1

Konu: BÖLÜM 3 - LA GORDA

La Gorda’nın önce gözlerinin ayırdma vardım; çok koyu ve dinginlik dolu gözler. Beni tepeden tırnağa inceliyormuş gibiydi. Gözleri, tıpkı don Juan’ın yaptığı gibi tüm bedenimi taradı. Aslında gözlerinde onunkiyle aynı dinginlik ve güç vardı. Onun neden içlerinden en iyisi olduğunu anlamıştım. Don Juan’ın ona gözlerini bırakmış olduğu düşüncesi geldi aklıma. Öteki üç kızdan biraz daha uzundu. İnce, esmer bir bedeni, şahane bir sırtı vardı. Kızlara döndüğünde geniş omuzlarının ve o muntazam hatlarının ayırdma vardım. Anlaşılmaz bir buyruk verdi ve kızlar onun arkasındaki sıraya oturdular. Bedeniyle onlara kalkan görevi yapıyordu aslında.

Yüzünü yeniden benden yana döndü. Yüzündeki ifade ciddi olmasına karşın somurtkanlıktan çok uzaktı. Gülümsemiyordu, ama dostça bir bakışı vardı. Hatları oldukça hoştu: güzel, biçimli bir yüz, ne düz ne de yuvarlak; ince dudaklı küçük bir ağız; enli bir burun, çıkık elmacık kemikleri ve upuzun kuzgun karası saçlar.

Göbek deliğinin üzerinde birleştirmiş olduğu güzel, kaslı ellerini görmemezlik edemedim. Ellerinin tersi bana dönüktü. Ayalarını sıktıkça, kaslarının tartımla gerildiğini görebiliyordum. Uzun kollu açık portakal renginde uzun bir giysi giymiş ve kahverengi bir şalla örtünmüştü. Olağanüstü dinginleştirici ve kesin bir şeyler vardı onda. Don Juan’m varlığını hissettim. Bedenim gerginliği elden bıraktı.

"Otur, otur," dedi bana yönlendirici bir tınıyla. Masaya doğru yürüdüm. Oturmam için yer gösterdi, ama ben ayakta kaldım.

İlk kez güldü ve gözleri daha da bir parlayıp yumuşadı. Josefina denli tatlı değildi ama en güzelleri oydu. Bir süre sessiz kaldık. Bir açıklama yapmış olmak amacıyla, Nagual gittiğinden bu yana, tüm bu yıllar boyunca en iyisini yaptıklarını ve adanmışlıkları nedeniyle kendilerine bırakmış olduğu görevi uygulama alışkanlıklarından söz etti. Ne dediğini pek anlamadıysam da, o konuştukça don Juan’m varlığını daha da güçlü biçimde hissetmeye başladım. Onun davranışlarını öykünmesinden ya da sesinin tınısından değildi bu. Onu don Juan gibi devindiren içsel bir denetimi vardı. İçten dışarı doğru benzeşiyorlardı. Ona, geldiğimi, çünkü Pablito ve Nestor’un yardımına gereksinim duyduğumu söyledim. Büyücülerin neyi nasıl yaptıklarını anlamakta yavaş kaldığımı, hatta salakça davrandığımı, içten olmama karşın kurnazlığa ve hilekârlığa maruz kaldığımı söyledim. Özür dilemeye başladı, ne var, bitirmesine izin vermedim. Eşyalarımı toplayıp kapıya yürüdüm. Ardım sıra koşturdu. Beni alıkoymaya çalışmıyor, bunun yerine çok hızlı konuşuyordu; sanki ben arabama atlayıp gidene dek söylemesi gereken her şeyi söylemek istiyordu.

Onu dinlemem gerektiğini, Nagual’m bana söylemesini istediği her şeyi söyleyinceye dek, benimle nereye gitmesi gerekiyorsa oraya kadar gitmeye hazır olduğunu söyledi.

"Mexico City’e gidiyorum ben," dedim.

"Gerekirse Los Angeles’a dek gelirim seninle/' dedi ve dediğini yapacağını anladım.

"Peki," dedim onu denemek için, "gir arabaya."

Bir an duraksadı, sessizce eve doğru döndü yüzünü. Kenetlenmiş ellerini göbeğinin hemen altına yerleştirdi. Dönüp vadiye baktı ve elleriyle aynı devinimi yineledi. Ne yaptığını biliyordum. Evine ve çevredeki o korkutucu tepelere veda ediyordu.

Don Juan bu veda biçimini bana yıllarca önce öğretmişli. Bunun erk dolu bir devinim olduğunun altını çizmiş ve bir savaşçının bunu yalnızca gerektiğinde kullanması gerektiğini söylemişti. Bu devinimi pek az uygulayabilmiştim. La Gorda’nın yaptığı veda devinimi, don Juan’ın bana öğrettiğinin değişik bir türüydü. Ellerin, duadaki gibi yavaşça ya da süratle, hatta alkış sesi çıkararak bitiştirilmesi gerektiğini söylemişti. Hangi biçimde yapılırsa yapılsın, elleri bitiştirmenin amacı, savaşçının dışarı çıkmasını istemediği bir duyguyu hapsetmekti. Eller birleştirilip de duygu tutulur tutulmaz hızla göğüse, yürek düzeyine yükseltiliyordu. Duygu burada bir hançere dönüşüyor ve savaşçı bu hançeri iki Eliyle tutarmışçasına kendisini hançerliyordu.

Don Juan bir savaşçının ancak geri dönemeyebileceğini hissettiği zaman bu biçimde veda ettiğini söylemişti. La Gorda’nın vedası beni büyülemişti.

"Veda mı ediyorsun?" diye meraktan sordum.

"Evet," dedi sertçe.

"Ellerini göğsüne götürmüyor musun?" diye sordum.

"Erkekler yapar bunu. Kadınların rahmi var. Duygularını orada tutarlar."

"Yalnızca geri dönmeyecek olduğunda veda etmen gerekmez miydi?" diye sordum.

"Ola ki dönemem," diye yanıtladı. "Seninle gidiyorum."

Gerekçesi belirsiz bir hüzne kapıldım; gerekçesi belirsizdi çünkü bu kadını hiçbir biçimde tanımıyordum. Kuşkulu ve kuruntuluydum yalnızca. Ama parıldayan gözlerine baktığım an içimde ona karşı sonsuz bir dostluk duygusu belirdi. Yumuşadım. Öfkem yok olmuş, yerini yabansı bir hüzne bırakmıştı. Çevreme bakındım ve o gizemli, değirmi tepelerin beni paramparça ettiklerini anladım.

"O tepeler canlıdır," dedi la Gorda düşüncelerimi okuyarak. Ona dönüp hem bu yerin hem de kadınların beni, genelde kaldıramayacağım kerte yaralamış olduklarını söyledim. Hangi birinin, yerin mi yoksa kadınların mı daha çok yıkıntıya yol açtığını anlayamamıştım. Kadınların saldırısı doğrudan ve korkutucuydu, ne var, tepelerin etkisi, sürekli bir korku ve oradan kaçma isteğiyle belirginleşiyordu. Bunları la Gorda’ya söylediğimde, bu yerin insanın üstünde yarattığı etkileri doğru saptadığımı, Nagual’m da bu etki nedeniyle buraları onlara bıraktığım, olanlar için kimseyi suçlamamam gerektiğini çünkü kadınlara benimle uğraşma buyruğunu da don Juan’ın vermiş olduğunu söyledi.

"Sana da bu türden emirler verdi mi?" diye sordum.

"Hayır, bana değil. Ben onlardan farklıyım," dedi. "Onlar kız kardeş. Aynı onlar, tümüyle aynı. Tıpkı Pablito, Nestor ve Benigno’nun da aynı oldukları gibi. Seninle, yalnızca ben aynıyız. Ama daha değil, çünkü sen eksiksin. Ama bir gün aynı olacağız, hem de tümüyle aynı."

"Nagual ve Genaro’nun nerede olduklarını yalnızca senin bildiğin söylendi bana," dedim.

Bir an bana baktı ve olurlarcasma başını salladı.

"Doğru," dedi. "Nerede olduklarını biliyorum. Nagual, eğer becerebilirsem seni oraya götürmemi söyledi."

Cvp: BÖLÜM 3 - LA GORDA

Ondan lafı dolandırmayı bırakmasını ve bana hemen nerede olduklarını açıklamasını istedim. İsteğim onu karmaşaya sokmuş olsa gerekti. Özür diledi ve yolumuza gitmemizi söyleyip daha sonra bana her şeyi açıklayacağı konusunda güvence verdi. Onlar hakkında artık hiçbir soru sormamamı rica etti, çünkü doğru an gelene dek hiçbir şey açıklamaması yolunda kesin buyruk almıştı.
Lidia ve Josefina kapıya gelip bana baktılar. İvedilikle arabaya daldım. La Gorda da benden sonra girdi ve arabaya bir tünele girer gibi girdiğini görmezlikten gelemedim. Emeklemişti sanki. Don Juan da böyle yapardı. Yüzlerce kez aynı şeyi yinelediğini gözledikten sonra şakayla karışık, arabaya benim girdiğim gibi girmenin daha işlevsel olduğunu söylemiştim. Belki de arabalarla fazla deneyimi olmadığı için bu yabansı yöntemi geliştirdiğini düşünmüştüm. Arabanın bir in olduğunu ve inleri kullanıyorsak içeri bu biçimde girmemiz gerektiğini açıklamıştı bana. İster doğal ister insan yapısı olsun inlerde tinler olurmuş ve tinlere saygıyla yaklaşmak gerekirmiş. Emeklemek bu saygıyı göstermenin tek yoluymuş. La Gorda’ya, don Juan’m ona da bu tür ayrıntıları öğrelip öğretmediğini sorup sormamayı düşünüyordum, ne var, önce o konuştu. Nagual’ın, kendisine doña Soledad’ın ve kızların saldırılarının ardından yaşamda kalmam durumuna ilişkin belirgin yönergeler verdiğini söyledi. Derken, sıradan bir şey söylermiş gibi, Mexico City yoluna koyulmadan önce, dağlarda benim ve Don Juan’ın birçok kez gitmiş olduğumuz bir yere gitmemiz gerektiğini, orada don Juan’ın bana daha önce hiç açmamış olduğu gizleri açacağını ekledi. Bir kararsızlık yaşadım, ardından içimdeki bir şey -aklım değildi bu— beni o dağlara doğru yöneltti. Birçok kez söyleşi başlatmayı denediysem de her seferinde kesin bir biçimde başım sallayarak konuşmayı reddetti. Sonunda, denemelerimden yorgun düşmüş olacak ki, söyleyeceklerinin bir erk yerinde dile getirilmesi gerektiğini ve oraya varıncaya dek gereksiz konuşmalarla gücümüzü tüketmememizi söyledi.

Uzun bir yolun ve yorucu bir tırmanışın ardından, varmamız gereken noktaya sonunda ulaştık. Zaman, öğleden sonranın ilerlemiş saatlerine yaklaşıyordu. Derin bir kanyondaydık. Güneşin tepemizdeki dağların üstünde parıldamasına karşın, kanyonun dibine karanlık düşmüştü bile. Doğudan batıya uzanan kanyonun kuzey yamacından birkaç adım uzakta bulunan küçük bir inin yanma gelene dek yürüdük. Don Juan ve ben burada çok zaman geçirmiştik. İne girmeden önce la Gorda, don Juan’ın da hep yapmış olduğu gibi, kayaları böcek ve asalaklardan temizlemek amacıyla, yerleri dallarla süpürdü. Derken, çevredeki çalılıklardan bol yapraklı küçük dalları kesip kaya tabanın üstüne yaygı gibi yerleştirdi.

İçeri girmemi imledi. Saygı göstergesi olarak önce don Juan’ın girmesine özen gösterirdim hep. Ona da aynı şeyi yaptım, ama reddetti. Benim, Nagual olduğumu söyledi. Mağaraya, onun arabama girerken emeklediği gibi, emekleyerek girdim. Tutarsızlığıma güldüm. Arabamı bir in gibi görmek hiçbir zaman gelmemişti içimden. Dinginleşmemi ve gevşememi önerdi.

"Nagual, senin eksikliğin nedeniyle bu gizleri açıklayamıyordu sana," dedi la Gorda birdenbire. "Hâlâ da öylesin, ama Soledad ve kızlarla olan savaşımların ardından, öncesine oranla daha güçlüsün şimdi."

"Eksik olmanın anlamı nedir? Herkes bana bunu bir tek senin açıklayabileceğini söyleyip duruyor," dedim.

"Çok yalın bir şey bu," dedi. "Bütün insan, hiç çocuğu olmamış insandır."

Söylediğini yazacak zaman tanımak istermişçesine sustu. Yazdıklarımın üzerinden bana baktı. Sözlerinin etkisini tarlarcasma beni izliyordu.

"Nagual’m, sana demin söylediklerimin aynısını söylediğini biliyorum," diye sürdürdü. "Onun söylediklerine hiç dikkat etmemişsin, ola ki benim söylediklerime de hiç dikkat etmedin."

Yazdıklarımı yüksek sesle okuyup söylediklerini yineledim. Gülmesini tutamadı.

"Nagual der ki, eksik insan, çocuğu olan insandır," dedi söylediklerini yazdırmak istermişçesine. Bir sorum ya da yorumum var mı diye dikkatlice inceledi beni.

"Sana eksiklik ve bütünlük konusunda her şeyi söylemiş bulunuyorum artık," dedi. "Bilesin ki Nagual’ın kendi sözlerini aktardım sana. Bunlar bana söylendiğinde benim için bir anlam içermiyordu, şu anda senin için de aynı şey geçerli."

Kendisini don Juan gibi ortaya koymasına gülesim geldi.

"Eksik kişinin mide bölgesinde bir delik vardır," diye sürdürdü. "Bir büyücü bunu, senin benim kolumu gördüğün gibi görür. Bu delik midenin sol yanındaysa buna neden olan çocuk seninle aynı cinstendir. Sağ yanındaysa eğer, karşı cinstendir. Sol yandaki delik siyahtır, sağ yandakiyse koyu kahve."

"Çocuğu olan herkeste görebiliyor musun bu deliği?"

"Evet. Bunu görmenin iki yolu var. Bir büyücü bunu ya rüya görme sırasında görür ya da doğrudan insana bakarak. Gören bir büyücünün, saydam bir varlığın saydamlığında bir delik var mı ya da yok mu diye bir sorunu olmaz. Ne var, büyücü nasıl görüleceğini bilmiyor olsa bile, baktığında, giysiler arasından görür deliğin karanlığını."

Konuşmayı bıraktı. Lafım sürdürmesi için yüreklendirdim onu.

"Nagual bana, senin yazdığını, sonra da yazdıklarını unuttuğunu söyledi," dedi suçlayan bir tavırla.

Kendimi savunmaya çabalarken ne diyeceğimi bilemedim. Aslında gerçekleri dile getiriyordu. Don Juan’ın sözleri bende her zaman çift etki yaratırdı: Söyledikleri ne olursa olsun, ilk duyduğumda başka, yazdıklarımı evde okuyup unuttuğumda başka. Ne var, la Gorda’yla konuşmak çok başkaydı. Don Ju an’ın çömezleri, kendisi kadar kapsayıcı değildiler. Ne kadar olağandışı olursa olsun, açıklamaları parçalı bulmacaların yitirilmiş bölümlerini andırıyordu. Yitirilmiş bölümler bulunduğunda sorun çözülemiyor, tersine, daha da karmaşıklaşıyordu.

"Midenin sağ yanında kahverengi bir delik vardı senin," diye sürdürdü. "Seni bir kadının boşalttığı anlamına gelir bu. Dişi bir çocuğa can vermişsin sen."

"Nagual, bende kocaman siyah bir delik olduğunu söyledi, çünkü ben iki kız doğurdum. Kendi deliğimi hiçbir zaman göremedim ama başkalarında bu türden delikler gördüm."

"Sende bir delik vardı, dedin. Şimdi yok mu bu delik bende artık?"

"Yok, yamandı o delik. Nagual yamanmasına yardım etti. Bu yardım olmasaydı, şimdiki konumuna oranla daha da boş olurdun."

"Ne tür bir yama bu?"

"Işıltına yapılmış bir yama. Başka türlü tanımlayamam bunu. Nagual, kendisi gibi bir büyücünün ne zaman isterse istesin böylesi bir deliği örebileceğini söyledi. Ama bu tür bir örgünün ışıltısı olmazmış. Gören ya da rüya gören her insan bunun, insanın tüm o sarı ışıltısı arasında kurşuni bir yama olduğunu anlayabilirmiş.

"Nagual, seni, beni ve Soledad’ı yamadı. Ne var, yamaların parıltısını, ışıltısını yeniden oluşturmayı bizlere bıraktı.

"Bizi nasıl yamadı?"

"Bir büyücü o. İstediğinde bedenimize kimi şeyler yerleştirir. Bizi değiştirdi. Eskisi gibi değiliz artık. Her ne yerleştirdiyse..."

"İyi de, bunları nasıl yerleştirdi, ayrıca, neydi bunlar?"

"Kendi ışıltısını yerleştirdi bizim bedenimize ve bunun için de ellerini kullandı. Bedenlerimize ulaşıp kendi telciklerini gereken yerlere bırakıverdi. Altı çocuğuna ve Soledad’a da aynı şeyi yaptı. Hep aynı. Ama yine de Soledad başka; ayrı bir şey bu."

İsteksizleşmiş olsa gerekti. Bir an duraksadı ve neredeyse kekelemeye başladı.

"Nasıl başka?" diye üsteledim.

"Anlatması oldukça zor," dedi uzun süren bir bocalamanın ardından. "Hem senin, benim gibi hem de farklı. Bizimle aynı ışıltıya sahip, ama bizimle birlikte değil. Başka yöne doğru ilerliyor. Şu sıralar daha çok sana benziyor. İkinizin de kurşuni renk yamalarınız var. Benimki bitti. Tam bir ışıltılı yumurtayım ben yeniden. İşte bu nedenle, sen yeniden bütünlenince biz aynı olacağız demiştim. Bizi şu anda benzer kılan şeylerse, Nagual’ın içimizdeki ışıltısı, ikimizin de aynı yöne doğru gittiğimiz ve bir zamanlar ikimizin de boş olduğudur."

"Eksiksiz bir kişi, bir büyücünün gözüyle neye benzer?" diye sordum.

"Telciklerden yapılmış ışıltılı bir yumurtaya," dedi. "Tüm telcikler tamdır; gergin çalgı tellerine benzerler. Tıpkı gergin davul derisi gibi.

"Boş bir kişideyse telcikler deliğin çeperine doğru buruşmuş gibi dururlar. Eğer çok çocuğun olduysa telcikler telcik olmaktan çıkar. Bu tür kişiler, karartıyla ikiye bölünmüş iki değişik ışıltı kabını andırır. Korkunç bir görüntüdür bu. Nagual, bir gün kentte bir parkta göstermişti bana bu tür insanları."

"Sence neden Nagual bana tüm bunlardan hiç söz etmedi?

"Sana her şeyi anlattı, ama hiçbir zaman doğru dürüst anlamadın onu. Ne zaman senin, onun söylediklerini anlamadığının ayırdma varsa o an konuyu değiştirirmiş. Eksikliğin anlayışını kısıtlamış. Nagual bu anlayışsızlığın sana tam anlamıyla uyduğunu söyledi. Eksiksiz bir insan, boşalmış bir matara gibiymiş. Örneğin, sana kim bilir kaç kez boş olduğunu söyledi de tınmadın; konuyu sana açıklamış olması bile ilgilendirmedi seni. Söylediklerini hiçbir zaman anlamadın, daha da beteri, anlamak istemedin."

La Gorda tehlikeli bölgeye girmişti. Bir başka soruyla onu buradan uzaklaştırmak istediysem de tınmadı.

"Küçük bir oğlan çocuğunu sevmişsin ve Nagual’ın bu konuda söylediklerini anlamak bile istememişsin," dedi suçlarcasına.

"Nagual, bana hiç görmediğin bir kız çocuğun olduğunu ve bu oğlanı çok sevdiğini söyledi. Birincisi boşluğu oluşturmuş, İkincisiyle seni yere mıhlamış. İkisini bir kaba koymuşsun."

Daha fazla yazamadım. Emekleyerek inden dışarı çıkıp ayağa kalktım. Yağmurun oluşturduğu su yolunda yürüdüm biraz. La Gorda ardımdan geldi. Her şeyi yüzüme söylemesinden kırılıp kırılmadığımı sordu. Doğrusu, yalan söylemek gelmedi içimden.

"Sen ne dersin?" diye sordum.

"Burnundan soluyorsun!" diye inledi ve yalnızca don Juan ve don Genaro’da görmüş olduğum bir boşvermişlikle sırıtmaya başladı.

Dengesini yitirir gibi oldu ve sol kolumu tuttu. Yeniden dengesini kazanıp ayaklarını su yoluna sağlam basabilsin diye belinden tutup kaldırdım. En fazla kırk beş kilo olmalı diye düşündüm. Dudaklarını tıpkı don Genaro’nun yaptığı gibi büzüştürüp elli iki kilo çektiğini söyledi. Aynı anda gülüştük. Doğrudan iletişim kurduğumuz bir andı.

"Bu konular hakkında konuşmak seni neden bu kerte rahatsız ediyor?" diye sordu.

Ona, bir zamanlar dünyalar kadar sevdiğim bir erkek çocuk olduğunu söyledim. Bunu söyleme gereğini duydum. Anlaşılmaz bir istekle bana tümüyle yabancı olan bu kadına açılma gereğini duymuştum. Konuşmaya başlar başlamaz bir özlem duygusu sardı her yanımı; ya yer, ya durum ya da günün o saati etkilemişti beni. O çocuğun anısını don Juan’mkiyle kaynaştırmıştım bir biçimde ve don Ju an ’la ayrıldığımızdan bu yana ilk kez özlemiştim onu. Lidia onu hiç özlemediklerini, çünkü hep onlarla birlikte olduğunu söylemişti. Hem bedenleri hem de tinleriydi o. O an için ne demek istediğini anlamıştım. Şimdi ben de öyle hissediyordum. Ne var, o yörede bilinmez başka bir duygu tutsak almıştı beni. La Gorda’ya o ana dek don Juan’ı hiç özlememiş olduğumu söyledim. Yanıt vermedi. Ötelere baktı.

O iki insanı bu kerte özlemiş olmamın nedeni belki de yaşamımdaki en önemli boşalımlara yol açmalarında yatıyordu. Ayrıca ikisi de yoktu artık. O ana dek, bu ayrılığın ne kerte ölümcül olduğunun ayırdma varamamıştım. La Gorda’ya o çocuğun her şeyden önce benim dostum olduğunu ve bir gün, denetleyemediğim nedenlerden ötürü yaşamımdan kopup gittiğini söyledim. Bu belki de yediğim darbelerin en büyüklerinden biriydi. Bu konuda, don Ju an ’dan yardım etmesini bile istemiştim. Ondan istediğim biricik yardım da bu olmuştu. Derdimi dinleyip kükrercesine gülmüştü. Öylesine beklenmedik bir tepkiydi ki bu, öfkelenememiştim bile. Yalnızca duyarsızlığı ile ilgili bir yorumda bulunabilmiştim.

"Peki, ne yapayım isterdin?" diye sordu.

Bir büyücü olduğuna göre belki de küçük dostumu yeniden kazanıp avunmama yardımcı olabileceğini söyledim.

"Yanlışsın. Bir savaşçı avuntuya hiçbi zaman gerek duymaz," dedi eleştiriye olanak tanımayan bir titremle. Ardından, ileri sürdüğüm her şeyi çürütmeye koyuldu. Bir savaşçının fırsatını yakaladığında hiçbir şeyi oluruna bırakamayacağını, bilinçliliği ve sarsılmaz kararlılığıyla olayların akışını etkilemesi gerekeceğini söyledi. O çocuğu yanımda alıkoymak ve yardımcı olmak konusunda sarsılmaz bir kararlılık göstermek istemiş olsam, bu bağlamda gereken tüm önlemleri almış olacağımı söyledi. Ne var, sevgim, ona göre, sözcüklerden ibaretmiş; eksik bir insanın patlayışıymış aslında. Derken, boşluk ve bütünlük konusunda o an duymak bile istemediğim şeyler söyledi. Hissettiğim biricik şey, bir yitirmişlik duygusuydu ve sözünü ettiği boşluğun, yeri doldurulmaz bir insanı yitirmekle ilgili olduğuna çok emindim o an.
"Sevdin onu, tinini onurlandırdın, en iyi dileklerde bulundun onun için, ama şimdi unutmaksın onu," dedi.

Cvp: BÖLÜM 3 - LA GORDA

Ne var, söylediğini yapmak elimden gelmemişti. Zamanla yumuşamış olsa da anılarımda hâlâ capcanlıydı. Gün geldi, tümüyle unuttuğumu sandım, ama bir gece yaşadığım bir olay her şeyi bir anda yeniden tüm acımasızlığıyla su yüzüne çıkardı. Bir gün yürüyerek büroma giderken genç bir Meksikalı kadın bana yaklaştı. Otobüs durağındaki bir sırada oturmaktaydı. Ordan geçen otobüsün çocuk hastanesine gidip gitmediğini sordu. Bilmiyordum. Küçük bir oğlu olduğunu, uzun süredir ateşinin düşmediğini ve parası olmadığı için çok üzüldüğünü anlattı. Ben sıraya doğru ilerledim ve orada, başını sıranın arkalığına dayamış oturan küçük bir çocuk gördüm. Ceket, kısa pantolon ve kep giymekteydi. İki yaşından fazla yoktu. Beni görmüş olacak ki, sıranın ucuna giderek başını bacağıma yasladı.

"Küçücük başım ağrıyor," dedi bana İspanyolca.

Sesi öyle ince ve kapkara gözleri öyle hüzünlüydü ki, içim bastıramadığım müthiş bir kederle doldu. Onu kucağıma aldığım gibi annesiyle birlikte arabamla en yakındaki hastaneye götürdüm. Annesine hastane masrafını ödemeye yetecek kadar para vererek onları orada bıraktım. Ne var ki, orada kalmak ya da onu daha yakından tanımak istememiştim. Ona yardımcı olduğuma ve insanlık ruhuna borcumu eda etmiş olduğuma inanmak istiyordum. Sihirli bir edim olan "insanlık ruhuna borcun eda edilmesini don Juan’ dan öğrenmiştim. Benim için yaptığı onca şey için ona borcumu ödemenin olanaksızlığını kavrayarak ezinç duyudğum bir gün ona, ödeşmek için yapabileceğim bir şey var mıdır, diye sormuştum. Kimi Meksika paralarını bozdurduğumuz bir bankadan çıkmaktaydık.

"Bana bi şey ödemene ihtiyacım yok benim," dedi don Juan, "ama gene de ödemek istersen, borcunu insanlık ruhuna eda et. Bu her daim küçük bi hesaptır, oraya ne yatırırsan yatır, yeter de artar bile."

O hasta çocuğa yardım ederek sırf insanlık ruhuna borcumu eda etmiştim zira benim küçük oğlum da kendi yolculuğunda bu şekilde yardımlar görebilirdi. La Gorda’ya, o çocuğa olan sevgimin bir daha onu hiç görmesem bile capcanlı kalacağını anlattım. Onun anısının, hiçbir şeyin ona dokunamayacağı denli derinlerde gömülü olduğunu söylemek istedim ama kendimi tuttum. Bundan söz etmenin yersiz olacağını hissetmiştim. Üstelik, hava kararmaktaydı ve o sel çukurundan çıkmak istiyordum.

"Gitsek iyi olacak," dedim. "Seni eve götüreyim. Bu konuları bir başka zaman gene konuşuruz ola ki."

La Gorda, don Juan"m bana güldüğü şekilde güldü. Son derece komik bir şey söylemiş olmalıydım.

"Ne diye gülüyorsun, Gorda?" diye sordum.

"Sen kendin de biliyorsun ki bu yeri öyle hemen terk edemeyiz," dedi La Gorda. "Burda erkle bir randevun var senin. Aynı şekilde benim de."

La Gorda mağaraya doğru yürüdü ve emekleyerek içeriye girdi.

"Haydi içeriye gir," diye bağırdı içeriden. "Burdan ayrılmamız olanaksız."

Son kerte tutarsız bir biçimde tepki verdim. Sürünerek içeriye girdim ve onun yanına gene oturdum. Onun da benimle dalga geçtiği belliydi. Oraya yüzleşmeye falan gelmemiştim. Öfkelenmem gerekirdi. Oysa gayet kayıtsızdım. Mexico City’ye giderken orada sadece bir mola verdiğimizi düşünerek kendimi kandıramazdım. Ben oraya, havsalamın alamayacağı bir şeyin zorgusuyla gitmiştim. La Gorda not defterimi bana uzatarak yazmamı istedi. Yazdığım takdirde sadece kendimi gevşetmekle kalmayıp onu da gevşetmiş olacağımı söyledi.

"Erkle bu randevu da nesi?" diye sordum.

"Nagual bana seninle benim burada dışarıdaki bir şeyle randevumuz olduğunu söylediydi. Senin önce Soledad’la sonra da küçük kız kardeşlerle randevun vardı. Onlar güya seni yok edeceklerdi. Nagual, şayet sen onların saldıralarmdan sağ çıkarsan, üçüncü buluşmada birlikte olmamız amacıyla seni buraya getirmemi istediydi."

"Nasıl bir buluşmaymış ki bu?"

"Vallahi bilmiyorum. Başka her şey gibi, bu da bize bağlı. Şu anda dışarıda seni bekleyen bir şeyler var. Seni beklediklerini söylememin nedeni şu ki ben buraya sık sık gelirim ve şimdiye dek bir şeycik olmadı. Ama bu gece farklı. Sen burdasm, o şeyler nasıl gelecek bak."

"Nagual ne diye beni yok etmeye çalışıyor?" diye sordum.

"Onun kimseyi yok etmeye çalıştığı yok!" diye ünledi la Gorda karşı çıkarak. "Sen onun çocuğusun. Şimdi o senin onun kendisi olmanı istiyor. Hepimizden çok onun kendisi. Ama gerçek bir Nagual olmak için erkini hak etmen gerek. Aksi takdirde Soledad’m ve küçük kız kardeşlerin senin izini sürmelerini özenle düzenlemezdi. O, Soledad’a şeklini değiştirmesini ve kendisini yeniden gençleştirmesini öğretti. Odasına şeytansı bir zemin yaptırttı ona. Kimsenin karşı gelemeyeceği bir zemin. Soledad boş olduğu için, Nagual onun devasa bir şey yapmasını sağladı. Ona bir görev verdi, yerine getirilmesi son derece zor ama anca ona uygun düşen bir görev, o da senin işini bitirmekti. Soledad’a bir büyücünün bir başka büyücüyü öldürmesinden daha zor bir şey olmadığını anlattıydı. Sıradan bir insanın bir büyücüyü öldürmesi ya da bir büyücünün sıradan bir kimseyi öldürmesi daha kolaydır, ama iki büyücü birbirini öldüremiyor işte. Nagual Soledad’a en uygun olasılığın seni korkutarak gafil avlamak olduğunu söylediydi. O da öyle yaptı. Nagual onun, seni odasına çekebilecek kadar cazip bir kadın olmasını sağladı, sen oraya girince zemin seni afsunlayacaktı, zira dediğim gibi, hiç kimse, ama hiç kimse, o zemine dayanamaz. O zemin Nagual’m Soledad’a yaptırdığı bir şaheserdi. Ama sen onun zeminine bir şeyler yaptın, o zaman Soledad Nagual’m yönergeleri gereğince taktik değiştirmek zorunda kaldı. Nagual ona, şayet zemin başarısız olursa ve Soledad seni ürkütüp gafil avlayamazsa, seninle konuşup bilmek istediğin her şeyi anlatmak zorunda kalacağını söylediydi. Nagual onu, son dayanağı olarak güzel konuşma sanatında da eğittiydi. Ne var, Soledad sana bununla bile galebe çalamamıştı."

"Bana galebe çalması niçin o kadar önemliydi ki?"

La Gorda sustu ve beni süzdü. Boğazını temizleyerek yerinde dik oturdu. Mağaranın alçacık çatısına bakarak burnundan gürültülü bir şekilde soluk verdi.

"Soledad benim gibi bir kadın," dedi la Gorda. "Bak sana kendi yaşamıma ilişkin bir şey anlatayım o zaman belki onu anlarsın. Bir zamanlar bir erkeğim vardı. Daha gencecik bir kızken beni hamile bıraktı, ondan iki kızım oldu. Ardı ardına. Yaşamım cehenneme döndüydü. Sarhoşun tekiydi o adam, gece gündüz beni dövüyordu. Ben ondan nefret ediyordum o da benden. Domuz gibi şişmanladıydım. Bir gün başka bir adam çıkageldi ve benden hoşlandığını söyleyerek şehirde hizmetçilik yapmamı önerdi. Benim ne denli hamarat bir kadın olduğumu biliyordu, niyeti benim üzerimden geçinmekti. Ama öyle sefil bir yaşamım vardı ki, ona kanıp birlikte şehre kaçtık. İlkinden daha kötü bir adamdı, kaba ve korkunç. Bir hafta geçti geçmedi, yüzüme bakmaz oldu. Beni nasıl dövdüğünü anlatamam sana. Beni öldüreceğini sanıyordum, üstelik sarhoş falan da değildi, sebep de iş bulamamış olmam. Sonra beni hasta bir bebekle sokaklarda dilenmeye gönderdi. Çocuğun anasına benim kazandığım paradan birkaç kuruş öderdi. Sonra da az para kazandığım için bana dayak atardı. Çocuk giderek daha da hastalandı, şayet ben dilencilik yaparken çocuk ölecek olursa adamın beni öldüreceğinden emindim. Bir gün onun bulunmadığı bir sırada çocuğun anasına gidip bebeği ona teslim ettim ve o günkü kazancımın bir kısmını ona verdim. Şanslı bir gün olmuştu o gün benim için; iyi yürekli bir ecnebi kadın çocuğa ilaç alayım diye bana elli peso verdiydi.

"O mendebur herifle üç ay birlikte olduyduk ve galiba o aralar ben yirmi yaşımdaydım. O parayı evime dönmek için kullandım. Gene hamileydim. Adam kendi çocuğumun olmasını istiyordu, maksadı başkasına para ödemesin. Ben kendi memleketime dönünce çocuklarımı görmek istedim, ama babalarının ailesi onları alıp götürmüştü. Tüm aile benimle konuşmak bahanesiyle bir toplantı yaptı, ama beni ıssız bir yere götürdüler ve sopalarla taşlarla kıyasıyla döverek öldü diye oracığa bıraktılar."

"Bugün dahi oradan kasabaya nasıl döndüğümü hatırlayabilyor değilim. Hatta rahmimdeki çocuğu bile kaybetmiştim. O zamanlar sağ olan bir teyzeme sığındım; anam babam ölmüşlerdi. Teyzem bana dinlenecek bir yer verdi ve bana baktı. Zavallı kadıncağız iki ay geçip de ben ayağa kalkana dek beni besledi.

"Sonra bir gün teyzem bana o adamın kasabada beni aramakta olduğunu söyledi. Polise başvurup onlara, bana iş için avans vermiş ve benim onun bebeğini öldürüp parasıyla birlikte kaçmış olduğumu anlatmış. O zaman sonumun geldiğini anlamıştım. Ama şansım gene yaver gitti de bir Amerikalı beni kamyonuyla oradan uzaklara götürdü. Kamyonun yoldan geldiğini gördüğüm zaman parmağımı heyecanla kaldırmıştım, adam beni görünce durmuş ve kamyonuna almıştı. Beni Meksika’nın ta bu bölgesine kadar getirdi. Şehre gelince beni indirdi. Kimsecikleri tanımadığım bir yer. Çılgın bir köpek gibi günlerce o sakak senin bu sokak benim, çöp tenekelerinden karnımı doyurarak dolaştım. O sıralarda şansım bir kez daha gülmüştü.

"Pablito’yla tanıştım, ona olan borcumu ödeyebilmem imkânsız. Pablito beni marangoz atölyesine götürdü ve orada bir köşede bir yataklık yer verdi. Bunu bana acıdığından yapmıştı. Çarşıda giderken ayağı takılıp üzerime düşmüştü— öyle bulmuştu beni. Ben oturmuş dilenmekteydim. Bir güve ya da bir arı, tam bilemiyorum, uçarken onun gözüne çarpmış. Topuklarının etrafında dönüp tam üzerime yıkıldıydı. Gazaba gelip bana vuracağını sandıydım, ama o tuttu, cebinden para çıkarıp verdi bana. Bana iş verebilir mi diye sordum ona. Bunun üzerine o beni yanına katıp atölyesine götürdü ve bir ütüyle ütü masası verip çamaşırcılık yaptırdı.

"İyi çalışıyordum. Ama ha bire şişmanlamaktaydım, zira çamaşırlarını yıkadığım kimselerin çoğu bana artık yiyeceklerini veriyorlardı. Kimi zaman günde on altı kez yemek yiyordum. Yemek yemekten başka yaptığım bir şey yoktu. Sokakta çocuklar peşime takılıp alay ediyorlardı, bazen de birisi arkamdan gizlice yaklaşıp topuklarıma basıyor bir başkası da beni itince yere düşüveriyordum. O çocuklar gaddarca şakalarıyla, hele temiz çamaşırlarımı kirlettiklerinde beni ağlatıp duruyorlardı.

"Bir gün, akşama doğru, tuhaf bir yaşlı adam Pablito’yu görmeye geldiydi. Daha önceleri hiç görmediğim bir adam. Bu ürkünç, haşyet verici adamın Pablito’yla can ciğer dost olduklarını hiç bilmiyordum. Ben arkamı dönüp işimi yapmayı sürdürdüm. Orada yalnız başımaydım. Birden o adamın iki elini boynumda hissettim. Çığlık atamıyordum, nefes dahi alamıyordum. Yere yuvarlandım, o iğrenç adam belki bir saat kadar başımı tuttu. Sonra çekip gitti. Öyle korkmuştum ki, düşmüş olduğum yerde ertesi sabaha kadar kaldım. Pablito beni orada buldu; gülerek, çok gurur duymam ve mutlu olmam gerektiğini zira o yaşlı adamın güçlü bir büyücü ve öğretmenlerinden biri olduğunu anlattı. Şaşkına dönmüştüm; Pablito’nun bir büyücü olduğuna inanamıyordum. Öğretmeninin benim başımın çevresinde uçuşarak mükemmel bir daire oluşturan güveler görmüş olduğunu anlattı. Ölümünün de etrafımda dönendiğini görmüşmüş ayrıca. Şimşek gibi davranıp gözlerimin doğrultusunu değiştirmesinin nedeni de buymuş. Pablito, Nagual’ın ellerini üzerime koyarak bedenimin içine ulaştığını ve çok geçmeden farklı bir insan olacağımı da anlattı. Neden söz ettiğini anlamamıştım. O çılgın yaşlı adamın neler yapmış olduğuna ilişkin de hiçbir fikrim yoktu. Ama benim içik fark etmiyordu. Herkesin tekmeleyip durduğu bir köpek gibiydim ben. Pablito, bana sevecence davranan tek kişiydi. Önceleri onun beni kadını olarak istediğini sandıydım. Ama çok çirkin, şişman ve pasaklıydım.

O sadece beni korumak istiyordu.

"O deli ihtiyar başka bir gece gene geldi ve arkamdan ensemi kavradı. Feci şekilde incitiyordu beni. Ağlayarak çığlığı bastırdım. Ne yapmakta olduğunu bilmiyordum. Bir kelime dahi etmemişti bana. Müthiş korkuyordum ondan. Sonra, bir süre geçince benimle konuşmaya başladı ve yaşamımı nasıl sürdürmem gerektiğini anlattı. Ama benim boşluğum en büyük düşmanımdı. Onun yöntemlerini kabul edemiyordum, bunun üzerine o da artık nazımı çekmekten bıktı usandı ve rüzgârı peşime saldı. O gün ben tek başıma Soledad’ın evinin arkasındaydım, rüzgârın şiddetlenmekte olduğunu fark ettim. Çiti geçip üzerime doğru esiyordu. Gözlerimi açamıyordum. Eve girmek istiyordum, lâkin bedenim korku içindeydi, eve kapıdan gireceğim yerde, çitin kapısını dolandım. Rüzgâr beni itiyor fırıldak gibi döndürüyordu. Eve dönmeye çalıştım, ama fayda etmedi. Rüzgârın gücüne karşı gelemiyordum. Rüzgâr beni yoldan çıkarıp tepelerin üzerinden aşırttı, sonunda kendimi derin bir çukurun—mezar gibi bir çukurun içinde buldum. Rüzgâr yüzünden günlerce orada kalmam gerekti, öyle ki, nihayet boyun eğerek değişmeye ve kaderimi kabullenmeye razı oldum. Bunun üzerine rüzgâr dindi ve beni bularak eve geri getirdi. Bundan sonra görevimin, bende olmayan bir şeyi—sevgiyi ve şefkati—vermek olduğunu, Lidia ve Josefina kardeşlere kendimden daha iyi bir şekilde bakmamı söyledi bana. O zaman Nagual’m bana yıllar boyunca söylemiş olduğu şeyi anlamıştım. Benim yaşamım çoktan son bulmuştu. O bana yeni bir yaşam sunmuştu ve o yaşamın tamamıyla yeni olması gerekiyordu. O yaşamın içine eski çirkin davranışlarımı getiremezdim. Beni ilk bulduğu gece, güveler beni ona göstermişti; kendi kaderime karşı çıkmamalıydım.

"Değişikliğime, Lidia ve Josefina’ya kendimden daha iyi bakmakla başladım. Nagual’m her söylediğini bir bir yerine getirdim, sonra bir gece işte tam bu dere çukurunda ve işte bu mağarada tamlığıma kavuştum. Şu anda olduğum yerde uykuya dalmıştım ki bir gürültüyle uyanıverdim. Yukarıya doğru baktığımda kendimi bir zamanlar olduğum gibi gördüm— ipince, genç, taptaze. O benim geriye dönen tinimdi. Önce bana yaklaşmak istemedi, çünkü hâlâ oldukça kötü görünüyordum. Ama sonra dayanamayıp yanıma geldi. O zaman hemen, Nagual’m bana yıllar boyunca neyi anlatmaya çabalayıp durduğunu tamamıyla anladım. O bana, bir insan çocuk sahibi olduğunda o çocuğun tinimizin keskinliğini körelttiğini söylerdi hep. Bir kadının bir kızı olursa, o takdirde o keskinliğin sonu anlamına gelir bu. Benimki gibi iki çocuğu olunca da sonum gelmiş demekmiş. Olanca gücüm ve düşlerim o kızlara gitmişti. Benim keskinliğimi çalmışlar, derdi Nagual, tıpkı benim onu anamdan babamdan çaldığım gibi. Kaderimiz bu bizim. Bir oğlan çocuğu babasının en büyük parçasını çalar, kız da anasının. Nagual, çocuğu olmuş insanların, şayet senin gibi inatçı değillerse, kendilerinde bir eksiklik olduğunu bilebildiklerini söylerdi. Daha önceleri onlarda bulunan bir delişmenliğin, bir sinirliliğin, bir erkin eksikliğini hissederler. Bir zamanlar vardı bunlar, ama şimdi neredeler? Nagual, onların artık evin çevresinde koşuşan enerji dolu, düşlerle dolu o küçük çocuklara geçtiğini söylerdi. Yani tam olan çocuğa. Çocuklara baktığımız takdirde onların cüretkâr olduklarını, zıplayarak devindiklerini görürüz, derdi o. Onların ana babalarına baktığımızdaysa, onların temkinli ve ürkek olduklarını anlarız. Artık zıpladıkları yoktur. Nagual bana bizim bu durumu ana babaların büyümüş ve sorumluluk sahibi olmalarıyla açıkladığımızı anlattıydı. Ama bu doğru sayılmaz. Meselenin aslı, onların keskinliklerini yitirmiş olmalarıdır."

La Gorda’ya tanıdığım bazı ana babaların çocuklarından daha fazla tine ve keskinliğe sahip olduklarını Nagual’a söylesem ne derdi acaba, diye sordum.

Sanki utanmış gibi elleriyle yüzünü örterek güldü la Gorda.

"İstersen bana sor," dedi kıkır kıkır gülerek. "Ne düşündüğümü söyleyim mi?"

"Elbette, söyle bakalım."

"O kimselerin daha fazla tinleri yoktur, sadece enerjileri fazlacadır ve çocuklarını itaatkâr ve pısırık yetiştirmişlerdir. Tüm yaşamları boyunca çocuklarını sindirmişlerdir, hepsi o kadar."

La Gorda’ya, tanıdığım dört çocuklu ve elli üçündeyken hayatını toptan değiştirmiş olan bir adamdan söz ettim. Buna, yirmi beş yılı aşkın bir süre boyunca bir yuva kurup mesleğinde ilerledikten sonra, karısını ve büyük bir şirketteki yöneticilik pozisyonunu terk etmek de dahildi. Büyük bir cüretkârlıkla hepsini silkip atmış ve Pasifik’teki bir adada yaşamaya başlamıştı.

"Yani bir başına mı gitmişti oraya?" diye sordu la Gorda şaşırmışçasma. Tezimi piç etmişti bu sorusuyla. Adamın oraya yirmi üç yaşındaki sevgilisiyle gitmiş olduğunu söylemek zorunda kaldım.

"Kuşkusuz tam bir kimseydi," diye ekledi la Gorda.

Gene ona katılmak zorunda kalmıştım.

"Boş bir adam, her zaman bir kadının tamlığını kullanır durur," diye sürdürdü la Gorda. "Tam bir kadın kendi tamlığında tehlikelidir, bir erkekten daha tehlikeli. Öyle bir kadın güvenilmezdir, huysuzdur, asabidir, ama büyük değişiklikler sergileyebilir. O tür kadınlar kendilerini toparlayıp istedikleri yere varabilirler. Orada bir şey yapmazlar, ama bu zaten onların yaşamlarında bir şey olmamasmdandır. Oysa, boş insanlar artık o şekilde sıçrayamazlar, ama daha güvenilirlerdir. Nagual boş insanların, birazcık devinmeden önce etraflarına bakan ve sonra da bir parça gerileyip sonra yeniden birazcık devinen solucanlara benzediklerini anlatırdı. Tam insanlar her zaman sıçrarlar, perende atarlar ve handıysa her daim başlarının üzerine düşerler, onlar için önemsizdir bu.

"Nagual, öbür dünyaya girmesi için insanın tam olması gerektiğini söylerdi. Bir büyücü olması için insanın tüm ışıltısına gereksinmesi vardır: hiçbir deliği, hiçbir yaması olmayacak ve tininin olanca keskinliğini koruyacak. Demek ki boş olan bir büyücünün tamlığını yeniden kazanması gerekir. Kadın olsun, erkek olsun, ordaki o dünyaya, Nagual ile Genaro’nun şimdi bizleri bekledikleri o sonsuzluğa girebilmeleri için tam olmaları gerekir."

La Gorda konuşmasını kesti ve uzun bir süre bana baktı. Işık yazamayacağım denli azalmaktaydı.

"Ama sen tamlığını nasıl kazandın yeniden?" diye sordum. Sesim onun yerinden sıçramasına yol açmıştı. Sorumu yineledim. La Gorda beni yanıtlamazdan önce gözlerini mağaranın tavanına çevirdi.

"O iki kızımı reddetmek zorunda kaldım," dedi. "Nagual bir zamanlar sana bunun nasıl yapılacağını anlattıydı ama sen onu dinlemek istememiştin, onun demesi şuydu ki, insan keskinliğini çalıp geri almak zorundadır. Bizim onu çalarak ona zor bir şekilde sahip olacağımızı ve onu gene zor bir şekilde muhafaza etmemiz gerektiğini sana söylediydi.

"Nagual bunun için bana kılavuzluk etti, yapmamı sağladığı ilk şey o iki çocuğuma olan sevgimi reddetmemdi. Bunu rüya görme sırasında yapmam gerekiyordu. Azar azar onları sevmemeyi öğrendim, ama Nagual bunun yararsız olduğunu söyledi, insanın sevmemeyi değil de onlara şefkat göstermemeyi öğrenmesi gerekmiş. Kızlarımın artık benim için hiçbir anlamı kalmadığı zaman onları görmem gerekirmiş, ne var onlara bakmalı ama onları kucaklamamalıymışım. Başlarını sevecence okşarken sol elimle onlardaki keskinliği aşırıvermeliymişim."

"E, ne oldu onlara?"

"Hiçbir şey olmadı. Bir şey hissetmediler. Eve döndüler, şimdi ikisi de koskoca insanlar gibi. Çevrelerindeki çoğu kimse gibi boş. Çocuklarla oynamak istemiyorlar zira onlara gereksinmeleri yok. Bence bu onlar için çok daha iyi. Onlardaki delişmenliği aldım. Buna gereksinmeleri yoktu, oysa benim vardı. Bunu onlara verdiğimde ne yaptığımı bilmiyordum. Üstelik, babalarından çaldıkları keskinliğe hâlâ sahipler. Nagual haklıydı: kimse kaybının farkına varmadı, ama ben kazandığım şeyin farkındaydım. Bu mağaradan dışarıya bakarken tüm düşlerimi askerler gibi sıraya dizilmişler gördüm. Dünya pasparıldak ve yepyeniydi. Bedenimin ve ruhumun ağırlığı uçup gitmişti ve ben gerçekten yepyeni bir varlığa kavuşmuştum."

"Keskinliğini çocuklarından nasıl aldığını biliyor musun?"

"Onlar benim çocuklarım değiller! Hiç çocuğum olmadı ki. Baksana bana."

La Gorda sürenerek mağaradan çıktı, eteklerini kaldırıp çıplak bedenini bana gösterdi. İnceliği ve güçlü kasları dikkat çekiciydi.

La Gorda ısrarla ona yaklaşıp onu incelememi istedi. Bedeni öyle yağsız ve sıkıydı ki, ola ki hiç çocuk doğurmamış olabileceği sonucuna vardım. Sağ bacağını yüksekçe bir kayaya dayayarak fercini gösterdi bana. Geçirdiği değişikliği bana kanıtlama gayretkeşliği öyle kuvvetliydi ki sinirimden gülmeye başladım. Bir doktor olmadığım için bilemeyeceğimi anlattım, ama doğru söylediğine emin olduğumu belirttim.

"Elbette doğru söylüyorum," dedi la Gorda sürünerek mağaraya girerken. "Bu rahimden bir şey çıkmış değil."

"Sol yanım keskinliğimi geri aldı," dedi. "Yapttığım tek şey gidip kızlarımı ziyaret etmek oldu. Bana alışabilmeleri için oraya dört beş kez gittim. Koskoca kızlardı, okula gidiyorlardı. Onları sevmemek için zorlanacağımı sanmıştım, ama Nagual zararı yok demişti, istersem onları sevebilirmişim. Ben de sevdim onları. Ama onları sevmek tıpkı bir yabancıyı sevmek gibiydi. Kararımı vermiştim, maksadımdan vazgeçemezdim. Nagual’ın bana anlattığı gibi öbür dünyaya hâlâ sağken girmek istiyordum. Bunu gerçekleştirebilmek için tinimin tüm keskinliğine gereksinmem var. Tamlığım gerek bana. Hiçbir şey beni o dünyadan döndüremez!" La Gorda meydan okurcasına bana bakmaktaydı.

"Şayet tamlığımı istiyorsan, senin ikisini de reddetmen lazım, hem seni boşaltan kadını hem de sevgini almış olan küçük oğlanı. Kadını kolayca reddedebilirsin. Küçük oğlana gelince o başka. Senin o çocuğa olan yararsız sevginin seni o diyara girmekten men edecek kadar matah bir şey olduğunu mu sanıyorsun?"

Cevap veremedim. Ama bu konu üzerinde düşünmek istediğimden değil. Aklım son derece karışmıştı da ondan.

"Soledad, şayet Nagual’a girmek istiyorsa, keskinliğini Pablito’dan almak zorunda," diye sürdürdü. "Bunu yapmasına imkân var mı ki? Pablito, ne denli zayıf olursa olsun, bir büyücüdür. Ama Nagual, Soledad’a benzersiz bir fırsat verdiydi. Ona, biricik fırsatının sen onun evine girince geleceğini söyledi; sırf bu fırsat yüzünden bizim sadece öbür eve taşınmamıza neden olmakla kalmadı, üstelik sen arabanı ta kapısının önüne sürebilesin diye eve çıkan geçidi genişletmemezi sağladı. Soledad’a, kusursuz bir yaşam sürdürdüğü takdirde seni avlayabileceğini ve Nagual’ın senin bedeninin içine bıraktığı erkin tümü olan olanca ışıltını emebileceğini anlattı. Bunu yapmak onun için zor olmayacaktı. Onun tüm başarısı seni bir çaresizlik anına sürüklemekti.

"Seni bir kez öldürdü mü, senin ışıltın onun erkini artıracak ve ardından Soledad bizim peşimize düşecekti. Bunu bir ben bilmekteydim. Lidia, Josefina ve Rosa onu çok severler. Ben sevmem. Onun emellerini biliyorum. Zamanla bizi teker teker eleyecekti, çünkü yitireceği bir şey yoktu ama kazanacağı şey çoktu. Nagual bana onun için başka bir çıkar yol olmadığını anlattıydı. Kızları bana emanet ederek, Soledad’ın seni öldürmesi ve bizim ışıltımızın peşine düşmesi durumunda ne yapmam gerektiğini anlattı. Benim kendi mi kurtaracağımı ve üçünden birini de kurtarabileceğimi hesaplıyordu. Görüyorsun ya, Soledad hiç de kötü bir kadın değil, kusursuz bir savaşçının yapması gerekenleri yapıyor sadece. Küçük kız kardeşler onu kendi analarından çok seviyorlar. Gerçek bir anne oldu o onlar için. Nagual’a göre, onu avantajlı kılan tek şey de buymuş. Her şeyi denedim ama küçük kız kardeşleri bir türlü ondan uzaklaştıramadım.

Onun için, seni öldürmüş olsaydı, ona güvenen o üç masum kızdan en az ikisinin de hakkından gelecekti. Sen ortalıkta olmayınca Pablito bir hiç sayılır. Soledad onu bir böcek gibi eziverirdi. Sonra da tüm o tamlığı ve erkiyle oradaki dünyaya girmiş olurdu. Ben onun yerinde olsaydım ben de aynı şeyleri yapmak için didinirdim.

"Görüyorsun ya, onun için ya hepsi ya da hiçti. Sen ilk geldiğinde herkes gitmişti. Senin ve bazılarımızın sonu gelmiş gibiydi. Ama sonunda gördük ki onun için hiçti, kız kardeşler içinse bir fırsat belirmişti. Senin başardığını öğrenir öğrenmez, üç kıza da şimdi sıranın onlara geldiğini anlattım. Nagual onlara seni gafil avlamak için sabaha dek beklemelerini söylediydi. Sabahın senin için iyi bir zaman olmadığını söylediydi. Benim de uzakta kalmamı ve kız kardeşlerin işine karışmamamı buyurmuş, sadece onların ışıltılarını incitmeye çalıştığın takdirde gelmemi söylemişti."

"Onlar da mı öldüreceklerdi beni?"

"Tabii, evet. Sen onların ışıltılarının erkek yanısın. Onların tamlığı zaman zaman onların aleyhinedir. Nagual onları acımasızca yönetir ve onları dengeler, ama artık gittiğine göre kendilerini nasıl düzelteceklerini bilemiyorlar. Onlar bu iş için senin ışıltından yararlanabilirler."

"Ya sen, Gorda? Sen de mi beni öldürmek istiyorsun?"

"Sana benim farklı olduğumu söylediydim. Dengeliyim ben. Benim boşluğum, ki benim dezavantaj imdi, artık benim avantajım haline geldi. Bir büyücü tamlığını kazanır kazanmaz dengesini bulur, her zaman tam olmuş olan bir büyücüyse bir parça çatlaktır. Genaro’nun bir parça çatlak olduğu gibi. Oysa Nagual dengeliydi, zira daha önce senin benim gibi o da tam değildi, hatta senden benden daha beterdi. Üç oğluyla bir kızı varmış onun. Küçük kız kardeşler Genaro gibidirler, bir parça çatlak. Çoğu zaman da ölçüsüz şekilde teptiplidirler."

"Ya ben, Gorda? Benim de onların peşine düşmem lazım mı?"

"Yo. Sadece onlar senin ışıltını emip çekerek kârlı çıkabilirler. Sen hiç kimsenin ölümünden dolayı kârlı çıkmazsın. Nagual sende özel bir erk bırakmış, bir tür dengelilik, hiç birimizde olmayan bir şey."

"Onlar da öğrenemez mi o dengeliliği?"

"Elbet öğrenebilirler. Ama bunun küçük kız kardeşlerin yerine getirmesi gereken görevde bir alâkası yok ki. Onların görevi senin erkini çalmak. Bunun için öylesine birleştiler ki artık tek bir varlık haline geldiler. Seni bir bardak meşrubat gibi yudumlamak için eğittiler kendilerini. Nagual onları aldatıcılık konusunda üstad kıldı, özellikle Josefina’yı. Eşi bulunmaz bir gösteri sergilemişti hani. Onların sanatı yanında Soledad’ın girişimi çocuk oyunu gibi kalır. Yontulmamış bir kadındır o. Küçük kız kardeşlerse gerçek büyücülerdir. Onlardan ikisi senin güvenini kazandı, üçüncüsüyse seni öyle bir sarstı ki, çaresiz kalakaldın. Hepsi de ellerindeki kartları mükemmel oynadılar. Sen de onların oyununa geldin ve az kalsın partiyi kaybediyordun. Ama bir hata yaptılar, evvelsi gece sen Rosa’nın ışıltısını incittin ve sağalttın, bu da onu ürkekleştirdi. Şayet sinirlenip de senin yan tarafını öyle şiddetli bir şekilde ısırmış olmasaydı, ola ki sen şimdi burada olmayacaksın. Kapıdan her şeyi gördüydüm ben. Sen onları tam yok edecektin ki, ben içeriye giriverdim."

"Ama onları yok etmek için ne yapacaktım ki?"

"Ben ne bileyim? Sen değilim ki ben."

"Yani sen beni ne yaparken görmüştün?"

"Çiftinin senin içinden çıkmakta olduğunu gördüydüm."

"Nasıl bir şeydi çiftim?"

"Sana benziyordu, başka nasıl olsun? Ama çok büyüktü, ürkütücüydü. Senin çiftin onları öldürecekti. Onun için ben içeriye girip bunu önledim. Seni sakinleştirebilmek için tüm erkimi kullandım. Kız kardeşlerin bir yardımı olmadı. Onlar şaşırmış vaziyettelerdi. Sense öyle öfkeli ve korkunçtun ki. Önümüzde iki kez renk değiştirdiydin. Bir keresinde rengin öyle hiddetliydi ki, beni de öldüreceğinden korktum."

"Ne renkteydi, Gorda?"

"Beyaz, başka ne olsun ki? Çift beyazdır, sarımsı beyaz, güneş gibi."

La Gorda’ya baktım. Bu benzetiş benim için çok yeniydi.

"Evet," diye sürdürdü, "güneşin parçalayırız biz. O yüzdendir ışıltılı varlıklar olmamız. Ama o ışıltı çok zayıf olduğundan, bizim gözlerimiz onu göremez. Yalnızca bir büyücünün gözleri görebilir onu, o da yaşam boyunca süren çabalardan sonra."

La Gorda’nm açıklamaları bende büyük bir şaşkınlık yaratmıştı. En isabetli soruyu sorabilmek amacıyla zihnimi to parlamaya çalıştım.

"Nagual sana güneşe ilişkin bir şeyler anlattı mı hiç?" diye sordum.

"Evet. Hepimiz güneş gibiyizdir, ama çok, çok soluk. Bizim ışığımız çok zayıftır, ama gene de ışıktır işte."

"Ama, acaba güneşin Nagual olduğunu söylemiş miydi?" diye dayattım derin bir merakla.

Cvp: BÖLÜM 3 - LA GORDA

La Gorda yanıt vermedi. Dudaklarından bir dizi istençsiz sesler döküldü. Belli ki sorumu nasıl yanıtlaması gerektiğini düşünmekteydi. Yazmaya hazır, bekliyordum. Uzun bir sessizlikten sonra la Gorda sürünerek mağaradan çıktı.

"Sana o soluk ışığımı göstereyim," dedi kayıtsız bir tonla. Mağaranın önündeki daracık dere çukurunun ortasına doğru ilerleyerek çömeldi. Bulunduğum yerden onun ne yaptığını göremiyordum, o nedenle ben de mağaradan dışarıya çıktım. La Gorda’nm üç dört metre kadar önünde durdum. O çömelmiş durumdayken ellerini eteğinin altına soktu. Birden ayağa kalktı. Ellerini gevşekçe yumruk etmişti; sonra ellerini başının üzerine kaldırarak parmaklarını açıverdi. Hızlı bir patlama sesi işittim ve la Gorda’nm parmaklarından kıvılcımlar çıktığı gördüm. Sonra ellerini yeniden yumruk etti ve hızla yeniden açınça bu kez daha iri kıvılcımlar yayılmaya başladı. La Gorda bir kez daha çömelip ellerini eteğinin altına soktu. Kasıklarından bir şey çekiyora benziyordu. Ellerini başının üzerine her kaldırışında kıvılcımlar parmaklarından havaya doğru uçuştu, sonra parmaklarından upuzun ışıltılı lifler havaya doğru aktı. İyice kararmış olan havada akan lifleri görebilmek için başımı arkaya doğru yatırdım. Bunlar uzun, ipince ve kırmızımtırak ışık telcikleriydi. Bir süre sonra soldular ve yok oldular. La Gorda yeniden çömeldi ve parmaklarını açtığı zaman onlardan son kerte hayret verici ışıklar yayılmaya başladı. Gökyüzü kalın ışık huzmeleriyle dolmuştu. Büyüleyici bir manzaraydı bu. Kendimden geçmiştim; gözlerimi onlardan ayıramıyordum. La Gorda’ya dikkat ettiğim yoktu. Sadece ışıklara bakıyordum. Ansızın işittiğim bir çığlık sesi, gözlerimi La Gorda’ya çevirmeme neden oldu —o anda kadın kendi yarattığı o ışık çizilerinden birini yakaladığı gibi döne döne vadinin ta tepesine uçup gitti. Göğe karşı koskoca, kapkara bir gölge gibi orada bir süre salındı, ardından karnındaki bir merdivenden inermişçesine kesik kesik hareketler ya da sıçrayışlarla vadi çukurunun içine indi. Birden onu üzerimde dururken gördüm. Kıç üstü düşmüş olduğumun farkına varmamıştım. Ayağa kalktım. La Gorda terden sırılsıklam olmuştu, nefes nefese soluk almaya çalışıyordu. Uzun süre konuşamadı. Olduğu yerde koşar adımlarla saymaya başladı. Ona dokunmaya cesaret edemiyordum. Sonunda yeterince sakinleşmiş olacak ki sürüne sürüne mağaraya girdi. Birkaç dakika kadar dinlendi.

Hareketleri öyle süratli olmuştu ki olup bitenleri değerlendirebilecek zaman bulamamıştım. La Gorda’nm gösterisi sırasında, göbeğimin hemen alt tarafında dayanılmaz, kaşıntıya benzer bir ağrı duymuştum. Ben herhangi bir hareket yapmamıştım ama gene de onun gibi nefes nefeseydim.

"Randevumuza gitme zamanı geldi sanırım," dedi la Gorda soluğunu tutarak. "Benim uçuşum ikimizi de açtı. Sen benim uçuşumu kendi karnında hissetttin; bu senin açık olduğunu ve dört kuvveti karşılamaya hazır bulunduğunu gösterir."

"Neymiş o dört kuvvet Allah aşkına?"

"Nagual ile Genaro’nun dostları. Onları gördüydün sen. Tüyler ürperticidirler. Şimdi onlar Nagual ile Genaro’nun sukabağı mataralarından çıkıp serbest dolaşıyorlar. Geçen gece Soledad’m evindeyken onlardan birini işitmiştin. Seni bekliyor onlar. Gün kararınca artık kaplarına sığamaz olurlar. Hatta onlardan biri gündüz vakti senin peşine düşmüştü Soledad’ın orada. O dostlar şimdi sana ve bana aittirler. İkisini ben alacağım ikisini de sen. Ama hangileri bilmiyorum. Nasıl alacağımızı da bilmiyorum, gel gör. Nagual bana sadece senin de benim de onlarla kendi kendimize başa çıkmamız gerekeceğini anlattıydı."

"Dur, dur!" diye bağırdım.

La Gorda konuşmama izin vermedi. Eliyle nazikçe ağzımı kapadı. Hissettiğim dehşet yüzünden midem sancılandı. Geçmişte, don Juan ile don Genaro’nun dostlan olduklarını söyledikleri birtakım açıklayamadığım olaylarla karşılaşmışlığım vardı. Dördü birden geliyordu ve bu varlıkların hepsi de bu dünyadaki başka her şey gibi gerçekti. Onların ortaya çıkışı öylesine yabansıydı ki, onları her duyumsayışımda tanımsız korkulara kapılıyordum. İlk karşılaştığım dost don juan’ındı; kapkara, diktörtgen şeklinde, iki buçuk üç metre yüksekliğinde ve bir buçuk metre kadar eninde bir kütleydi. Dev bir kayanın ezici ağırlığıyla deviniyor, devasa körükleri anımsatırcasına soluyordu. Onunla hep geceleyin karşılaşmıştım. Ekseni bir köşesinden ötekine değişerek yürüyen bir kapı izlenimi bırakmıştı bende.

Karşılaştığım ikinci dost don Genaro’nundu. Upuzun suratlı, saçsız kafalı, olağanüstü uzun boylu, dudakları kapkara, gözkapakları sarkık, ipiri gözlü ışık saçan bir adamdı. Hep upuzun, çırpı gibi bacaklarına çok kısa gelen pantolanlar giyerdi.

O iki dostu ben don Juan ve don Genaro’yla birlikte olduğum sıralar birkaç kez görmüştüm. Onların görüntüsü ussallığımla sezgilerim arasında bağdaşması olanaksız bir bölünmeye neden olurdu. Bir taraftan, cereyan etmekte olan şeyin gerçekten meydana geldiğine ilişkin hiçbir ussal dayanak bulamıyor, öte taraftan, sezgilediğim şeylerin gerçekliğini elimine edebilecek herhangi bir neden de bulamıyordum. Onlar hep don Juan’la don Genaro’nun yakınlarda bir yerde oldukları sırada ortaya çıkmış oldukları için, ben onları bu iki insanın benim kolayca tetiklenebilen kişiliğim üzerindeki güçlü etkisinin ürünleri olarak değerlendiriyordum. Benim anlayışıma göre bu ya böyleydi, ya da don Juan ile don Genaro ellerinde dostları olduklarını söyledikleri ve kendilerini bana o tüyler ürpertici varlıklar şeklinde gösteren birtakım güçler tutmaktaydılar.

Dostların bir özelliği de benim onları inceden inceye tetkik etmeme asla izin vermemeleriydi. Çeşitli zamanlarda tüm dikkatimi onların üzerinde odaklamaya çalışmıştım, ama her defasında başım dönmüş ve dikkatim dağılmıştı. Öbür iki dost daha da kaypaktı. Onları sadece bir kez görmüştüm, biri parlak sarı gözlü dev gibi siyah bir jaguardı, ötekiyse aç gözlü, koskoca bir çakal. Bu iki canavar son derece saldırgan ve karşı koyulması imkânsız varlıklardı. Jaguar don Genaro’ya, çakal da don Juan’a aitti. La Gorda mağaradan dışarıya çıktı. Ben de onu izledim. Önümden yürümeye başladı. Dere çukurundan çıkıp uzun, kayalık bir düzlüğe ulaştık. La Gorda durarak benim ilerlememi istedi. Ona, şayet benim kılavuzluk yapmamı istiyorsa doğruca arabaya gideceğimi söyledim. Başıyla beni onaylayarak bana tutundu. Onun nemli cildini hissedebiliyordum. Aşırı heyecanlıymış gibi görünüyordu. Arabamı bıraktığım yere belki de iki mil kadar vardı, üstelik oraya ulaşmak için o ıssız, kayalık düzlüğü geçmemiz gerekiyordu. Don Juan bana, düzlüğün doğu cephesindeki dağlara epey yakın kimi dev kayaların arasındaki gizli bir patikayı göstermişti. O patikaya doğru yöneldim. Bilinmeyen bir iti beni o tarafa doğru götürüyordu; aksi takdirde oraya gelirken izlemiş olduğumuz düzlükteki patikadan dönmüş olacaktık.

La Gorda korkunç bir şey sezgilemiş gibi durdu. Bana sarıldı. Gözlerinde korku vardı.

"Bu yol doğru mu?" diye sordum.

Yanıt vermedi. Şalını çekerek büke büke uzun bir giysi gibi görünmesini sağladı. Onunla belimi sardı ve uçlarını çevirerek kendisine doladı. Sonra uçlarım düğümleyerek ikimizi sekiz rakamına benzeyen bir şeritle bağlamış oldu.

"Bunu niye yaptın ki?" diye sordum.

La Gorda başını salladı. Dişlerini çatırdattı ama bir kelime dahi söyleyemedi. Korkusu sınırsızdı. Yürüyelim diye beni itip duruyordu. Benim kendimin ödü ne diye patlamıyor diye düşünmekteydim. Patika yükseldikçe yürümek daha da zorlaşıyordu. Nefes nefeseydim, ağzımdan solumak zorundaydım. Dev kayaların şekillerini görebiliyordum. Aysız bir geceydi ama gökyüzü öyle açıktı ki kayaların karaltılarını çıkarmak mümkün oluyordu. La Gorda’nm da zorlukla soluduğunu işitebiliyordum.

Biraz durup dinlenmek istedim, ama la Gorda beni hafifçe iterek başını olumsuzcasına salladı. Gerilimi gevşetmek amacıyla bir şaka yapayım diye geçiriyordum ki birden tuhaf bir darbe sesi işittim. Başım istemeksizin sağa doğru kaydı ve sol kulağımla ortalığı dinledim. Bir an soluk alıp vermeyi kesmiştim, o sırada la Gorda’yla benim dışımızda birisinin yüksek sesle solumakta olduğunu net bir şekilde işittim. Bunu la Gorda’ya söylemeden önce emin olmak amacıyla yeniden dinledim. Hiç kuşku yoktu ki o devasa şey kayaların arasındaydı. İkimiz ilerlerken ve ben ona soluğunu tutmasını imlerken elimle la Gorda’nm ağzını kapadım. O devasa şeklin çok yakınımızda olduğunu biliyordum. Elinden geldiğince ses çıkarmadan kaymakta olduğu belliydi. Yumuşak bir şekilde soluyordu.

La Gorda birden silkindi. Yere çömelerek belime doladığı şalıyla beni de yere doğru çekti. Ellerini eteğinin içine soktu ve bir süre sonra ayağa kalktı; ellerini kenetlemişti, sonra parmaklarını şaklatmaya başlayınca art arda bir dizi kıvılcım yağmuru akıtmaya başladı. "Ellerine işe," diye fısıldadı la Gorda kısılmış çenelerinin arasından.

"Ne?" dedim, ne yapmamı istediğini anlamadığımdan. La Gorda artan bir telaşla buyruğunu üç dört kez yineledi. Benden ne yapmamı istediğini anlamamış olduğumu kavramış olacak ki, kendisi yeniden çömelerek ellerine işemekte olduğunu bana gösterdi. La Gorda’nm çişi kırmızımtırak kıvılcımlar gibi uçuşurken afallaşımçasma ona bakakaldım.

Aklım başımdan gitmişti. Hangisi daha sürükleyiciydi, la Gorda’nm sidiğiyle oluşturduğu görüntü mü, yoksa yaklaşan varlığın hırıltısı mı, bilemiyordum. Dikkatimi hangi noktaya odaklamam gerektiğine karar veremiyordum; ikisi de büyüleyiciydi. "Çabuk ol! Ellerine işe," diye fısıldadı la Gorda dişlerinin arasından.

Onu duydum ama dikkatim dağılmıştı. La Gorda, yalvaran bir sesle, çıkartacağım kıvılcımların yaratığın geri çekilmesine yol açacağını ekledi. İnlemeye başladı ve ben de kendimi çok çaresiz hissettim. Tüm bedenimle yaklaşmakta olan varlığı duymakla kalmıyor, onu hissedebiliyordum da. Ellerime işemeye çalıştım ama faydasızdı. Gereğinden fazla sıkıntılı ve tedirgindim. La Gorda’nm tedirginliği beni öylesine etkilemişti ki tüm çabamla ellerime işemeye uğraşıyordum.

Sonunda başardım. Ellerimi üç dört kez birbirine sürttüm ama etrafa hiçbir şey yayılmıyordu.

"Tekrar yap!" dedi la Gorda. "Kıvılcımları çıkartmak biraz zaman alır."

Ona bütün sidiğimi boşalttığımı söyledim. Gözlerinde şimdiye kadar gördüğüm en çaresiz bakış belirdi. Tam bu anda, dev gibi, üçgen şeklinde bir şeyin bize doğru yaklaştığını gördüm. Her nasılsa bana pek de zarar verici bir şeymiş gibi görünmedi ama, la Gorda korkudan bayılmak üzereydi. Aniden şalını çözdü ve arkamda duran bir kayanın üzerine sıçradı, sonra beni arkamdan kucaklayarak çenesini başıma dayadı. Omuzlarıma çıkmıştı. Bu şekilde birleşmemizden hemen sonra, bize doğru ilerleyen şey durdu. Aşağı yukarı yirmi beş adım ötede hırıltılar çıkartarak duruyordu. İçimde bir yerlerde büyük bir gerginlik hissettim. Bir süre sonra, eğer o şekilde durmayı sürdürürsek tüm enerjimizi tüketeceğimizden ve bize yaklaşan her neyse, ona av olacağımızdan adım gibi emindim.

La Gorda’ya hayatımızı kurtarmak için kaçmamız gerektiğini söyledim. "Hayır" anlamında başını salladı. Gücünü ve güvenini yeniden kazanmış gibi görünüyordu. Sonra, başımızı kollarımızın arasına gömüp bacaklarımızı karnımıza doğru çekerek oturmamız gerektiğini söyledi. O zaman, yıllar önce don Ju an’m, bir gece Kuzey Mexico’daki ıssız bir bölgede, duyularıma yabancı gelen ama aynı zamanda da gerçek olarak algıladığım bir şeyin etkisi altına girdiğimde beni böyle oturttuğunu hatırladım. Don Juan bana kaçmanın yararsız olduğunu, yapılabilecek tek şeyin o noktada kalıp tıpkı la Gorda’nm gösterdiği şekilde oturmak olduğunu söylemişti.- Tam eğilmek üzereyken ini terk etmekle korkunç bir hata yaptığımızı anladım. Ne pahasına olursa olsun oraya geri dönmeliydik.

Cvp: BÖLÜM 3 - LA GORDA

La Gorda’nm şalını omuzlarıma, kollarımın altına doladım. Ona başımın üzerindeki çıkıntılara tutunarak omuzlarıma tırmanmasını, orada ayakta durmasını, şalın iki ucundan tutarak kendini dengelemesini ve uçları düğümleyerek şahbir koşum takımı gibi kullanmasını söyledim. Yıllar önce don Juan, yabansı olaylarla karşı karşıya geldiğimizde, tıpkı bu üçgen şeklinde yaratıkla karşılaşmamız gibi, onlara yabansı hareketlerle karşı durmamız gerektiğini söylemişti. Bir keresinde konuşan bir geyikle karşılaştığını ve bunun sonucunda amuda kalkarak hayatta kalmayı başardığını, böyle bir karşılaşmanın üzerinde yarattığı gerginliği attığım anlatmıştı. Benim düşüncem bu üçgen şekilli şeyin etrafında dönüp la Gorda omuzlarımdayken ine doğru yürümekti. İne dönmenin asla mümkün olmadığını fısıldadı la Gorda. Nagual ona orada kalmaması gerektiğini söylemişti. Şalı onun tutabileceği gibi ayarlarken ine girdiğimiz andan itibaren güvenlikte olacağımızdan tüm benliğimle emin olduğum konusunda direttim. O da bunun doğru olduğunu, ama bunun, ancak etrafımızda dolaşan güçleri kontrol edebilecek şansımız olduğunda geçerli olabileceğini söyledi. Don Juan’ın ve don Genaro’nun kuşaklarından sarktığını gördüğüm o mataralar gibi bir şeye, bir koruyucuya gereksinimimiz vardı. Ayakkabılarını çıkardı, omuzlarıma tırmanıp orada durdu. Onu bacaklarından tuttum. Şalı çektikçe koltuk altlarımın gerildiğini hissediyordum. Dengesini kazanana dek bekledim. Sırtımda yetmiş beş kiloluk bir ağırlığı taşıyarak gece karanlığında yürümek o kadar da kolay değildi. Çok ağır ilerliyordum. Yirmi üç adımdan sonra onu yere indirmek zorunda kaldım. Omuz başlarımdaki ağrı dayanılmazdı. Çok ince olmasına rağmen neredeyse bel kemiğimi kıracağını söyledim ona.

İşin ilginç yanı üçgen nesne ortadan kaybolmuştu. Planımız işe yaramıştı. La Gorda bir süre dinlenmem için beni omuzlarında taşımayı önerdi. Bu fikri saçma buldum, benim kilom onun ufak bedeninin taşıyabileceğinden çok daha fazlaydı. Bir süre yürümeye ve olacakları görmeye karar verdik. Bir ölüm sessizliği hakimdi aramızda. Birbirimize dayanarak bir süre yavaşça yürüdük. Henüz biraz ilerlemiştik ki yeniden o yabansı, yumuşak, bir kedinin tıslamasına benzeyen soluk alma sesini duymaya başladım. La Gorda’ya tekrar omuzlarıma çıkması için yardım ettim ve böylece bir on adım daha ilerledik.

Eğer buradan kurtulmak istiyorsak bu alışılmadık hareketi bir taktik şeklinde sürdürmemiz gerektiğini biliyordum. La Gorda’nm omuzlarımda durmasından başka bir yabansı hareket bulmaya çalışıyordum ki la Gorda uzun elbisesini çıkarıverdi. Bir tek hareketle çıplak kalmıştı. Bir çatırtı duydum; ayağa kalkmış, kısa boylu çalılardan kopardığı bir dalı elinde tutuyordu. Şalını eyer görevi görmesi için omzuma ve belime doladı, atçılık oynayan çocuklar gibi bacaklarını belime dolayıp sırtıma oturdu. Sonra kopardığı dalı elbisesinin içine sokup havaya kaldırdı. Elindeki dalı sallayarak elbiseyi yabansı bir biçimde zıplatıyordu. Bütün bunlara bir de acayip bir baykuş bağırışına benzeyen ıslığı ekledi. Sekiz, on metre sonra aynı seslerin arkamızdan ve yan taraflarımızdan geldiğini duydum. La Gorda bir başka kuş bağırışını öykünmeye başladı, bu ses de tavus kuşunun çıkardığı keskin sesin aynısıydı. Birkaç dakika sonra aynı türden bağırışlar her yanımızdan gelmeye başladı. Yıllar önce don Juan’la, bu kuş bağırışlarına karşılık verilmesi olayının benzerini yaşamıştım. O zaman, bu sesleri don Juan’m çıkardığım ya da onunla çok yakın ilişkide bulunan birinin, örneğin don Genaro’nun, içime ölçülemeyecek denli, zifiri karanlıkta bile sendelemeden koşmama imkân verecek denli büyük bir korku salması için don Juan’a yardım etmiş olabileceğini düşünmüştüm. Don Juan bu koşma edimine erk tırısı adını vermişti.

La Gorda’ya erk tırısı bilip bilmediğini sordum. Bildiğini söyledi. Bunu başarabileceğimden pek emin olmasam da deneyeceğimizi söyledim. La Gorda bu işin ne yeri ne de zamanı olmadığını söyleyerek eliyle hemen önümüzü imledi. Zaten baştan beri hızla atan kalbim, göğsümün içinde deli gibi çarpmaya başladı. Tam ilerimizde, belki de birkaç metre ötemizde, patikanın üstünde don Genaro’nun dostlarından biri duruyordu. Kor gibi yanan, uzun yüzlü ve kel kafalı bir adamdı. Oracıkta donup kaldım. La Gorda’nm sanki uzaklardan geliyormuş hissini veren çığlığını duydum. Aklını kaybetmiş gibi yumruklarıyla iki yanıma vurdu. Hareketi adam üzerindeki odaklanmamı bozdu. Başımı önce sola sonra sağa döndürdü. Sol tarafımda, ışıltılar saçan sarı gözleriyle dev bir kedinin kara bedeni neredeyse bana değecek kadar yakınımda duruyordu. Sağımda fosforlu ışıklar yayan bir çakal gördüm. Arkamızda ise, neredeyse la Gorda’nm sırtına değecek biçimde o üçgen nesne duruyordu. Adam başını bize döndürdü ve patika üzerinde ilerlemeye başladı. La Gorda bağırıp ağlıyormuş gibi sesler çıkarmayı sürdürüyordu. Üçgen şekilli nesne onu arkasından yakalamak üzereydi. Onun o yerleri sarsan adımlarını duyabiliyordum. Adım atarken çıkardığı ses çevremizdeki tepelerde yankılanıyordu. Soğuk nefesini ensemde hissediyordum. La Gorda’nm neredeyse çıldırmak üzere olduğunu biliyordum. Ben de aynı durumdaydım. Kedi ve çakal neredeyse bacaklarıma sürtüneceklerdi. Hırlamaları, homurtuları daha yüksek sesle gelmeye başlamıştı. Tam o anda, don Juan’m bana öğretmiş olduğu bir sesi çıkartmak için anlamsız bir dürtü hissettim içinde. Dostlar çıkardığım sese yanıt verdiler. Aklımı kaybetmişçesine sürekli bu sesi çıkartıyordum ve onlar da bana yanıt veriyorlardı. Gerginlik biraz olsun azalmıştı ve biz yola erişmeden hemen önce belki de olabilecek en garip sahnenin içinde yer alıyordum. La Gorda atçılık oynar gibi hareketler yapıyor, hiçbir şey olmamış gibi elbisesini başının üzerinde neşeyle döndürüyor, bu döndürüşlerini çıkardığım seslerle aynı ritimde yapıyor, bir yandan da öteki dünyadan gelen dört yaratık bizimle aynı hızla hareket edip etrafımızı yavaş yavaş kuşatırken çıkardığım seslere yanıt veriyorlardı.

Böylelikle yola vardık. Ama ben gitmek istemiyordum. Sanki bir şey eksik kalmış gibiydi. Sırtımda la Gorda ile öylece hareketsiz durdum ve don Juan’m bana öğrettiği gibi çok özel bir yöntemle bir ses çıkarmaya başladım. Bunun güveleri çağırma sesi olduğunu söylemişti don Juan. Bu sesi çıkarmak için sol elin iç kısmı ve dudaklar kullanılmalıydı. Bu sesi çıkardıktan sonra her şey bir sükûnet havasına bürünmüş gibi geldi bana. Dört varlık da beni yanıtladı ve onlar bunu yaparken ben hangilerinin bana uygun olduğunu anlamış bulunuyordum.

Sonra arabaya doğru yürüyerek la Gorda’ya sırtımdan inip arabanın şoför koltuğuna binmesi için yardım ettim, ardından onu yan tarafa ittim. Tam bir sessizlik içinde yol alıyorduk. Bir şey bir yerlerime dokunmuştu ve düşüncelerim tümüyle değişmişti. La Gorda, kendi evi yerine don Genaro’nun evine gitmemizi önerdi. Benigno, Nestor ve Pablito’nun orada yaşadıklarını ama o sıra kasaba dışında olduklarını söyledi. Önerisi hoşuma gitmişti. Eve girer girmez la Gorda bir lamba yaktı. Ev, don Genaro’yu son ziyaret edişimdeki gibiydi. Yere oturduk. Bir sıra çekip üzerine yazı takımımı yerleştirdim. Yorgun değildim, yazmak istiyordum ama bunu yapamıyordum bir türlü. Kesinlikle yazı yazamıyordum.

"Nagual dostlara ilişkin ne söyledi sana?" diye sordum. Sorumla onu hazırlıksız yakalamış gibiydim. Ne yanıt vereceğini bilemedi.

"Düşünemiyorum," dedi sonunda.

Daha önce hiç böyle bir şey yaşamamış gibiydi. Bir öne bir arkaya sallanıp duruyordu. Burnunun ucunda ve üst dudağında ufak ter damlacıkları oluşmuştu. Aniden elimden tutup çekerek beni evin dışına çıkardı. Beni derenin kenarına götürerek kusmaya başladı. Benim de midem bulanmaya başladı. Dostların çekiminin çok güçlü olduğunu ve bundan kurtulmak için benim de kendimi kusmaya zorlamam gerektiğini söyledi. Daha fazla açıklama bekleyerek ona baktım. Bir çocuğa bakan hemşirenin kendinden emin hareketleriyle başımı ellerinin arasına alıp parmağını boğazıma soktu ve sonunda beni kusturdu. İnsanların midelerinin çevresinde çok ince bir çeper bulunduğunu, bu çeperin etrafımızdaki her şeyin çekimine kapıldığını açıkladı. Çekim çok güçlü olduğunda, tıpkı dostlarla karşılaşıldığı zaman, hatta erke sahip insanlarla karşılaşıldığı zaman olduğu gibi, bu çeper altüst olur, renk değiştirir, hatta tamamen yok olurmuş. Böyle durumlarda insanın yapabileceği tek şey yalnızca kusmaktan ibaretmiş. Kendimi daha iyi hissediyordum ama hâlâ kendimde değildim. Bir yorgunluk hissi, gözlerimin çevresinde de bir ağırlık hissi duyuyordum. Eve geri döndük. Kapıya geldiğimizde la Gorda bir köpek gibi havayı kokladı ve hangi dostların benimkiler olduğunu bildiğini söyledi. Normal olarak kast etmek istediği şeyden başka bir anlama gelmeyen ya da benim öyle anladığım sözleri, üzerimde düşüncelerimin birden ortaya çıkmasını sağlayan bir psikoterapi etkisi yaptı. İçimde bir düşünce patlaması oldu. Birdenbire her zamanki zihinsel uğraşlarım ortaya gıktı. Sanki sözcüklerin enerjileri varmış gibi yerden yükseldiğimi hissettim.

Aklıma ilk gelen şey, her zaman şüphelendiğim ama kendime bile itiraf edemediğim şey dostların gerçek varlıklar olduklarıydı. Onları görmüş, varlıklarını hissetmiş ve onlarla iletişim kurmuştum. Kendimi çok zinde hissediyordum. La Gorda’ya sarılıp ona zihinsel ikilemimin zorluğunu anlatmaya koyuldum. Dostları don Juan ’ın ya da don Genaro’nun yardımı olmaksızın görmüştüm ve bu hayatımdaki en önemli değişiklikti. La Gorda’ya bir keresinde don Juan ’a dostlardan birini gördüğümü söylediğimde bana gülüp kendimi çok ciddiye almamam, gördüklerimi göz ardı etmem gerektiğini belirtmişti.

Sanrılandığıma inanmak istemiyordum, ama dostların var olduğuna inanmak da istemiyordum. Ussal birikimim buna razı gelmiyordu. Aradaki boşluğu bir türlü dolduramıyordum. Ancak, bu kez, her şey çok farklıydı, bu dünyaya yabancı olmayan, ama başka bir dünyadan gelen gerçek varlıkların çevremde olduğu düşüncesine dayanamıyordum. La Gorda’ya, yarı şaka, deli olmak için her şeyimi verebileceğimi söyledim. Bu beni, dünya görüşümün değişmesinden duyduğum ezici sorumluluk duygusundan kurtarırdı biraz olsun. İşin komik yanı, dünya görüşümü değiştirmek için, zihinsel olarak yani, daha fazla istekli olamazdım. Ama bu yeterli değildi. Hiç yeterli olmamıştı zaten. Bu başından beri benim aşılamaz engelim, öldürücü çatlağım olmuştu. Yarı ikna olmuş bir şekilde don Juan’m dünyasında oyalanmak, bir yarı- büyücü olmak istiyordum. Bütün çabalarım, akademi üyelerinin sabah sekizden akşam beşe kadar yaptıkları ve sonra eve tamamen yorgun bir halde döndükleri gibi, mantığıma karşı anlamsız bir savaş vermekten ibaretti. Don Juan bazen şaka olsun diye, dünyayı en güzel ve en aydın hale getirmek için tasarılar yaptıktan sonra, akademisyenin tüm bu tasarıları unutmak için saat beşte evine gittiğini söylerdi. La Gorda bize yemek hazırlarken ben de hevesle not tu tuyordum. Yemek yedikten sonra kendimi çok daha rahatlamis hissettim. La Gorda da çok neşeliydi. Tıpkı don Genaro ’nun yaptığı gibi yazı yazışımı taklit ederek maskaralıklar yaptı.

"Dostlar hakkında ne biliyorsun, la Gorda?" diye sordum.

"Yalnızca Nagual’in bana söylediklerini," diye yanıt verdi.

"Bir büyücünün denetim altına almayı öğrendiği güçler olduğunu söylemişti bana. Onun ve don Genaro’nun, sukabaklarınm içinde ikişer tane dostu vardı."

"Onları nasıl tutuyorlardı sukabaklarmm içinde?"

"Kim bilir. Nagual, dostların saldırısından kurtulursak kendimize mükemmel bir sukabağı bulmamızı tembihlemişti. Bu sukabağı sol elin başparmağı büyüklüğünde olmalıymış. Nagual’in sukabağı da bu büyüklükteymiş."

"Sen hiç gördün mü bu sukabağım?"

"Hayır. Hiç görmedim. Nagual böyle bir sukabağmm insanların dünyasında bulunmadığını söylemişti. Kemerlerinden sarkan küçük bir çıkın olarak görüyorsun onu. Ama bilinçli olarak baktığında hiçbir şey göremiyorsun."

"Sukabağı bulunduktan sonra büyük bir titizlikle saklanmalı. Büyücüler genellikle bu tür kabakları ormanlardaki sarılgan bitkilerin üzerinde bulurlar. Sonra üst kısımlarını düzeltip cilalarlar. Büyücü sukabağım bulduktan sonra onu dostlara sunmalı ve onları sukabağmm içinde yaşamaya davet etmelidir. Eğer dostlar kabul ederlerse sukabağı insanlar dünyasında görünmez olur ve dostlar büyücünün yardımcısı olurlar. Nagual ve Genaro yapılmasını istedikleri her şeyi dostlarına yaptırabilirlerdi. Yani kendi yapamadıkları şeyleri. Örneğin, beni kovalayacak bir rüzgâr yollamak ya da Lidia’nın bluzunun içine o tavuğun girmesini sağlamak gibi şeyler."

Kapının dışında, yabansı, uzun bir hırıltı duydum. İki gün önce doña Soledad’m evinde duymuş olduğum hırıltının aynısıydı. Bu kez onun jaguar olduğunu biliyordum. Ses beni korkutmuyordu. Aslında la Gorda beni durdurmasaydı onu görmek için dışarı çıkardım.

"Daha tam değilsin," dedi. "Yalnız dışarı çıkmaya kalkarsan seni afiyetle yerler. Özellikle de dışarda sinsi sinsi dolaşan o cüretkâr olanı."

"Bedenimin güvende olduğunu hissediyorum," diye karşı çıktım.

Sırtımı sıvazladı ve beni yazı yazdığım sıraya doğru çekti.

"Daha tam bir büyücü sayılmazsın," dedi. "Şu anda karnının tam ortasında kocaman bir yama var ve dostlar o yamayı yerinden söküp alabilirler. Dostların şakası olmaz."

"Peki, bir dost sana bu şekilde yaklaştığında ne yapman gerekir?"

"Onlarla pek ilgilenmiyorum. Nagual bana dengeli olmayı, bir şeye çok büyük bir hevesle atılmamayı öğretti. Örneğin, bu gece, bir sukabağm olursa ve onu eğitebilirsen sana hangi dostların geleceğini anladım. Sen onlara sahip olmak için hevesli olabilirsin. Ben değilim. Büyük olasılıkla bir dost edinemeyeceğim. Başının belasıdır onlar insanın."

"Niçin?"

"Çünkü onlar insanın sıfırı tüketmesine neden olan güçlerdir. Nagual insanın amacı ve özgürlüğü dışında bir şeye sahip olmamasının daha iyi olduğunu söylemişti. Bir gün sen tam olduğunda, belki de dostları yanımızda tutmak isteyip istemediğimize karar vermek zorunda kalacağız."

Ben de la Gorda’ya, jaguarda küstah bir tavır olmasına rağmen onu beğendiğimi söyledim. Gözlerini üzerime dikti. Bakışlarında bir şaşkınlık ve hayranlık vardı.

"Ondan gerçekten hoşlandım," dedim.

"Ne gördüğünü anlat bana," dedi la Gorda.

O anda birdenbire, kendiliğimden onun da benimle aynı şeyleri görmüş olduğunu varsaydığımı fark ettim. Onları gördüğüm şekilleriyle, dört dostu da ayrıntılı olarak betimledim. Aşırı bir dikkatle dinledi, anlattıklarımdan büyülenmiş bir hali vardı.

"Dostların belli bir biçimleri yoktur," dedi ben bitirince.

"Onlar birer varlıktır, tıpkı rüzgâr ya da alev gibi. Bu gece ilk gördüğümüz dost, bedenime girmeye çalışan bir siyahlıktı. Bağırıp durmamın nedeni buydu. Bacaklarıma eriştiğini hissedebiliyordum. Diğerleriyse yalnızca renklerdi. Ama o denli güçlü bir parlaklık saçıyorlardı ki patikanın çevresi sanki gündüzmüş gibi aydınlıktı."

Cvp: BÖLÜM 3 - LA GORDA

Söyledikleri beni şaşkınlığa düşürdü. Yıllarca sürdürdüğüm mücadeleden ve asıl önemlisi, dün gece onlarla yüz yüze gelmemizden sonra, sonunda dostların belli bir biçimleri ve herkesin duyuları tarafından aynı şekilde algılanabilecek bir yapıları olduğunu kabul etmiştim. La Gorda’ya, onların belli bir biçimleri olan yaratıklar olduklarını çoktan notlarımın arasına eklemiş olduğumu söyledim şaka yollu.

"Ne yapacağım ben şimdi?" diye sordum kendi kendime.

"Çok basit," dedi. "Biçimleri olmadığını yazacaksın."

Kesinlikle haklı olduğunu düşündüm.

"Onları neden bir canavar gibi görüyorum ki?" diye sordum.

"Yanıtı çok açık," dedi. "Sen daha insan biçimini kaybetmedin. Aynı şey bana da olmuştu. Dostları insan biçiminde görüyordum. Korkunç yüzlü, kötü bakışlı yerli adamlardı hepsi. Beni ıssız yerlerde beklerlerdi. Bir kadınla beraber olmak istedikleri için peşimdeler sanırdım. Nagual başını arkaya atar, kahkahalarla gülerdi korkularıma. Ama yine de korkudan neredeyse ölecek gibi olurdum. Adamlardan biri gelip yatağıma oturur, ben uyanana kadar sarsardı yatağı. Artık değişmiş olsam bile dostların bana verdiği korkuyu yeniden yaşamak istemem. Bu gece de daha önce korktuğum kadar korktum onlardan yine."

"Yani artık onları insan gibi görmediğini mi söylüyorsun?"

"Evet, artık öyle görmüyorum. Nagual sana dostun belli bir şekli olmadığını söylemişti. Haklıydı da. Onlar birer varlıktır; yalnızca birer yardımcıdır onlar. Ama yine de en az bizim gerçek olduğumuz kadar gerçektirler."

"Küçük kız kardeşler de dostları gördüler mi?"

"Herkes değişik zamanlarda gördü onları."

"Dostlar onlar için de bir güç mü?"

"Hayır, onlar da senin gibiler. Daha insan biçimlerini kaybetmediler. Hiçbiri kaybetmedi. Hepsi için; küçük kız kardeşler, Genarolar ve Soledad için dostlar korkunç şeylerdir, gece ortaya çıkan kötü niyetli, dehşet verici yaratıklardır. Onların yalnızca adını söylemek bile Lidia, Josefina ve Pablito’nun çıldırmalarına neden olabilir. Rosa ve Nestor dostlardan o denli korkmazlar, ama onlarla ilişki içinde olmak da istemezler pek. Benigno’nunsa kendi planları olduğu için dostlarla ilgilenmiyor. Ne Benigno’yu ne beni rahatsız etmiyorlar bu yüzden. Ama diğerleri dostlar için iyi birer av, özellikle de şimdi, dostlar Nagual’m ve Genaro’nun sukabaklarmdan dışarı çıktıktan sonra. Artık hep seni arıyorlar. "Nagual, birinin insan biçiminde gözükmeyi sürdürdükçe yalnızca o biçimde algılanabileceğini ve dostların da bizim midelerimizdeki hayat gücünü emerek beslendikleri için midemizin bulanmasına neden olduklarını, bu yüzden de onları kocaman çirkin yaratıklar olarak gördüğümüzü söylemişti."

"Kendimizi korumak ya da bu yaratıkların biçimlerini değiştirmek için yapabileceğimiz bir şey var mı?"

"Hepinizin yapması gereken şey, insan biçiminizi kaybetmek."

"Ne demek oluyor bu?"

Sorum ona pek bir anlam ifade etmiyor gibiydi. Biraz önce sorduğum soruyu netleştirmemi istermişçesine yüzüme boş boş baktı. Bir süre gözlerini kapadı.

"İnsanın kalıbı ve biçimi hakkında bir şey bilmiyorsun, değil mi?" diye sordu.

Öylece yüzüne baktım.

"Bunlar hakkında bir şey bilmediğini görüyorum," dedi ve gülümsedi.

"Çok haklısın," dedim.

"Nagual bana insan biçiminin bir kuvvet olduğunu söylemişti," dedi. "İnsan kalıbı da... şey... bir kalıptır işte. Nagual her şeyin belli bir kalıbı olduğunu da söyledi. Bitkilerin, hayvanların, hatta kurtçukların bile bir kalıbı var. Nagual’ın sana insan kalıbını hiç göstermediğinden emin misin?"

Bir keresinde don Juan’m, görmüş olduğum bir rüyayla ilgili açıklama yaparken bu kavrama şöyle bir değindiğini, ama pek fazla bir şey söylemediğini aktardım. Söz konusu rüyada kendini küçük bir derenin karanlığında saklamak istermiş gibi görünen bir adam vardı. Onu orda bulmak beni korkuttu. Bir süre ona baktım ve sonra adam bir adım öne çıkıp kendini bana gösterdi. Çıplaktı ve bedeni ışıltılar saçıyordu. Çok narin, neredeyse kırılacak gibi görünüyordu, gözleri hoşuma gitti. Dostça ve derin bir bakışı vardı. Çok yumuşak baktığını düşünüyordum. Ama sonra yeniden karanlığa döndü ve gözleri iki ayna gibi, yırtıcı bir kuşun gözleri gibi oldu.

Don Juan insan kalıbıyla "rüya görme"de karşılaştığımı söylemişti. Büyücülerin, onları kalıba götürecek rüya görme yöntemleri olduğunu, insan kalıbının bir öz; bazılarımızın erkle dolu olduğu zaman belli vakitlerde gördüğü, diğer bütün insanlarınsa ölüm anında gördükleri bir öz olduğunu açıkladı. Kalıbı, insanın kaynağı, kökeni olarak betimledi. Çünkü kalıp, yaşam enerjisini toplayıp bir araya getirmedikçe bu kuvvetin kendisini insan şekliyle göstermesi olası değilmiş.

Benim düşümü kalıba çok kısa ve son derece basit bir bakış olarak değerlendirdi. Düşümün, ne kadar cahil ve sade bir adam olduğum gerçeğini yansıttığını söyledi. La Gorda güldü ve öyle bir durumda kendisinin de aynı yorumu yapacağını belirtti. Kalıbı sıradan çıplak bir adam, sonra da bir hayvan biçiminde görmek aslında son derece basit bir değerlendirmeymiş.

"Belki de sıradan, aptalca bir rüyaydı bu sadece," dedim kendimi savunmaya çalışarak.

"Hayır," dedi sırıtarak. "Görüyorsun ki insan kalıbı ışıltılar saçıyor ve her zaman pınarlarda, küçük derelerde bulunuyor."

"Bunun nedeni ne?"

"Suyla beslenmesi. Su olmadan kalıp da olmaz," diye yanıtladı.

"Nagualın kalıbı göstermek amacıyla seni pınarlara götürdüğünü biliyorum. Ama boş olduğun için hiçbir şey göremedin. Bana da aynı şey olmuştu. Nagual beni yer yer kurumuş bir pınarın tam ortasındaki kayaya çırılçıplak yatırırdı cima bütün hissettiğim, beni çıldırtacak kadar korkutan bir şeylerin varlığı olurdu."

"İnsandaki bu boşluk onun kalıbı görmesini neden engelliyor?"

"Nagual dünyadaki her şeyin bir kuvvet, yani bir çekim ya da bir itim olduğunu söyledi. Çekilmemiz ya da itilmemiz için tıpkı bir yelken gibi, rüzgârda bir uçurtma gibi olmamız gerekir. Işıltımızın ortasında bir delik olursa kuvvetimiz deliğin içinden geçip gider ve üzerimizde hiç etkisi olmaz.

"Nagual, Genaro’nun senden çok hoşlandığını ve tam ortanda bulunan deliği fark etmeni sağlamaya çalıştığını söylemişti. Geniş kenarlı şapkasını bir uçurtma gibi fırlatarak seninle alay etti, ishal olana kadar boşluğundan tutup seni çekti ama sen onun ne yaptığını hiç anlayamadım"

"Niye senin söylediğin gibi açıkça söylemediler bana?"

"Söylediler, ama sen söylediklerini fark etmedin."

Dediklerine inanmak çok zordu. Bana bu konudan bahsettiklerini ve benim de bunu onaylamadığımı kabul etmek imkânsızdı.

"Sen kalıbı gördün mü hiç, la Gorda?" diye sordum.

"Tabii, yeniden tam olduğumda gördüm. Bir gün o dereye gittim kendi başıma ve orada buldum onu. Parlak, ışıltılı bir şeydi. Ona bakamıyordum. Gözlerimi kör eden bir ışıktı. Ama onunla beraber olmak yeterliydi. Kendimi çok mutlu ve güçlü duyumsuyordum. Bundan başka hiçbir şey, hiçbir şey önemli değildi. Bütün istediğim orada olmaktı sadece. Nagual, büyücü olmasak bile eğer yeterli kişisel erke sahipsek bazen kalıbın görüntüsünü kısa bir süre için yakalayabileceğimizi söylemişti. Böyle bir şey olduğunda da Tanrı’yı gördüğümüzü sanırız demişti. Aslında gördüğümüz şeye Tanrı dememiz doğru olurmuş. Çünkü kalıp, Tanrı’ymış.

"Nagual’ı anlamaya çalışırken korkunç anlar yaşadım, çünkü çok dindar bir kadındım. Dünyada dinden başka tutunacak hiçbir şeyim yoktu. Bu yüzden Nagual’ın böyle şeyler söylediğini duymak, tüylerimi diken diken ederdi. Ama sonra tamlaştım ve dünyadaki değişik enerjiler beni çekmeye başladı. Sonunda Nagual’m haklı olduğunu anladım. Kalıp, Tanrı’dır. Sence nasıl bir şey kalıp?"

"Onu gördüğüm zaman söylerim, Gorda," dedim.

Güldü ve Nagual’m kalıbı gördüğüm zaman büyük olasılıkla bir Fransiskan rahibi olacağımı, çünkü içimde, derinlerde gizlenmiş dindar bir ruh olduğunu söyleyerek benimle dalga geçtiğini anlattı.

"Gördüğün kalıp kadın mıydı, erkek miydi?" diye sordum.

"İkisi de değildi. Sadece ışıklar saçan bir insandı. Nagual, ona kendimle ilgili bir şey sormuş olmam gerektiğini söylemişti. Bir savaşçı, fırsatların kaçıp gitmesine izin vermemeliymiş. Ama ona soracak bir şey gelmiyordu aklıma. Böylesi daha iyiydi. Şimdi hayatımdaki en güzel anı bu. Nagual yeterli erke sahip bir savaşçının kalıbı birçok kez görebileceğini söylemişti. Ne büyük bir şans olurdu bu!"

"Bizi oluşturan şey kalıpsa, insan biçimi nedir peki?"

"Bizi biz yapan mıknatıs gibi bir şeydir insan biçimi, mıknatıs gibi çeken bir kuvvettir. Nagual insan biçiminin belli bir şekli olmadığını söylemişti. Tıpkı sukabağmm içinde taşıdığı dostlar gibi her şey olabilir, ama bir biçimi olmamasına karşın, yaşamımız boyunca bize sahip olur ve ölene kadar da bizi bırakmaz. Ben insan biçimini hiç görmedim, ama onu bedenimde hissettim."

Sonra birkaç yıl önce yaşadığı bir dizi karmaşık duyguyu betimlemeye başladı. Yaşadığı bu duygular ciddi bir hastalıkla son bulmuştu. Hastalığın en şiddetli etkiler gösterdiği an için yapılan betimleme bana daha önce okuduğum kalp krizi belirtilerini hatırlattı. La Gorda insan biçiminin, bedeni içinde kıyasıya bir savaş verdiğini, bu savaşın bir hastalık biçiminde ortaya çıktığını ve ancak bundan sonra biçimin bir kuvvet olarak ondan çıkıp gittiğini anlattı.

"Anlattıklarından bir kalp krizi geçirdiğin çıkartılabilir," dedim.

"Belki de geçirmişimdir," diye yanıtladı, "ama emin olduğum tek şey var. O günden sonra insan biçimimi kaybettim. Gücüm öylesine tükenmişti ki günlerce yataktan çıkamadım. Ve o günden sonra da kendi eski benliğime kavuşacak enerjim olmadı hiç. Zaman zaman eski alışkanlıklarıma dönmeye çalıştım ama daha önce yaptığım gibi yapacak gücüm yoktu. Sonunda denemekten vazgeçtim."

"Biçimini kaybetmenin önemi nedir?"

"Bir savaşçı değişmek, gerçekten değişmek için insan biçimini kaybetmelidir. Yoksa, tıpkı senin durumunda olduğu gibi, değişimin lafı edilir sadece. Nagual insanın alışkanlıklarından vazgeçeceğini düşünmesinin ya da ümit etmesinin yararsız olduğunu söylerdi. İnsan, biçimini kaybetmedikçe kendini asla değiştiremez. Nagual, bir savaşçının değişeme yeceğini bildiği, bunu başaramayacağından emin olduğu halde bütün çabasıyla değişmeye uğraştığını söylemişti. Bir savaşçının normal bir insana göre daha avantajlı olmasının nedeni budur. Savaşçı değişmeyi başaramazsa düş kırıklığına uğramaz."

"Ama sen hâlâ kendinsin la Gorda, değil mi?"

"Hayır. Artık bitti. Senin, kendin olduğunu düşünmene neden olan tek şey insan biçimidir. Bir kez gitmeyegörsün, bir hiçsindir artık."

"Ama eskiden konuştuğun gibi konuşuyor, öyle de hissediyorsun, değil mi?"

"Hayır, değil. Ben yeniyim."

Güldü ve çocuğu avutmak istermişçesine bana sarıldı.

"Yalnızca Eligio ve ben kaybettik biçimimizi," diye sürdürdü konuşmasını. "Nagual henüz aramızdayken biçimimizi kaybettiğimiz için çok şanslıyız biz. Sizler berbat anlar yaşayacaksınız. Kaderiniz bu. Bundan sonra biçimini kaybedecek olana yalnızca ben eşlik edeceğim. Şimdiden üzülüyorum o kişi için."

"Biçimini kaybettiğinde, yeterli gücün olmaması dışında neler hissettin, Gorda?"

"Nagual bana biçimi olmayan bir savaşçının bir göz görmeye başladığını söylemişti. Ben de gözümü her kapadığımda o gözü görüyordum. Bu o kadar ileri gitti ki uyuyamamaya başladım; göz, nereye gidersem gideyim izliyordu beni. Az kalsın deliriyordum. Sonunda galiba alıştım ona. Şimdi fark etmiyorum bile, çünkü bir parçam haline geldi.

"Biçimi olmayan savaşçı rüya görmek için kullanır bu gözü. Eğer biçimin yoksa rüya görmek için uyumana gerek yoktur. Önündeki göz ne zaman gitmek istesen seni çekiştirir.

"Bu göz tam olarak nerededir, Gorda?"

Gözlerini yumdu ve ellerini gözlerinin tam önüne getirerek görüş alanını kapadı, sonra ellerini sağa sola doğru hareket ettirmeye başladı.

"Göz bazen çok ufaktır, bazen de koskocaman," diye sürdürdü konuşmasını. "Eğer ufaksa rüya göımen de gayet açık olur. Eğer büyükse rüyanda dağların üzerinde uçar ve pek de fazla bir şey görmezmiş gibi olursun. Benim henüz yeterince rüya görme deneyimim yok ama Nagual bana rüyalarımın tek kozum olduğunu söyledi. Bir gün biçimimi tamamen kaybedeceğim ve gözü görmeyeceğim artık. Göz de benim gibi olacak, hiçbir şeye benzemeyecek, ama dostlar gibi orada olacak. Nagual her şeyin biçimimiz tarafından süzgeçten geçirilmesi gerektiğini söylemişti. Biçimimiz olmazsa etrafımızdaki şeyler de biçimini kaybeder, ama var olmayı sürdürürler.

Bu sözleriyle tam olarak ne demek istediğini anlayamamıştım o zaman, ama şimdi kesinlikle haklı olduğunu görüyorum. Dostlar yalnızca birer varlıktır, göz de öyle. Ama şu anda göz benim her şeyim. Aslında göz benimle oldukça, uyanıkken bile rüya görmek için başka hiçbir şeye gereksinimim yok. Ama bunu henüz başaramadım. Belki de sana benziyorum, biraz dik başlı ve tembelim."

"Bu gece bana gösterdiğin o uçuşu nasıl gerçekleştirdin?"

"Nagual bana ışık çıkarmak için bedenimi nasıl kullanacağımı öğretmişti, ne de olsa biz ışığın kendisiyiz zaten. Ben ışıklar ve kıvılcımlar çıkartıyorum, onlar da dünyanın çizgilerini kendilerine çekiyorlar. Bir tek çizgi görür görmez hemen asılıyorum ona."

"Nasıl asılıyorsun?"

"Onu kavrıyorum."

Elleriyle bir hareket yaptı. İki elini birbirine yanaştırdı. Bilekleri birbirine yapışık, parmak uçları da havaya doğru açık halde ellerini bir kap biçimine dönüştürdü.

"Çizgiyi bir jaugar gibi kavramaksın," diye sürdürdü. "Bileklerini de hiç ayırmamaksın. Eğr ayırırsan düşüp boynunu kırarsın."

Sustu, sessizliği beni ona bakmaya zorladı, çünkü daha fazla açıklama bekliyordum.

"Bana inanmıyorsun, değil mi?" diye sordu.

Yanıt vermemi beklemeden çömelip yeniden ışıltılar çıkarmaya başladı. Sakindim, kendimi toplamıştım ve tüm dikkatimi hareketlerine verebiliyordum. Parmaklarını birbirine sürterken kaslarındaki her lif aniden gerginleşiyordu Bu gerginlik sanki parmak uçlarında yoğunlaşıyor ve oradan ışınlar şeklinde dışarı yayılıyordu. Parmak uçlarındaki ıslaklık aslında bedeninden yükselen enerjiyi bir noktada toplamak için bir araçtı.

"Bunu nasıl yaptın Gorda?" diye sordum oldukça şaşkın bir halde.

"Gerçekten bilmiyorum," dedi. "Yapıyorum işte. Birçok kereler yaptım, ama hâlâ bunu nasıl becerdiğimi bilmiyorum. O ışınlardan birini kavradığım anda bir şeylerin beni yukarı doğru çektiğini hissediyorum. Bırakıyorum beni çeksinler; bundan başka bir şey yapmıyorum. Tekrar inmek istediğimde tutunduğum ışmm beni yere bırakmak istemediğim hissediyorum. O zaman da korkudan deliye dönüyorum. Nagual korkuya kapılmamın benim en kötü özelliğim olduğunu söylerdi. Öylesine korkuyorum ki günün birinde düşüp biryerimi inciteceğim. Ama sanırım bir gün biçimimi iyice kaybedince artık korkmayacağım. Yani o gün gelene kadar düşmezsen artık bir şey olmaz sana."

"Söylesene Gorda, bu çizgilerin seni çekmesini nasıl sağlıyorsun?"

"Yine aynı noktaya döndük. Bilmiyorum. Nagual senin hakkında uyarmıştı beni. Bilinmesi mümkün olmayan şeyleri bilmek istiyorsun."

Ona, peşinde olduğum şeyin yöntemler olduğunu açıklamaya uğraştım. Artık onlardan açıklama istemekten vazgeçmiştim, çünkü açıklamaları bana hiçbir şey ifade etmiyordu. İzlenen yöntemlerin bana basamak basamak açıklanması tamamen farklı bir şeydi.

"Bedeninle dünyanın çizgilerine tutunmayı nasıl öğrendin?" diye sordum.

"Rüya görürken öğrendim," dedi, "ama nasıl öğrendiğimi gerçekten bilmiyorum. Bir kadın savaşçı için her şey rüya görürken başlar. Nagual, tıpkı sana söylediği gibi bana da, rüyadayken önce ellerimi bulmaya çalışmam gerektiğini söylemişti. Ama ellerimi bir türlü bulamıyordum. Rüyalarımda elsizdim. Yıllarca onları bulmak için uğraşıp durdum. Her gece ellerimi bulmak için kendime emirler veriyordum ama hiçbir işe yaramıyordu. Rüyalarımda hiçbir şey bulamıyordum. Nagual bana karşı çok acımasızdı. Ellerimi bulmak zorunda olduğumu, yoksa mahvolacağımı söyledi. Bu yüzden itiyadayken ellerimi bulduğum konusunda yalan söyledim ona. Nagual hiç sesini çıkarmadı, ama Genaro şapkasını yere atıp üstünde tepinmeye başladı. Sonra başımı okşadı ve gerçekten müthiş bir savaşçı olduğumu söyledi. O beni övdükçe ben kendimi kötü hissediyordum. Tam Nagual’a doğnıyu söylemek üzeyken deli Genaro bana arkasını dönüp hayatımda duyduğum en sesli ve en uzun osuruğu salıverdi. Geriledim. Tıpkı benim gibi, sıcak, kötü kokan, iğrenç bir yeldi. Nagual gülmekten katılıyordu.

Cvp: BÖLÜM 3 - LA GORDA

"Eve koşup oraya saklandım. O zamanlar çok şişmandım, çok yemek yerdim ve çok gazım olurdu. Bu yüzden bir süre yemek yememeye karar verdim. Lidia ve Josefina da bana yardımcı oldular. Tam yirmi üç gün boyunca hiçbir şey yemedim ve sonra bir gece rüyalarımdan birinde ellerimi buluverdim. Yaşlı, çirkin ve yemyeşildiler, ama benim ellerimılıier. İşte başlangıç böyle oldu. Sonrası kolaydı zaten."

"Sonrası nasıldı, Gorda?"

"Nagual’m yapmamı istediği ikinci şey rüyalarımda evleri ya da binalar bulmaya çalışmam, imgeleri bozmamaya çalışarak onlara bakmamdı. Rüya gören kişinin hünerinin, gördüğü imgeleri akimda tutmak olduğunu söylerdi. Çünkü yaşamımız boyunca yaptığımız şey de buydu zaten."

"Ne demek istiyordu yani?"

"Biz sıradan insanların hüneri, baktığımız imgeleri aklımızda tutmaktır. Nagual bunu hep yaptığımızı ama nasıl yaptığımızı bilmediğimizi söylerdi. Yapıyoruz işte, yani bedenlerimiz yapıyor. Rüya görürken de aynı şeyi yapmalıyız; tek farkla, rüya görürken bunun nasıl yapılacağını öğrenmek zorundayız. Uzun uzun bakmamaya, sadece bir göz atarak imgeyi aklımızda tutmaya çabalamalıyız."

"Nagual bana rüyalarımda göbeğime sarmak için bir kırşak aramam gerektiğini söylemişti. Bunu başarmam uzun zaman aldı çünkü ne demek istediğini anlayamamıştım. Rüya görürken göbeğimiz sayesinde dikkatimizi topladığımızı, bu yüzden de göbeğimizin korunması gerektiğini söyledi sonra İmgeleri aklımızda tutabilmemiz için göbeğimizin üzerinde bir sıcaklık duymamız ya da onu bir şeyin sardığı hissine kapılmamız gerekiyormuş.

"Rüyamda tam göbek çukuruma oturan bir çakıl taşı buldum. Nagual bu taşı bulana kadar onu bana her yerde, su çukurlarında, kanyonlarda günlerce arattırdı. Ben de taşı orada tutabilmek için bir kemer yaptım, onu gece gündüz takıyorum hâlâ. Kemeri takınca imgeleri aklımda tutmak daha kolay oluyor.

"Sonra Nagual bana rüya görürken belli yerlere gitme görevini verdi. Görevimi gerçekten iyi yapıyordum, ama tam o sırada biçimimi kaybettim ve önümde o gözü görmeye başladım. Nagual her şeyin değişmiş olduğunu söyledi ve beni alıp götürmesi için artık gözü kullanmam için emirler verdi. Rüya görürken çiftime ulaşmaya çalışmak için vaktim olmadığını, bu iş için gözün çok daha iyi olduğunu söyledi. Aldatılmış hissediyordum kendimi. Artık aldırmıyorum. Gözü en iyi şekilde kullandım. Onun beni rüya görmem için alıp götürmesine izin verdim. Gözlerimi kapıyor, hemencecik uykuya dalıveriyorum, hem de her yerde, hatta gündüz vakti. Göz beni çekiyor, ben de başka bir dünyaya giriyorum. Çoğu zaman oralarda dolaşıp duruyorum. Nagual bana ve küçük kız kardeşlere, âdet dönemlerimiz süresince rüya görmenin bir erk haline geldiğini söylemişti. Şurası kesin ki o dönemde ben biraz çılgınlaşıyorum. Çok daha cesur oluyorum. Tıpkı Nagual’ın bize gösterdiği gibi o dönemlerde önümüzde bir yarık açılıyor. Sen kadın olmadığın için bu sana pek anlamlı gelmeyebilir ama âdet döneminden iki gün önce bir kadın o yarığı açıp başka bir dünyaya geçebilir."

Sol elini, sanki kolu boyunca önünde uzanıyormuş gibi duran görünmez bir çizgi üzerinde hareket ettirdi.

"Bu dönem boyunca bir kadın, eğer isterse, dünyanın imgelerinin peşinden gidebilir," diye devam etti la Gorda. "Bu, iki dünya arasındaki yarıktır. Nagual’ın dediğine göre bütün kadınların önünde bulunur bu yarık. "Nagual’in kadınların erkeklerden daha iyi büyücü olacaklarına inanmasının nedeni kadınların önünde bu yarığın bulunmasıdır. Halbuki erkekler kendileri oluşturmak zorundadırlar onu. "Aslında ben de âdet dönemlerimde rüya görürken öğrendim dünyanın çizgilerine tutunup uçmayı. Çizgileri çekmeleri için bedenimden ışıltılar çıkarmayı, sonra da bu çizgileri kavramayı öğrendim. Şimdiye kadar rüya görürken öğrendiklerimin hepsi bu."

Gülerek, ona yıllarca "rüya gördükten" sonra bile gösterecek hiçbir şeyim olmadığını söyledim.

"Rüya görürken dostların nasıl çağırılacağını öğrendin," dedi güven vermeye çalışarak.

Ona o sesleri çıkarmayı bana don Juan’ın öğrettiğini söyledim. Bana inanmamış gibi görünüyordu.

"O zaman dostlar sana, onun parlaklığını aradıkları için geldiler," dedi. "Nagual’m sana bıraktığı o parlaklığı aradıkları için. Nagual bana her büyücünün dışarı verecek çok fazla parlaklığı olduğunu söylemişti. Bu yüzden o da kendi parlaklığını çocukları arasında paylaştırıyor. Bu işi de o uçsuz bucaksız yerlerde binlerinden aldığı emirler doğrultusunda yapıyor. Ama sana çağrısını bile vermiş."

Dilini cıklatıp bana göz kırptı.

"Bana inanmıyorsan," diye sürdürdü konuşmasını, "Nagual’ın sana öğrettiği sesleri çıkart da dostların gelip gelme yeceklerini gör."

Bir süre kararsız kaldım. Çıkardığım seslere bir şeylerin geleceğine inandığım için değil, fakat onu yalancı çıkarmayı istemediğim için kararsızdım. Biraz bekledi, yapmayacağımdan emin olduğunda elini ağzına koydu ve çıkardığım sesi mükemmel bir şekilde taklit etti. Yalnızca nefes almak için durarak sesleri çıkarmayı beş altı dakika sürdürdü.

"Gördün mü?" dedi gülümseyerek. "Senin çıkardığın seslere ne kadar yakın olursa olsun dostlar benim çağrımı umursamıyorlar bile. Şimdi bir de sen dene."

Bu kez ben denedim. Birkaç saniye sonra çağrıya yanıt verildiğini duydum. La Gorda ayağa fırladı. Onun benden çok daha fazla şaşırmış olduğunu açıkça gördüm. Aceleyle beni susturdu, lambayı söndürüp notlarımı toparladı. Sokak kapısını açmak üzereyken birdenbire duraladı; kapının hemen önünden şimdiye kadar duyduğumuz en korkunç ses geliyordu. Bir homurtu gibiydi bu ses. Öyle dehşet ve korku vericiydi ki ikimizin de irkilip kapıdan uzaklaşmasına neden oldu. Fiziksel tepkim öyle güçlüydü ki kaçacak yerim olsaydı oraya uçarak giderdim. Kapıya ağır bir şey yükleniyor, kapıyı çatırdatıyordu. Gorda’ya baktım. O daha da korkmuş görünüyordu. Kolu kapıyı açacakmış gibi öne doğru uzanmış şekilde duruyordu hâlâ. Ağzı açıktı. Bir hareketin tam ortasında dondurulmuş gibiydi.

Kapı her an kırılıp açılabilirdi. Yumruklanmıyordu kapı yalnız kapının değil, bütün evin üzerinde korkunç bir basınç vardı.

La Gorda önümde durdu, bana, kollarımı beline dolayıp ellerimi göbeğinin üzerinde birleştirerek kendisini arkadan kucaklamamı söyledi. Sonra elleriyle garip hareketler yapmaya başladı. Sanki gözlerinin hizasında bir havlu sallıyormuş gibiydi. Bu hareketi dört kez yaptı. Ardından bir başka garip hareket yapmaya başladı. Avuç içleri yukarı dönük bir halde ellerini göğsüne yasladı; bir eli diğerinin üstündeydi ve diğer eline değmiyordu. Dirsekleri bedeninin iki yanma yapışıktı. Birdenbire sanki iki görünmez çubuğa tutunuyormuş gibi avuçlarını kapadı. Kapalı ellerini avuç içleri yere bakana kadar yavaşça döndürdü, sonra en güzel, en beceri isteyen hareketi yaptı; bedenindeki bütün kasları kullanıyordu sanki. Elleriyle, açılmamakta direnen kocaman bir sürgülü kapıyı açıyormuş gibiydi. Sarf ettiği gayret yüzünden tüm bedeni sarsılıyordu. Kolları en sonunda tamamen yanlara açılana kadar, çok, çok ağır bir kapıyı açmaya çalışırmışçasına yavaş yavaş hareket ediyordu. O kapıyı açtığında rüzgârın yüzüme çarpacağından emindim. Rüzgâr bizi sürükledi ve biz duvarın içinden geçlik. Daha doğrusu, evin duvarları bizim içimizden geçti. Ya da belki, üçümüz de, ben, la Gorda ve ev hep birlikte la Gorda'nın açtığı kapıdan geçtik. Birdenbire açık bir arazinin üstündeydim. Etrafımızı saran dağların, ağaçların koyu şekillerini görebiliyordum. Artık la Gorda’nm beline sarılmıyordum. Tam tepemden gelen bir ses yukarı bakmama neden oldu, la Gorda’yı beş, altı metre yukarda, dev bir uçurtma gibi salmalarken gördüm. Göbeğimde korkunç bir kaşıntı hissettim ve hemen ardından la Gorda son hızla yere doğru inişe geçti, ama yere çarpmak yerine hızı kesildi, yumuşak bir iniş yaptı.

La Gorda yere indiği anda, karnımdaki kaşıntı korkunç, dayanılmaz bir ağrıya dönüştü. Sanki onun inişiyle iç organlarım dışarı fırlıyordu. En yüksek sesimle acı içinde bağırdım. Biraz sonra la Gorda yanımda çaresizce, nefes nefese dikiliyordu. Ben yerde oturuyordum. İkimiz de yeniden don Genaro’nun evindeki odanın içindeydik. La Gorda nefesini düzenleyemiyordu bir türlü. Ter içinde kalmıştı.

"Burdan çıkmalıyız," diye mırıldandı. Hemen arabayla küçük kız kardeşlerin evine gittik. Etrafta kimseler yoktu. La Gorda bir lamba yakıp beni doğruca arka taraftaki açık mutfağa götürdü. Soyundu ve bir atı yıkar gibi üzerine su atarak onu yıkamamı söyledi. İçi su dolu bir bakraç alarak üzerine yavaş yavaş su dökmeye başladım, ama o benden onu iyice sırılsıklam etmemi istiyordu. Bizim biraz önce yaptığımız gibi dostlarla ilişkiye geçmenin insana çok zararlı bir terleme yarattığını ve bu terin hemen yıkanması gerektiğini açıkladı. Benim giysilerimi de çıkarttırdı ve buz gibi soğuk suyla iyice yıkadı beni. Sonra bana temiz bir bez uzattı, eve girerken üstümüzü kuruladık. Elindeki lambayı duvara astıktan sonra odadaki büyük yatağa oturdu. Dizleri havada olduğu için bedeninin her yerini görebiliyordum. Çıplak bedenini kucaklar kucaklamaz doña Soledad’ın, la Gorda’nın Nagual’ın kadını olduğunu söylerken ne demek istediğini anladım. La Gorda da tıpkı don Juan gibi biçimini kaybetmişti. Onu bir kadın olarak düşünemiyordum. Giyinmeye başladım. Gelip giysilerimi elimden aldı. Onları yeniden giymeden önce güneş görmeleri gerektiğini açıklayıp omuzlarıma sarmam için bir battaniye verdi, bir tane de kendisi için aldı.

"Dostların bu saldırısı gerçekten korkunçtu," dedi birlikte yatağa yerleşirken. "Onların ellerinden kurtulabildiğimiz için gerçekten şanslıyız. Nagual’ın bana Genaroların evine neden seninle birlikte gitmemi söylediğini anlayamamıştım. Şimdi anlıyorum. O ev dostların en güçlü oldukları yer. Bizi kıl payı kaçırdılar. Şansımız vardı ki ben nasıl çıkılacağını biliyordum."

"Bunu nasıl yaptın la Gorda?"

"Gerçekten bilmiyorum," dedi. "Yaptım işte. Bedenim biliyordur herhalde nasıl yapıldığını ama nasıl yaptığımı düşününce bir yanıt bulamıyorum.

"Bu ikimiz için de büyük bir sınavdı. Bu geceye kadar gözü aralayabileceğimi bilmiyordum ama baksana neler yaptım. Gözü gerçekten araladım, tıpkı Nagual’in söylediği gibi. Sen gelene kadar hiç başaramamıştım bunu. Denemiştim ama denemelerim hiç işe yaramamıştı. Bu kez dostların verdiği korku gözü Nagual’ın söylediği gibi dört yöne doğru dört kez sallayarak kavramama neden oldu. Nagual onu bir yatak çarşafını sallar gibi sallamam gerektiğini, sonra tam ortasından tutarak kapı açar gibi açmam gerektiğini söylemişti. Gerisi kolay oldu. Kapı açılır açılmaz çok güçlü bir rüzgârın beni geriye doğru savurmak yerine kendine doğru çektiğini hissettim. Nagual’in dediğine göre asıl sorun geri dönüştü. Bunu yapmak için çok güçlü olmak zorundaydım Nagual, Genaro ve Eligio gözün içine kolayca girip çıkabiliyorlardı. Göz onlar için bir göz olmaktan bile çıkmıştı artık. Gözün güneş gibi turuncu bir ışık olduğunu söylüyorlardı. Nagual ve Genaro da uçtuklarında turuncu bir ışık haline geliyorlardı. Benim gelebildiğim seviye ise hâlâ çok aşağılarda. Nagual benim uçarken yayılıp genişlediğimi ve havada asılı duran koca bir inek gübresi yığını gibi gözüktüğümü söylemişti. Ben hiç ışık yaymıyorum. İşte bu yüzden geri dönüşler bu kadar korkunç benim için. Bu gece sen bana yardım ettin, beni iki kere çektin. Bu gece sana nasıl uçtuğumu gösterdim çünkü Nagual uçuşum ne kadar zor ve kötü bir uçuş da olsa bunu senin görmeni sağlamam gerektiğini söylemişti. Uçuşumla sana yardım etmem gerekiyordu, tıpkı senin bana çiftini göstererek yardım etmen gibi. Nasıl bir manevra yaptığını gördüm kapıda dururken. Josefina için o kadar üzülüyordun ki benim varlığımın farkına bile varmadın. Çiftinin kafandan nasıl çıktığını gördüm. Tıpkı bir solucan gibi kıvrılarak çıktı içinden. Ayaklarından başlayan bir titremenin bedenine nasıl yayıldığını, çiftinin nasıl dışarı çıktığını gördüm. Aynı sana benziyordu, ama parlaktı. Tıpkı Nagual gibiydi. İşte bu yüzden kız kardeşler donup kaldılar. Çiftini Nagual’m kendisi sandıklarını anladım. Ama her şeyi göremedim. Çıkan o sesi kaçırdım çünkü ona hiç dikkat etmiyordum."

"Efendim?"

"Çift, inanılmaz derecede büyük bir dikkat gerektirir. Nagual bu dikkati sana verdi, ama bana vermedi. Bunun için zamanı kalmadığını söyledi bana."

Dikkatin belli bir çeşidi hakkında bir şeyler söyledi ama yorulmuştum. Uykuya dalışım öyle ani oldu ki notlarımı kaldıracak zamanım bile olmadı.

Cvp: BÖLÜM 3 - LA GORDA

.