sallamıştım ona; bedenine önemli ölçüde zarar vermiştim, yine de bunu yapan ben değildim. Ona sol yumruğumla vurduğumu hissetmiştim, alnındaki o koca kızıl yumru da bunun kanıtıydı. Yine de eklemlerimde ne bir acı ne de en ufak bir sızı vardı. O çapta bir vuruş elimin kırılmasına bile neden olabilirdi. Onun duvara nasıl yapıştığını gördüğümü anlatınca iyice umarsızlaştı. Görmüş olduğum şeye benzer bir sezgisi, bedeni terk etme duygusu ya da odayı uçarcasına kat edişi gibi bir şey hissedip etmemiş olduğunu sordum.

"Sonumun geldiğini biliyordum artık," dedi. "Çiftin dokunuşunun ardından pek az kişi yaşamını sürdürebilir. Ruhum daha şimdiden ayrıldıysa yaşayamayacağım anlamına gelir bu. Ölene dek güçten düşeceğim."

Gözlerinde vahşi bir bakış vardı. Ayağa kalktı, bana saldırmanın eşiğine gelir gibi oldu, ama yerine yığıldı yeniden.

"Ruhumu aldın benden. Şimdiden cebe indirdin ha! Niye anlattın bana bunu, niye?"

Ona zarar vermek gibi bir niyetim olmadığına yemin ettim. Her ne biçimde olursa olsun, aslında içimde kendimi savunmaktan başka bir düşüncem olmadığını, ona karşı hiçbir kötülük gütmediğimi söyledim.

"Ruhum cebinde değilse bu daha da kötü," dedi. "Şu anda amaçsızca dolaşıyor olmalı. Hiçbir zaman yakalayamayacağım onu."

Doña Soledad, gücünü tüketmişe benziyordu. Sesi gittikçe zayıfladı. İçeri gitmesini ve uzanmasını istedim. Masadan ayrılmayı reddetti.

"Nagual, eğer tümüyle başarısız olursam, iletişimi sana aktarmamı söyledi," dedi. "Benden, sana, bedenini uzun süre önce değiştirdiğini söylememi istedi. Sen şimdi onun kendisisin."

"Bununla ne demek istedi?"

"O bir büyücü. Senin bedeninin içine girip sağlamlığını değiştirdi. Şimdi Nagual’m kendisi gibi parıldıyorsun. Sen babanın eski oğlu değilsin artık. Nagual’ın kendisisin."

Doña Soledad ayağa kalktı. Aptal gibiydi. Bir şey söylemek istiyormuş da dile getirme zorluğu çekiyormuşa benziyordu. Odasına doğru yürüdü. Kapıya kadar yardımcı oldum; içeri girmemi istemedi. Üstüne aldığı örtüyü atıp yatağına uzandı. Çok yavaş bir sesle, yakındaki bir tepeye gidip rüzgâr geldi mi diye bakıp bakamayacağımı sordu. Oldukça kayıtsız bir biçimde, köpeğini de yanıma alırsam iyi olacağını söyledi. Her nedense bu isteği yerinde gelmedi bana. Çatıya tırmanıp oradan da bakabileceğimi söyledim. Sırtını bana döndü ve benden istediği en son şeyin, köpeğini tepeye götürüp rüzgâr için onu yem yapmam olduğunu söyledi. Bu son derece canımı sıkmıştı. Karanlık odası çok tekinsiz bir duygunun ortaya çıkmasına neden oldu. Mutfağa gidip iki lambayla geri döndüm. Işığı görünce sinirli çığlıklar attı. Ben de bağırdım, ama bir başka nedenle. Işık odaya vurunca, zeminin, yatağın çevresinde bir koza oluşturur gibi toplandığını gördüm. Algım öylesine hızlı olmuştu ki, bir an sonra, bu uğursuz görüntüyü oluşturan şeyin, gaz lambalarının çevresindeki koruyucu teller olduğuna yemin bile edebilirdim. Bu hayalet görüntüsü beni çıldırttı. Onu omuzlarından tutup salladım. Bir çocuk gibi ağlayarak bundan sonra o pis oyunlarını yinelemeyeceğine söz verdi. Lambaları konsolların üstlerine yerleştirdim. Birkaç saniye sonra uyudu. Sabahın ilerleyen saatlerinde rüzgâr değişmişti. Kuzeye bakan pencereden güçlü bir esintinin girdiğini hissettim. Öğleye doğru, doña Soledad yeniden ortaya çıktı. Biraz yalpalıyordu. Gözlerindeki kırmızılık gitmiş, alnındaki yumru da azalmıştı; herhangi bir şişlik görünmüyordu. Gitme zamanımın geldiğini hisettim. Ona, her ne kadar don Juan’ın bana yolladığı iletiyi yazıya döktüysem de bunun hiçbir şeyi aydınlatmadığını söyledim.

"Sen, babanın eski oğlu değilsin artık, Nagual’m kendisisin," dedi.

Gerçekten aykırı bir şeyler vardı bende. Daha birkaç saat önce umarsızdım ve doña Soledad beni neredeyse öldürüyordu; ama o an, benimle konuşurken o olayın dehşetini unutmuştum bile. Bunun yanı sıra öyle bir yanım da vardı ki, kişiliğime ya da işime ilişkin bir konuda, insanlarla günler boyunca anlamsızca konuşabilirdi. O yanım gerçek ben; yaşamım boyunca tanıdığım ben olsa gerekti. Bununla birlikte, bir gece önce ölümle dolaşan ve bunu hemen unutan ben, gerçek değildi. Hem bendi hem de değildi. Böyle bağdaşmazlıklar ortaya çıktığında, don Juan’m yaklaşımları daha bir geçerlilik kazansa da kabul edilir gibi değildi. Doña Soledad dalgın bakıyordu. Dingince gülümsedi.

"Oh! Sonunda geldiler!" dedi birdenbire. "Ne iyi. Kızlarım burada. Bana bakarlar artık."

Gittikçe kötüleşiyor gibiydi. Her zamanki gibi güçlü görünse de davranışı çözülmeye başlamıştı. Korkum arttı. Onu orada mı bırakayım, yoksa birkaç yüz kilometre ötedeki hastaneye mi götüreyim bilemedim. Birden küçük bir çocuk gibi zıplayıp, sokak kapısından içeri daldı ve ara yoldan ana yola doğru koştu. Köpeği de peşinden. Onu yakalamak amacıyla arabaya koştum. Dönecek yer olmadığı için yolu geri geri gittim. Anayola yaklaşırken, arka pencereden, dört genç kadının doña Soledad’m çevresini almış olduklarını gördüm.

Cvp: BÖLÜM 1 - DOÑA SOLEDAD’IN DEĞİŞİMİ

.