1

Konu: 11 - Savaşçının Havası

31 Ağustos 1961, Perşembe günü don Juan’ın evine vardım; daha onu selamlamaya fırsat bulamamıştım ki, don Juan başını arabamın penceresinden içeriye uzatarak gülümsedi, ve dedi ki: “Epey uzaktaki bi erk yerine gitmemiz gerek, bak nerdeyse öğle olacak.”
Arabamın kapısını açarak yanımdaki ön koltuğa oturdu; güneye doğru gideceğimizi söyledi. Yetmiş mil kadar gittikten sonra doğuya doğru uzanan bir şoseye girdik—dağların yamaçlarına ulaşana dek ilerledik. Arabayı yolun kıyısındaki çukurca bir yere park ettim. Don Juan bu yeri, arabayı gizleyebilmemiz için seçmişti. Oradan, doğruca alçak tepelerin doruğuna doğru yürüyüşe geçtik. Ama önce ıssız, geniş bir düzlüğü aşmamız gerekmişti.
Hava kararınca don Juan uyuyabileceğimiz bir yer şeçti. Tam bir sessizlik içinde olmamız gerektiğini belirtti.
Ertesi gün çok az bir şey yiyerek doğu doğrultusundaki yolculuğumuzu sürdürdük. Çöle özgü çalılıkların yerini artık dağların yemyeşil yoğun bitki örtüsüyle ağaçlar almıştı.
Öğleyi epey geçe, bir duvarı andıran dev kayalardan oluşmuş sarp bir yarın tepesine tırmandık. Don Juan oturduktan sonra benim de oturmamı imledi.
Kısa bir sessizlikten sonra, “Bi erk yeridir burası,” dedi. “Çok eskiden savaşçılar buraya gömülürlerdi.”
O anda tam üzerimizden bir karga, gaklayarak uçtu. Don Juan gözlerini dikmiş, karganın uçuşunu izliyordu.
Ben merakla kayaya bakarak savaşçıların nasıl, nereye gömüldüklerini düşünürken, don Juan omzuma dokundu.
Gülümseyerek, “Burada değil, sersem,” dedi. “Aşağıda.”
Tam altımızda, yarın dibinde, doğuya doğru uzanan düzlüğü göstermekteydi; bu düzlüğün birtakım kayalarla çevrili olduğunu açıkladı. Oturduğumuz yeden bakınca, yaklaşık yüz metre çapında tam bir daireyi andıran bir alan görülüyordu. Yüzeyini kaplayan sık çalılıklar, kayaları gizlemekteydi. Don Juan söylemeseydi, kayaların tam bir daire oluşturduğunun farkına varmayacaktım.
Don Juan, Kızılderililerin geçmişinde buna benzeyen pek çok alanın bulunduğunu söyledi. Buraları, birtakım tepeler ya da arazi oluşumları gibi, tam olarak erk yerleri sayılmazmış; buraları, daha ziyade, insana bir şeylerin öğretilebileceği, insanın ikilemlerine çözümler bulabileceği yerlermiş.
Don Juan, “Yapman gereken şey buraya gelmektir sırf,” dedi. “Ya da, duygularını yola koymak amacıyla, geceyi bu kayanın üzerinde geçirmektir.”
“Geceyi biz burada mı geçireceğiz?”
“Öyle tasarlamıştım, ama az önce küçük bi karga bunu yapmamamı söyledi bana.”
Karga konusunda daha bilgi isteyecektim, ama don Juan
sabırsız bir el hareketiyle beni susturdu.
“Kayaların oluşturduğu şu halkaya bak,” dedi. “Bunu belleğine kazı da, bi gün bi karga seni böyle bi başka yere götürsün. Kayaların oluşturduğu halka ne denli kusursuzsa, erki de o denli büyük olur.”
“Savaşçıların kemikleri hâlâ burda mı gömülü?”
Don Juan şaşırmış gibi komik bir hareket yaptı, sonra gevrek gevrek güldü.
“Mezarlık değil ki burası,” dedi. “Kimsenin gömüldüğü filan yok buraya. Ben sana, çok eskiden savaşçılar buraya gömülürlerdi, dediydim. Yani, buraya gelirler, bi gece ya da ne kadar isterlerse, kendilerini gömerlerdi. Mezarlıklar ilgilendirmez beni. Onlarda erk bulunmaz. Gerçi bi savaşçının kemiğinde de erk vardır, ama onlar da mezarlıklara hiç uğramazlar. Bilgi adamının kemiklerinde daha da çok erk varsa da, onları bulabilmek nerdeyse olanaksızdır.”
“Bilgi adamı nasıl olunur, don Juan?”
“Herhangi bi savaşçı, bilgi adamı olabilir. Anlatmıştım sana: Bi savaşçı, erk avlayan kusursuz bi avcıdır. Şayet bu avcılığında başarılı olursa, o takdirde bilgi adamı olabilir.”
“Sen kendin...”
Bu tekinsiz patikadan aşağıya doğru yavaş yavaş inmeye çabaladık; yere ulaştığımızda, don Juan, hiç durmaksızın, dairesel alanın merkezindeki sık çalılığa götürdü beni. Orada kimi kuru dalları süpürge gibi kullanarak oturabileceğimiz temiz bir yer açtı. Bu temizlediği yer de tam daire şeklindeydi.
Don Juan, “Seni bütün gece buraya gömmek istiyordum,” dedi. “Ama biliyorum ki henüz zamanı değil. Erk yok sende. O yüzden seni yalnızca kısa bir süre gömeceğim.”
Yerde gömülü tutulma düşüncesi beni dehşete düşürmüştü. Don Juan’a beni nasıl gömmeyi tasarladığını sordum. Bir çocuk gibi kıkır kıkır gülerek kuru dal toplamaya başladı. Kendisine yardım etmeme izin vermedi—oturup beklememi söyledi. Topladığı dalları daire şeklindeki temiz yere attı. Sonra beni, başım doğuya dönük biçimde yatırarak ceketimi başımın altına yastık etti, bedenimin etrafına bir kafes ördü. Bu kafesi, 70-80 santimlik dal parçalarını yumuşak toprağa sokarak kur muştu; uçları çatal biçiminde olan dallar, kafesin çatkısını oluşturan ve ona açık bir tabut görünümünü veren uzun sırıkları tutuyordu. Kutu şeklindeki kafesin üzerini küçük dal parçalarıyla, yapraklarla örterek kapattı. Omuzlarımdan aşağısı kafesin içinde kalmıştı. Yastık ettiği ceketime yasladığı başım dışarıda kalmıştı.
Don Juan daha sonra kalın bir parça kuru dalı alıp onunla çevremdeki toprağı kazmaya, toprakları kafesin üzerine sermeye başladı.
Kafesin çatkısı öyle sağlamdı, yapraklar öyle güzel yerleştirilmişti ki, üzerime hiç toprak dökülmüyordu. Bacaklarımı rahatça oynatabiliyordum, hatta istesem kendimi dışarıya ya da içeriye kaydırabilirdim.
Don Juan normal olarak bir savaşçının önce kafesi kurduğunu sonra da kendini onun içine kaydırarak kafesin kalmış olabilecek yarıklarını içeriden tıkadığını anlattı.
“Ya hayvanlar?” diye sordum. “Kafesin üzerindeki toprağı eşeleyip kafese girer de insana saldırabilirler mi?”
“Yo savaşçı ırgalanmaz bu çeşit sorunlarla. Sende erk olmadığı için seni tasalandırır bunlar anca. Bi savaşçı, öte yandan, amacını azimle gerçekleştirme peşindedir, o yüzden her şeyi savabilir başından. Ne bi sıçan, ne bi yılan, ne de bi dağaslanı tedirgin edemez onu.”
“Ne diye gömerler kendilerini, don Juan?”

“Aydınlanma için, erk için.”
Son kerte zevkli bir dinginlik ve hoşnutluk hissine kapılmıştım; o anda dünya huzur içinde görünmekteydi. Sessizlik hem pek latif hem de ürkütücüydü. O türden bir sessizliğe alışık değildim. Konuşmayı denediysem de don Juan beni susturdu. Çok geçmeden o yerin dinginliği bana da sirayet etti. Hayatımı ve kişisel tarihimi düşünmeye başladım; aşina olduğum o hüzün ve pişmanlık hissine gene kapıldım. Don Juan’a, orada bulunmayı hak etmediğimi, bu dünyanın güçlü ve adil olduğunu, oysa benim zayıf bir insan olduğumu, hayat koşullarımın tinimin canına okuduğunu söyledim.
Don Juan gülerek, bu şekilde konuşmayı sürdürdüğüm takdirde başımı toprakla örteceği tehdidinde bulundu. Benim bir insan olduğumu söyledi. Her insan gibi benim de insani olan şeylerden— sevinçten, acıdan, hüzünden, savaşımlardan— nasibimi almaya hakkım olduğunu, bir savaşçı gibi davranıldıkça kişinin eylemlerinin ne olduğunun önemi bulunmadığını da ekledi.
Sesini bir fısıltı düzeyine indirerek, tinimin gerçekten bozulmuş olduğunu hissetmiş olsaydım onu derhal onarmış— arındırmış, mükemmelleştirmiş—olacağımı, zira tüm yaşamı mızda bundan daha önemli bir işimizin olmayacağını söyledi. Tinin onarılmaması ölümün aranması demek olurdu, bu da hiç bir şeyin aranmamasına eşti, zira ne yaparsak yapalım, ölüm bizi önünde sonunda yakalayacaktı.
Don Juan uzun bir süre sustu, ardından, sesinde derin inançlılık titremleri, dedi ki: “Savaşçının tininin yetkinliğini araması insanlığımıza layık tek uğraştır.”
Sözleri bir katalizör etkisi yapmıştı. Geçmiş eylemlerimin ağırlığını taşınılması olanaksız, ket vurucu bir yük gibi duyumsuyordum. Benim için bir çıkar yol kalmadığını kabul etmekteydim. Yaşamımdan söz ederek ağlamaya başlamıştım. Çok uzun bir süre boyunca gezip dolaştığımı, kendi yalnızlığımla çeresizliğimi kavrayabildiğim nadir anlar hariç acıya da hüzne de duyarsız hale geldiğimi söyledim.
Don Juan hiçbir şey demedi. Koltuk altlarımdan kavradığı gibi beni kafesten çekip dışarıya çıkardı. Beni bıraktığında, oturdum. O da oturdu. Aramızda tedirgin bir sessizlik hüküm sürmekteydi. Kendime geleyim, diye bana zaman tanıdığını düşündüm. Sinirimden, not defterimi çıkarıp bir şeyler yazmaya başladım.
“Rüzgârın insafına terkedilen bir yaprak gibi hissetmektesin kendini, değil mi?” dedi sonunda yüzüme bakarak.
Gerçekten de öyle hissetmekteydim. Duygularımı anladığından emindim. Don Juan, ruh halimin ona bir şarkıyı anımsattığını söyleyerek pes perdeden ünlemeye başladı: “Doğduğum yerin semalarından ne kadar da uzağım. Onulmaz yurt özlemi düşüncelerimi sarar hep. Şimdi rüzgârın önüne kattığı bir yaprak denli yalnız ve hüzünlü olduğum için, kimi zaman ağlamak, kimi zaman da hasretle gülmek istiyorum.” (Que lejos es- toy del cielo donde he nacido. Immensa nostalgia invade mi pensamiento. Ahora que estoy tan soloy tıiste cual hoja al vi- ento, quisiera llorar, quisiera reir de sentimiento.)
Uzun süre konuşmadık. Sonunda o, sessizliği bozdu.
“Senin doğduğun günden bu yana, şu ya da bu biçimde, birileri sana bir şeyler yapagelmekte,” dedi.
“Haklısın,” dedim.
“Ve birileri senin istencine karşın sana bir şeyler yapmaktalar.”
“Doğru.”
Yaşamımdaki koşulların bazen tahammül edilemez türden olduğunu söyledim. Can kulağıyla dinliyordu, ama gülümsemesini zapt etmeye çalıştığını görene dek bunu salt nezaketen mi yoksa gerçekten ilgi duyduğundan mı yaptığını anlayamamıştım.
“Kendine acımaktan ne kadar hoşlanırsan hoşlan, bunu değiştirmek zorundasın,” dedi yumuşak bir sesle. “Bi savaşçının yaşamında yeri yoktur böyle bi şeyin.”
Gülerek, şarkıyı yeniden söylemeye başladı—ne var ki, bazı sörcüklerin telaffuzunu çarpıtıyor, ortaya komik bir ağıt türküsü çıkıyordu. Bu şarkıyı beğenmiş olmamın nedeninin kendi yaşamımda da her şeye bir kusur bulup ah ü figan etmiş olmamdan başka bir şey olmadığını belirtti. Ona karşı çıkamadım. Haklıydı zira. Ancak kendimi rüzgârın önündeki bir yaprak gibi hissedişimi haklı çıkarmaya yeterli nedenlerimin varlığına inanmaktaydım.
“Bu dünyada en zor şey bi savaşçının tavrını benimsemektir, dedi don Juan.” Hüzünlenip yakınmak, bunun için geçerli nedenlerin bulunduğuna inanmak, birisinin hep bize bi şeyler yaptığını düşünmek— yararsız şeylerdir bunların hepsi. Hiç kimsenin hiçbi kimseye hiçbi şey yaptığı filan yok, hele bi savaşçıya asla.
“Sen burada benimlesin, zira burada olmayı istemektesin. Şimdiye dek sorumluluğu tam üstlenmiş olman gerek, o halde rüzgârın bi oyuncağı olduğun düşüncesi asla kabul edilemez.”
Don Juan ayağa kalkarak kafesi sökmeye başladı. Toprakları avuç avuç alarak onları getirmiş olduğu yere götürüp serpti; dalları da çalıların arasına yerleştirdi. Sonra yerdeki temiz daireyi taşla toprakla örterek o bölgeyi hiçbir şey olmamış gibi bıraktı.

Cvp: 11 - Savaşçının Havası

Onun ustalığını övdüm. O da, ne denli dikkatli olursa olsun, iyi bir avcının orada bulunmuş olduğumuzu bileceğini, zira insan izlerinin tamamıyla yok edilmesinin olanaksız olduğunu söyledi.
Bağdaş kurarak yere oturdu—benim de, yüzüm beni gömmüş olduğu noktaya dönük, mümkün mertebe rahat bir şekilde oturmamı, hüzünlü halim geçene dek orada hareketsiz kalmamı buyurdu.
“Bi savaşçı erk bulmak amacıyla gömer kendini, kendine acıyarak ağlamak için değil,” dedi.
Tam açıklayacaktım ki, başını sabırsızca devindirerek beni önledi. Ruh halimin bozukluğundan ötürü beni kafesten apar topar çıkarmış olduğunu, o yerin benim duygusallığıma öfkelenip beni inciteceğinden korktuğunu söyledi.
“Kendi kendine acıma denen şey erkle birlikte gitmez,” dedi. “Bi savaşçının havası, kendini hem denetlemesini hem de bırakmasını gerektirir.”
“Nasıl mümkün olur bu?” diye sordum. “İnsan kendisini aynı anda nasıl hem denetleyip hem de serbest bırakabilir?”
“Zor bi yöntemdir bu,” dedi don Juan.

Konuşmayı sürdürmekle kesmek arasında bocalıyora benziyordu. İki kez bir şey söylemesine ramak kalmıştı ama kendini tutup gülümsemekle yetinmişti.
“Hüzünlü halin geçmedi henüz,” dedi. “Hâlâ kendini zayıf hissetmektesin, onun için şimdi bi savaşçının havasından söz etmenin yararı yok.”
Salt sessizlik içinde bir saat kadar geçti. Sonra o birden, bana öğretmiş olduğu “rüya görme” yöntemini öğrenmeyi başarıp başaramadığımı sordu. Yoğun çalışmalar yapmıştım; olağanüstü çabalar sarfettikten sonra rüyalarım üzerinde belli ölçüde bir denetim sağlayabilmiştim. Don Juan bu alıştırmalara eğlenceymiş nazarıyla bakılabildiğini söylemekte haklıymış. Zira yaşamımda ilk kez olarak yatma zamanını sabırsızlıkla bekler olmuştum.
İlerlemelerime ilişkin ayrıntılı bilgi verdim ona.
Ellerimin imgelerini gözümün önünde sürekli olarak tutabilmeyi öğrenmem nispeten kolay olmuştu. Her zaman ellerimi içermeseler de, görüntülerimi uzun sayılabilecek süreler boyunca, denetimi yitirip hiç tasarlanmamış sıradan rüyalara dalana dek tutabiliyordum. Kendime, ellerime ya da rüyalarımda ki başka nesnelere bakma komutunu verdiğim zamanlar irademle herhangi bir sonuç alamıyordum. Kendiliğinden oluveriyordu bu. Belli bir anda, ellerime sonra da çevreme bakmam gerektiğini anımsıyordum. Ancak, bunu yapmayı hatırlayamadığım geceler de oluyordu.
Don Juan anlattıklarımı yeterli bulmuş olacak ki görüntüleri genellikle nelerin oluşturduğunu öğrenmek istedi. Aklıma belli herhangi bir şey gelmiyordu, ben de tuttum, bir gece önce gördüğüm karabasanımsı bir rüyamı inceden inceye anlatmaya koyuldum.
“Bırak şimdi bunları,” dedi sertçe.
Rüyalarımı bütün ayrıntılarıyla defterime yazdığımı söyledim ona. Ellerime bakma alıştırmalarına başladığımdan bu yana rüyalarım büyük önem kazanmıştı, onları artık en ince ayrıntılarına dek hatırlayabilecek bir duruma gelmiştim. Don Juan, rüyaların ayrıntılarına zaman harcamamın zaman israfı olduğunu, zira ayrıntı ya da canlılık gibi öğelerin hiçbir öneminin bulunmadığını söyledi.
“Sıradan rüyalar, insan rüya görmeye geçince epey canlılık kazanırlar,” dedi. “Bu canlılık da berraklık da devasa bi engeldir, şayet bu durumdaysan bu dünyada senden daha berbat bi konumda bi kimse yok demektir. Hastalıkların en kötüsü sende. Ha bire yazmaktasın her bi şeyi.”
Doğrusunu söylemek gerekirse, yaptığım şeyin doğru olduğuna inanmaktaydım. Rüyalarımı titizcesine kaydedişim, uyurken gördüğüm görüntülerin niteliğine ilişkin belli bir berraklık kazandırıyordu onlara.
“Vazgeç!” dedi don Juan buyurgancasına. “Hiçbi şeye yaramaz. Seninkisi sırf, kendini rüya görmenin amacı olan denetimden, erk olgularından saptırmak.”
Don Juan yere uzanarak yüzünü şapkasıyla örttü; bana
bakmaksızın konuşmasını sürdürdü.
“Uygulaman gereken yöntemlerin hepsini gene anımsatayım sana,” dedi. “Önce bakışlarını başlangıç noktası olarak ellerinin üzerine odaklamalısın. Sonra bakışlarını başka nesnelere doğru çevirir, onlara kısa nazarlarla bakarsın. Mümkün olduğunca çok şey üzerinde odaklanmalısın. Unutma ki kısa sürelerle baktığın zaman imgeler yer değiştirmez. Ardından, gene ellerine dönersin.
“Ellerine her bakışında rüya görme için gereken erki yenilemiş olursun—onun için başlangıçta çok fazla şeye bakma. Her seferinde dört nesne yeter. Sonraları, istediğin şeyi kapsayana dek genişletirsin alanını; ama imgeler yer değiştirmeye başlar başlamaz ya da denetimi yitirdiğini gördüğünde gene ellerine dönersin.
“Nesnelere bitimsizcesine bakabildiğini gördüğünde yeni bi yönteme hazırsın demektir. O yeni yöntemi sana şimdi öğreteceğim, ama onu yalnızca hazır olduğunda uygulayasın.”
On beş dakika kadar bir şey demeden kaldı. Sonunda uzandığı yerden kalkıp oturdu ve yüzüme baktı.
“Rüya görmeye geçmenin izleyen aşaması yolculuk yapmayı öğrenmektir,” dedi. “Ellerine bakmayı nasıl öğrendiysen, hareket etmeyi de, bi yere gitmeyi de istencini kullanarak başarabilirsin. Önce gitmeyi istediğin bi yer belirlemen şart. İyi bildiğin bi yeri seç— örneğin okulunu, ya da bi parkı, bir arkadaşının evini falan—sonra da istencini kullanarak oraya gitmeye çalış.
“Çok zor bi yöntemdir bu. İki koşulu yerine getirmen gerekir: o belli yere gitmek amacıyla istencini kullanmak; sonra da, bu yöntemde ustalaştığın zaman, yolculuğunun zamanını tam olarak denetlemeyi öğrenmek.”
Anlattıklarını defterime yazarken kendimi gerçek bir kaçık gibi hissetmekteydim. Gerçekten de delice yönergeleri yazmaktaydım, bir sözcüğünü kaçırmayayım, diye kendimi harap ediyordum. İçim pişmanlıkla, utançla dolmuştu.
“Neler yapıporsun bana, don Juan?” diye şaka yollu sordum.
Don Juan şaşırmış göründü. Gözlerini bir an yüzüme dik
ti— sonra gülümsedi.
“Art arda aynı soruyu sorup duruyorsun hep. Sana bi şeycik yaptığım yok benim. Sen kendini erke ulaşılabilir kılmaktasın; onu avlamaktasın, ben de sana kılavuzluk ediyorum.”
Başını yana doğru eğerek beni incelemeye koyuldu. Bir eliyle çenemi öteki eliyle de başımın arka tarafını tuttu; başımı bir öne bir arkaya devindirdi. Boyun kaslarım çok gergin olduğundan, başımın oynatılması gerilimi azaltmıştı.
Don Juan bir an gökyüzüne baktı, oradaki bir şeyi inceler gibiydi.
“Gitme zamanıdır,” dedi sertçe; sonra kalktı.
Doğu istikametinde iki büyükçe tepenin arkasındaki bir vadide bodur ağaçların bulunduğu bir yere doğru yürüdük. Oraya vardığımızda saat öğleden sonra beşi bulmuştu. Önemsiz bir şey imişçesine geceyi orada geçirebileceğimizi söyledi. Ağaçları göstererek o civarda su bulunduğunu da ekledi.
Bedenini kasarak bir hayvan gibi havayı koklamaya başladı. Burnundan art arda hızlı soluklar alıp verirken karnındaki kasların çok hızla, kısa spazmlarla kasıldığını görebiliyordum. Aynı şeyi benim de yaparak kendi kendime suyun nerede bulunduğunu belirlememi istedi. Gönülsüzcesine onu taklit etmeye çalıştım. Beş altı dakika hızla soluduktan sonra başım dönmeye başlamıştı, ama burun deliklerim olağanüstü bir şekilde açılmış, ırmak söğütlerinin kokusunu açıkça alabilmiştim. Ne var, nerede olduklarını bilemiyordum.

Don Juan birkaç dakika dinlenmemi söyledikten sonra havayı koklamaya yeniden başlamamı istedi. İkinci sefer daha da hızlı solumaya başladım. Irmak söğütlerinin kokusunun sağ tarafımdan geldiğini gerçekten ayırt edebiliyordum. O yöne doğru ilerleyip, dört yüz metre ötemizde suları durgun, bataklığa benzer bir yer bulduk. O yerin çevresini dolaşıp biraz daha yüksekçe bir düzlüğe vardık. Düzlüğün üst yanıyla çevresinde çalılık son kerte yoğundu.
“Burası dağaslanlarıyla, öbür daha küçük hayvanlarla doludur,” dedi don Juan, önemsiz bir şey anlatıyormuşçasına.
Hemen yanına koştum. Don Juan kahkahayı bastırdı.
“Genellikle buraya asla gelmem,” dedi. “Ama o karga bu yönü imlediydi. Özel bi şey olmalı burada ki...”
“Mutlaka burda bulunmamız lazım mı, don Juan?” “Lazım ya. Yoksa ne işim var burda benim!”
Epey kaygılanmıştım. Don Juan söyleyeceklerini dikkatle dinlememi istedi.
“Su oyuklarının çevresinde yaşayan susıçanlarını yakalamak için kullanılan kapanlar özel bir yöntemle yapılırlar. Yem olarak kulanırız susıçanlarını. Kafesin yan tarafları göçecek şekilde yapılır, iki yanında keskin, sivri çubuklar bulunur. Kapan kaldırılınca sivri çubuklar gizlenir; kafesin üzerine bir şey düşmedikçe öyle kalırlar; ama bir şey düşerse, yan taraflar göçüverir de, sivri çubuklar kapana düşen hayvana saplanırlar.
Ne söylediğini anlayamamıştım ama don Juan yere bir şema çizerek kafesin yan çubuklarının çerçevedeki eksenimsi deliklere nasıl geçirildiğini, tepesine bir şey düştüğü takdirde iki yanından birisinin nasıl çöktüğünü açıkladı.
Çubuklar gürgenden yapılmış keskin, sivri şişlerdi; bu şişler, çerçevenin üzerine tutturulmuşlardı.
Don Juan, kafese bağlanan, ve onun üzerinde epey yükseğe asılan çubuklu çerçevenin üzerine genellikle ağır taşların yerleştirildiğini söyledi. Bir dağaslanı yem olarak içinde susıçanları bulunan bir tuzağın üzerine geldiğinde, ekseriya onu perçinleyerek kırmaya çalışır, çılgınlaşarak üzerine atlar, böylece tepesinden sarkan taşların boşalarak onu ezmesine neden olur.
“Ola ki bi gün bi dağaslanı yakalaman gerekebilir,” dedi. “Özel erklere sahiptir dağaslanları. Son kerte akıllıdırlar; onları yakalamanın tek yolu onları acıyla ya da ırmak söğütlerinin kokusuyla aldatmaktır.”
Don Juan şaşırtıcı bir hız ve uzlukla tuzağı hazırladı; uzun bir bekleyişten sonra tombul sincaplara benzeyen üç sıçan yakaladı. Bataklığın kıyısından bir avuç söğüt yaprağı toplayıp onlarla giysilerimi ovmamı istedi. Aynı şeyi kendisi de yaptı. Sonra, çabucak ve ustalıkla, sazlarla iki basit taşıma filesi ördü, bataklıktan irice bir parça yeşil bitkiyle karışık çamuru iki avucuyla çıkarıp kendisini gizlediği düzlüğe getirdi.
Bu sırada sincaba benzeyen sıçanlar cıyaklamalarını iyice
arttırmışlardı.
Don Juan gizlendiği yerden bana seslenerek, öbür fileyi
kullanıp bir parça çamurla bitki toplamamı, sonra da sıçanların bulunduğu kapana yakın bir ağacın daha alçaktaki dallarına tırmanmamı buyurdu.
Don Juan vahşi kediyi de sıçanları da incitmek istemediğini, onun için dağaslanı kapana yaklaşırken çamuru onun üzerine fırlatacağını söyledi. Ağaçtan düşmemek için çok dikkatli olmamı tavsiye etti. Son yönergesi ise dallarla birleşmiş gibi çok hareketsiz olmamdı.
Don Juan’ın nerede olduğunu göremiyordum. Sıçanların cıyaklamaları iyice artmıştı, nihayet hava öyle kararmıştı ki yerdeki inişleri çıkışları ayırt edemez oldum. Birden çok yakınımda kimi yumuşak adımların sesini ve ardından bir vahşi kedinin hırlayarak soluduğunu, sonra çok hafif bir homurtu işittim. İşte tam o anda bulunduğum ağacın altında bir hayvanın karaltısını gördüm. Daha ben onun bir dağaslanı olduğuna emin olmadan, hayvan kafese doğru hücum etti, ama daha kafese ulaşamadan bir şey hayvana çarptı, ve onun irkilerek durmasına yol açtı. Don Juan’ın söylediği gibi, filemi hızla savurdum. Iskaladıysam da epey gürültü çıkarmıştı. O esnada don Juan, tüylerimi ürperten bir dizi keskin çığlığı koyuverdi, vahşi kediyse, olağanüstü bir çeviklikle, düzlüğe atlayıp gözden kayboldu.
Don Juan bir süre daha o delici çığlıklarını atmaya devam etti, sonra bana ağaçtan inerek kafesi sincaplarla birlikte kapıp düzlüğe koşmamı, hızla onun bulunduğu yere gitmemi söyledi.
Saniyesinde, don Juan’ın yanında durmaktaydım. O, kafesi söküp de sıçanları serbest bırakadursun, dağaslanlarını uzak tutmak amacıyla elimden geldiğince onun çığlıklarını taklit etmemi söyledi. Haykırmaya başladım ama aynı etkiyi yaratamıyordum. Heyecanımdan olacak, sesim kısık çıkmaktaydı.
Don Juan, kendimi koyuverip gerçekten hissederek haykırmamı, zira aslanın hâlâ oralarda olduğunu söyledi. Birden durumun vahametini kavrayıverdim. Hakiki bir aslan vardı orada. Bir dizi görkemli çığlıklar çıkarmaya başlayıvermiştim. Don Juan gülmekten kırılıyordu.
Bir süre çığlık atmamı dinledikten sonra orayı mümkün mertebe sessizce terketmemiz gerektiğini, zira aslanın enayi olmadığını, o nedenle belki de bulunduğumuz yere dönmekte olabileceğini söyledi.
“Bizi izleyeceğine eminim,” dedi. “Ne denli dikkatli olsak da Pan American otoyoluna eş koskoca bi iz bırakacağız gene de.”
Don Juan’ın çok yakınında yürüyordum. O, zaman zaman durup kulak kabartıyordu. Sonra bir an geldi, don Juan karanlıkta koşmaya başladı, ben de dallara çarpmayım, diye ellerimi gözlerimin önünde ileriye doğru uzatarak koşa koşa onu izledim.
Nihayet, daha önce geldiğimiz yarın tabanına vardık. Don Juan, aslan bize saldırmadan önce tepeye tırmanabildiğimiz takdirde paçamızı kurtarmış sayılacağımızı söyledi. Bana yolu göstermek amacıyla kendisi önden çıktı. Karanlıkta tırmanmamızı sürdürdük. Nasıl oldu bilmiyorum, ama onu son kerte emin adımlarla izliyordum. Tepeye varmamıza az bir mesafe kala yabansı bir hayvan çığlığı işittim. Handıysa tıpkı bir inek böğürmesine benziyordu, yalnız bir parça daha uzun ve kalıncaydı.
“Çık! Yukarı çık!” diye haykırdı don Juan.
O zifiri karanlıkta kaşla göz arasında, don Juan’dan önce tepeye varıvermiştim. Yarın tepesindeki düzlüğe ulaştığımızda hemen oturup dinlenmeye başladım.
Don Juan yerde yuvarlanıyordu. Bir an, hızla tırmanışından dolayı onun kesildiğini düşündüm; oysa don Juan benim öyle apar topar tırmanışıma gülmekteydi.
Tam bir sessizlik içinde iki saat oturduk; sonra arabama doğru yola koyulduk.

Cvp: 11 - Savaşçının Havası

Pazar, 3 Eylül 1961
Uyandığım zaman don Juan evde değildi. Notlarım üzerinde çalıştım; bir ara o dönmeden çevre çalılıklardan biraz odun toplayım, dedim. Don Juan eve geldiğinde ben oturmuş bir şeyler yiyordum. Benim bu öğleyin yemek yeme alışkanlığımla gene dalga geçmeye başladıysa da, hazırladığım sandviçlerden alıp kendisi de bir güzel atıştırdı.
Dağaslanına ilişkin cereyan eden olayların beni hayrete düşürdüğünü anlattım ona. Olanları tekrar düşündüğümde, hepsi de gerçekdışı görünüyordu. Olaylar birbiri ardından öyle hızlı bir şekilde gelişmişti ki, gerçekten korkmaya bile vakit bulamamıştım. Eyleme geçmek için yeterli zamanım olmuştu, ama içinde bulunduğum koşullar üzerinde fikir yürütecek kadar değil. Notlarımı yazarken dağaslanını gerçekten görüp görmediğim sorusu aklıma takılıverdi. O kuru dal belleğimde hâlâ taptazeydi.
“Bi dağaslanıydı o,” dedi don Juan buyururcasına.
“Yani hakiki, kanlı canlı bir hayvan mıydı o?”
“Elbette.”
Don Juan’a, kuşku duymamın, bütün olayların öyle rahatça gelişivermesinden kaynaklandığını anlattım. Sanki aslan orda beklemekteydi de, tam don Juan’ın tasarladığı şeyleri yapmak için yetiştirilmişti.
“Yaman adamsın vallahi,” dedi. “Vahşi kediyi gördün, işittin. Senin çıktığın ağacın tam altındaydı. Irmak söğüdünün kokusu her bi kokuyu yok eder, hatta vahşi kediler için bile. Kucağında vardı bi avuç ya.”
Buna karşılık ona inandığımı, ama o gece her şeyin bana hayatımdaki öbür olaylara kıyasla son kerte yabancı geldiğini söyledim. Bir sıra, notlarımı yazarken, don Juan’ın o aslan rolünü oynamış olabileceği bile geldi aklıma. Ancak, bu düşünceyi zihnimden attım, zira gerçekten de, kafese hücum eden, sonra da düzlüğe doğru zıplayarak kaçan dörtayaklı bir hayvan gövdesinin karaltısını görmüştüm.
“Ne diye büyütüyorsun?” dedi don Juan. “Kocaman bi aslandı işte. O dağlarda binlercesi vardır kuşkusuz. Sen, her zamanki gibi, dikkatini yanlış şeyin üzerinde odaklıyorsun. Onun bi aslan ya da benim pantolonum olması hiçbi fark etmez. Senin o andaki duygularındır önemli olan.”
Tüm yaşamım boyunca sinsice dolaşan bir dağaslanı ne görmüş ne de işitmiştim. Bunu düşündüğümde, o gece bir dağaslanının bir iki metre yakınıma gelmiş olduğu gerçeği beni sarstı.
“O kocaman aslana karşı niçin böyle haşyet duymaktasın ki?” diye sordu don Juan meraklı bir ifadeyle. “Bu yörede yaşayan hayvanların çoğuna yaklaşmışlığın vardır, onlar niçin haşyet vermediler ki sana? Aslanları mı seversin sen en ziyade?”
“Hayır, sevmem.”
“E, unut gitsin o zaman. Zaten dersimiz aslan avı değildi ki.”
“Ya neydi ki?”
“O küçük karga bana o belirli noktayı imlediydi, o nokta da bi avcının havasındayken insanın eylemlerini nasıl gerçekleştirdiğini anlayabilmen için bi fırsat gördüydüm.
“Dün gece yaptığın her şey doğru bi hava içindeydi. Kendini hem denetim altında tutabilmiş hem de, ağaçtan aşağıya atlayıp kafesi kapar kapmaz bana koşuşun gibi, kendini bırakabilmiştin. Korkudan elin ayağın tutulmamıştı. Sonra, yarın tepesine yaklaşırken, aslan öyle kükrediğinde, ne kıyak devinmiştin. Sen o yara gündüzün bakmış olsan o yapmış olduğun şeye inanmazdın kuşkusuz. Kendini belli ölçüde bırakabilmiştin, aynı anda kendini belli bi denetim altında tutabiliyordun. Altını ıslatacak denli bırakmamıştın kendini, gene de zifiri karanlıkta o duvarı tırmanabilecek denli bırakmıştın kendini. Patikadan ayrılıp kendini öldürebilirdin. O duvara karanlıkta tırmanmak senin bi yandan kendini tutmayı sürdürürken, bi yandan da kendini bırakıyor olmanı gerektiriyordu. Bi savaşçının havası, dediğim şey budur işte.”
Yanıt olarak, o gece her ne yaptıysam, denetim ya da kendini bırakabilme havasının bir sonucu değil, hepsinin de korku ürünü olduğunu söyledim.
“Biliyorum,” dedi, gülerek. “Ben de işte, sana, kendini sınırlarının ötesine ulaşacak biçimde kamçılayabileceğini göstermek istediydim. Bi savaşçı kendi havasını kendisi yaratır. Bunu bilemezdin sen. Korku seni bi savaşçının havasına soktu, ama şimdi bunu biliyorsun, insanı o havaya herhangi bi şey sokabilir.”
Onunla tartışmak istedim, ama gerekçelerim net değildi. Açıklamayadığım bir tedirginlik duymaktaydım.
“Her zaman böyle bi hava içinde eyleme geçmek uygundur,” diye sürdürdü don Juan. “Saçma sapan şeyleri bi yana fırlatıp atarak insanı arındırır. O yarın tepesine ulaştığında keyfine diyecek yoktu herhal. Diyil mi?”
Ne demek istediğini anladığımı, ama onun öğrettiği şeyi gündelik yaşamımda uygulamaya çalışmanın aptallık olacağını düşündüğümü anlattım ona.
“İnsan, her bi eylemi için bi savaşçının havasını gereksinir,” dedi. “Aksi takdirde kişi bozulur ve çirkinleşir. Bu havadan yoksun olan bi yaşamda erk bulunmaz. Kendine bak bi. Her şey seni gocundurup keyfini kaçırıyor. Ağlayıp yakınıyor, herkesin sana onların kendi istediklerini yaptırdığını sanıyorsun. Rüzgârın önüne kattığı bi yapraksın sen. Yaşamında erk yok senin. Ne çirkin bi duygu içinde olmalısın sen!
“Öte yandan, bi savaşçı bir avcıdır. O her şeyi hesaplar. Buna denetim denir. Ama hesaplamaları bi kez bitti mi, eyleme geçer. Bırakır kendisini. Buna da kendini bırakma, denir. Bi savaşçı, rüzgârın önüne kattığı bi yaprak değildir. Kimse itip kakamaz onu; kimse ona kendisine karşı ya da onun sağduyusuna karşın bi şeyler yaptıramaz. Bi savaşçı yaşamını sürdürmeye ayarlanmıştır—olası en iyi biçimde sürdürür o yaşamını.”
Sözleri kulağıma hoş gelmekle birlikte onları gerçekçi bulmuyordum. İçinde yaşadığım karmaşık dünya açısından son derece safça şeyledi.
Don Juan itirazlarımı gülerek karşılarken ben ısrarla bir savaşçının havasının, bazı kimselerin davranışlarının beni gücendirmesini ya da, örneğin yetkili bir makamdaki gaddar ve kötü niyetli bir kimsenin fiziki saldırıda bulunması gibi, beni bilfiil incitmesini önlemesinin imkâsızlığından dem vurmak taydım.
Don Juan kahkahasını patlatarak verdiğim örneğin isabetliliğini kabul etti.
“Bi savaşçı incitilebilir, ama gücendirilemez,” dedi. “Bi savaşçı için başka kimselerin eylemlerindeki hiçbir şey, şayet kendisi ona uygun bi hava içinde değilse, gücendirici olamaz.” Geçen gece sen aslana gücenmemiştin. Onun bizi peşimizden kovalaması bizi öfkelendirmiş değildi. Onu sövdüğünü ya da ona bizi izlemeye hakkı olmadığını söylediğini anımsamıyorum. E, bakarsın gaddar ve kötü niyetli bi aslandı belki de. Ama ondan kaçınmak için yaptığın mücadeleyle bi ilgisi yoktu bunun. O anda önemli olan tek şey yaşamının sürdürülmesiydi. Sen de bunu gayet iyi becerdin.
“Şayet yalnız olsaydın da aslan seni yakalamış ve parçalamış olsaydı, o takdirde onun bu hareketinden dolayı yakınmak ya da ona gücenmek aklının ucundan bile geçmezdi.
“Bi savaşçının havasının, senin de başka birinin de dünyasıyla ilişkili olmadığını ileri süremezsin. Fasa fisoyu bi yana fırlatıp atabilmen için buna gereksinmen var.”
Ben de kendi düşünüş biçimimi açıkladım. Bir dağaslanı ile benim karşılaştığım insanlar aynı kefeye konulamazlardı, zira bir aslanda asla rastlanamayacak nice manyaklıkları sergileyen insanları yakından tanımıştım. Başka insanlarda beni gücendiren şey, onların bile bile kötü niyetli davranmalarıydı.
“Biliyorum, biliyorum,” dedi don Juan sabırlılıkla. “Bi savaşçının havasına kavuşmak kolay bi iş değildir. Bi devrimdir bu. Aslanla susıçanlarına, ve çevremizdeki insanlara eşit gözüyle bakmak savaşçı tininin görkemli bi eylemidir. Bunu yapabilmek için erk gerekir.”

Cvp: 11 - Savaşçının Havası

.